![]() |
Türkiye Selçukluları Ve Anadolu Beylikleri Tarihi - Baskı Önizleme +- Tiryaki Board (https://tiryakiboard.com) +-- Forum: GENEL KÜLTÜR BİLGİLERİ (https://tiryakiboard.com/forumdisplay.php?fid=10) +--- Forum: GENEL KÜLTÜR BiLGiLERi MAiN (https://tiryakiboard.com/forumdisplay.php?fid=229) +---- Forum: Tarih Bilgileri (https://tiryakiboard.com/forumdisplay.php?fid=228) +---- Konu Başlığı: Türkiye Selçukluları Ve Anadolu Beylikleri Tarihi (/showthread.php?tid=2864) |
Türkiye Selçukluları Ve Anadolu Beylikleri Tarihi - RasitTunca - 08-16-2018 Büyük Selçuklu İmparatorluğu Büyük Selçuklu İmparatorluğu (Farsça: آل سلجوق), Orta Çağ'da Oğuz Türklerinin Kınık boyu tarafından kurulan, Türk-İran kültürüne[10] dayalı, Sünni Müslüman bir imparatorluk.[11] Selçuklular Hindukuş Dağları'ndan Batı Anadolu'ya ve Orta Asya'dan Basra Körfezi'ne kadar uzanan geniş bir alanı kontrol ettiler. Aral Gölü yakınında güç kazandıktan sonra ilk olarak Horasan'ı ele geçiren Selçuklular, buradan İran içlerine doğru ilerledi ve ardından Anadolu'daki şehirleri kontrol altına aldı. Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Tuğrul Bey (1016–63) tarafından 1037'de kuruldu. Tuğrul'u büyüten dedesi ve Oğuz Yabgu Devleti'nde yüksek makam sahibi olan Selçuk Bey, adını hem ülkeyi yöneten hanedana hem de imparatorluğa verdi. Devlet kurulduktan kısa süre sonra İslam dünyasının merkezi otoriteden yoksun parçalanmış siyasi haritasını birleştirdi ve daha sonra Haçlı Seferlerinin birinci ve ikincisinde kilit rol oynadı. Dili ve kültürüyle yoğun bir şekilde İranlılaşan Selçuklular,[12][13][14] Türk-İran geleneğinde büyük bir gelişme sağladı[15] ve İran kültürünü Anadolu'ya taşıdı.[16][17] Türk boylarının ele geçirilen yerlerde devlet otoritesini artırmak gibi siyasi amaçlar doğrultusunda devlet yöneticileri tarafından ülkenin kuzeybatısına yerleştirilmesi ile bu bölgelerde Türkleştirme süreci başladı.[18] Kınık Boyu ve Selçuklular Kınık boyu, tarihsel olarak büyük bir öneme sahiptir, çünkü Selçuklu İmparatorluğu, Kınık boyu tarafından kurulmuştur.[19] 10. yüzyılda aşiret reisi Dukak'tır ("Demiryaylı" lakaplı, "demir yaylı"). Onu oğlu Selçuk ve ardından torunu Arslan Yabgu izledi. Selçuklu Devleti, Arslan'ın yeğenleri Tuğrul ve Çağrı tarafından kurulmuştur. Selçukluların bir kolu olan Anadolu Selçukluları, Arslan Yabgu'nun torunu Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından kurulmuştur. Kuruluş Dandanakan Savaşı Kınık boyu, Orta Asya'daki Oğuz boylarından biriydi. Bu boyun, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun çekirdeğini oluşturan boy olduğu konusunda tarihçiler ittifak halindedir. Devlete ve hanedana adını veren Selçuk Bey'in bilinen en eski atası babası Dukak'dır. Dukak Yengikent Oğuz Yabguluğu'nda subaşı (ordu/birlik komutanı) olarak görev yapmış ve daha sonra adı kaynaklarda “Salcuk”, “Salçuk”, ”Selcük”, “Selçuk”, “Sarçuk” gibi farklı şekillerde yazılan oğlu Selçuk bu göreve gelmiştir. Selçuk Bey’in torunlarının kurduğu devlet devrin kaynakları tarafından, onun adına nisbetle Selçukiyyan, Selaçıka, Al-i Selçuk (Selçuklu ailesi) olarak verilir. Oğuz Yabgularının Hazar Kağanlığı veya Karahanlılar’a bağlı oldukları ileri sürülür. Oğuzların Karahanlılar ile bazen mücadele bazen de ittifak halinde bulundukları ve onlara paralı asker olarak hizmet ettikleri tespit edilmiştir. Selçuk Bey’in oğullarına Mikail, İsrail, Musa, Yusuf gibi isimler vermesi nedeniyle de Hazarlara bağlı olduğu ve Musevi olduğu ileri sürülmektedir.[20] 10. yüzyılın ikinci yarısında, Kıtaylar Moğolistan’dan çıkartılınca Kıpçak boy birliği dağıldı ve Oğuzlar kuzey komşuları olan Türk boylarının birleşmesi ve göçleri sebebiyle ciddi baskıya maruz kaldılar. Bu da Yabguların otorite ve güçlerini etkilemeye başladı. Bu etki ve belki de bazı kaynaklarda belirtilen Selçuk Bey'in iktidar mücadelesine girdiği Yabgu karşısında başarılı olamaması sonucu (tahminen 960~985) Selçuk Bey boyu ile beraber Maveraünnehir yönüne göç ettiler ve yine bir Yabgu'ya bağlı Cend'e yerleştiler. Bu bölge o sıralarda özellikle Samaniler tarafından yoğun biçimde islam propogandası uygulanan bir bölgeydi ve Selçuk Bey de ailesi ile İslamiyeti seçti. İslamiyeti seçmesinden kısa süre sonra etrafındakiler ve özellikle silahlı Oğuzlar onun önderliğinde toplandılar. Bu göçebe topluluk Karahanlılara ve Samanîlere savaşlarda asker vererek karşılığında geniş otlaklar elde etti ve Samanîler Devleti'nin yönetiminde söz sahibi oldu. Samanîler Devleti yıkılınca Selçuk Bey, Müslüman halkıyla birlikte Horasan bölgesine yerleşti. Selçuk Bey'in 1009'da ölümünden sonra daha da güneye indiler. Selçuk Bey'in oğlu Arslan Bey'in yönetiminde, Karahanlıları ve Gaznelileri endişelendirecek kadar güçlendiler. Arslan Bey'in Gaznelilerce tutuklanması ve 1032'de ölmesinden sonra, Selçuk Bey'in torunları Tuğrul Bey ve Çağrı Bey bağımsızlıklarını elde etmeye giriştiler. Selçukluların teşkilatlı devlet düzenine girmesi bu dönemde oldu. Devletin ilk yöneticisi Tuğrul Bey'di. Selçuklular 1035'te büyük bir Gazneli ordusunu yenerek Horasan içlerine doğru ilerlediler. 1037'de de, bugünkü Türkmenistan’da yer alan Merv kentini ele geçirdiler. 1040'da Dandanakan Muharebesi'nde Gaznelileri ikinci kez yendiler ve Nişabur kentine girerek bağımsızlıklarını ilan ettiler. Tuğrul Bey sultan sanıyla hükümdar ilan edildi ve Büyük Selçuklu Devleti de böylece kurulmuş oldu. Ordu Devletin temeli olan ordu, hassa ordusu ve tımarlı sipahilerden meydana geliyordu. Sarayda özel olarak yetiştirilip doğrudan sultana bağlı olan Gulamân-ı Saray askerleri çeşitli milletlerden seçilirdi. Bunlar senede dört defa maaş alırlardı. Selçuklular, askerî iktalar sayesinde maaş ödemeden bir orduyu beslemiş, mühim bir Türkmen nüfusunu toprağa ve devlete bağlayarak iskân etmişti. Bu sayede üretimin artmasını, halk ile hükûmet arasında yeni askerî ve idari bir kadronun kurulmasını temin etmişti. Bin süvariden fazla asker besleyen ikta sahipleri vardı. Büyük Selçuklularda ordu mevcudu 400.000’e kadar çıktı. Bunun 46.000’i merkezde, geri kalanı devletin diğer bölgelerine dağılmış durumdaydı. İkta sistemiyle ülke menfaatlerini ahenkleştirip kudretli askerî ve idari teşkilata sahip oldular. Aynı sistem Osmanlıları da etkiledi. Halk arasından Haşer denilen ücretli askerler de alınırdı. Ayrıca gönüllü Gâziyân ve çeşitli askerî sınıflar da vardı.[21] Hassa ordusu Hassa ordusu melik, vali, vezir ve diğer yüksek rütbeli devlet memurlarının emri altında, her an harekete hazır askerler olup maaş alan ordu mensuplarıdır. Sipahiler Tımarlı Sipahiler, süvari kuvvetlerinden oluşan sipahi ordusu mensuplarından her biri, ülkenin çeşitli bölgelerinde kendilerine tahsis edilen toprakların (ikta=dirlik) gelirlerinden geçimlerini sağlıyordu. Tarihi Dandanakan’ın muzaffer başkumandanlarından Çağrı Bey, zafer sonrasında verilen toy yâni büyük ziyafette üstün idarecilik vasfı ve keskin siyâsî zekâsını takdir ettiği kardeşi Tuğrul Bey’i Büyük Selçuklu Devleti Sultânı îlân etti. Merv başşehir yapıldı. Toplanan kurultayda feth edilecek yerlerle idareciler tespit edildi. Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge Çağrı Bey’e, Bust-Sistan havalisi Mûsâ Yabgu’ya, Nişâbur’dan îtibâren bütün batı bölgeleri Tuğrul Bey’e verildi. Çağrı Bey’in oğlu Yâkutî ile İbrahim Yınal, batı cephesinde vazife aldılar. Hanedandan Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış, Gürcan ve Damgan’a, Çağrı Bey’in oğlu Kara Arslan Kavurd ise, Kirman havalisine tâyin olundular. Vazife taksiminin ardından kısa zamanda; kuzeyde Hârezm dâhil, Mâverâünnehr, Sistân, Mekrân bölgesi, Kirman ve civarı, Hürmüz Emirliği hattâ Arabistan Yarımadası’nda Umman ve dolayları ile Gürcan, Bâdgis, Huttalân tamamen zabt edildi. Tuğrul Bey, Taberistân, Kazvin, Dehistân, İsfehan, Nihâvend, Rey ve Şehrezur’u alarak devletin sınırlarını genişletti. 1046’da Gence, 1048’de Erzen, Karaz, Hasankale, Erzurum ve havalisindeki Gürcü, Ermeni ve Bizans orduları mağlûbiyete uğratıldı. Henüz yeni kurulan devlet kısa zamanda, Büveyhîlerin işgalindeki Bağdâd hâriç, bölgedeki bütün İslâm topraklarına hâkim oldu. Sultan Tuğrul, Büveyhîlerin işgalindeki halifelik merkezi olan Bağdâd’ı kurtarmak için Abbasî halîfesi el-Kâim bi-Emrillah’ın daveti ile 17 Ocak 1055’te Bağdat’a girdi. Halîfenin, âlimlerin ve sünnî müslümanların büyük hüsn-i kabulüyle karşılanan Tuğrul Bey, Büveyhî hükümdarlığını yıkarak Abbasî halifeliğini yeniden ihya etti. İslâm âleminin takdirini kazanıp, büyük iltifatlara kavuştu. Halîfeliğe karşı yapılan Fatımî saldırılarını bertaraf etti. Halîfelik makamına ve Bağdâd şehrine hizmetinden dolayı 25 Ocak 1058’de Tuğrul Bey’e iki altın kılıç kuşatan halîfe, onu; doğunun ve batının hükümdarı îlân etti. Selçuklu sultânının, halîfe tarafından “Dünyâ hakanı” îlân edilmesi, Türklere büyük itibâr kazandırdığı gibi, Alplik ruhunu okşayarak islam dîninin cihâd emrine daha fazla sarılmalarına yol açtı. Aynı sene Tuğrul Bey, tahrikler sebebiyle isyan eden üvey kardeşi İbrahim Yınal’ı cezalandırdı. Çağrı Bey, yetmiş yaşlarında 1060’ta, Tuğrul Bey ise, 1063’te yetmiş yaşında öldü. Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzeri ne oturtarak, sınırlarını Ceyhun’dan Fırat’a kadar genişletti. Anadolu üzerine yaptırdığı akınlarla, Bizans idaresinde bulunan bölgenin Türk yurdu olması için ilk harcı koydu. İran'da bulunan bir Büyük Selçuklu Devleti askeri Figürü. (Metropolitan Müzesi) Tuğrul Bey’in oğlu olmadığından, Çağrı Bey’in oğlu Alp Arslan Selçuklu Devleti sultânı oldu. Başa geçer geçmez amcasının veziri Amîd-ül-mülk’ü görevden alarak, yerine Nizâm-ül-mülk’ü tâyin etti. Sultan Alp Arslan, tahta geçmek iddiasında bulunan diğer rakiplerini bertaraf ettikten sonra, batıya yönelerek fetihlere başladı. Kafkaslardan dolaşıp mahallî küçük krallıkları itaati altına aldı. Doğu Anadolu’nun Kuzeydoğu ucundaki meşhûr Ani kalesini 1064'te feth ederek, 16 Ağustos 1064'te Kars’a girdi. Ani, Hristiyan âleminin kutsal yerlerinden biri idi. Bu fetihler İslâm âleminde büyük sevinç kaynağı oldu ve Halîfe Kâim bil-Emrillah, Sultan’a, fetihler babası yâni çok feth eden mânâsına gelen Ebü’l-Feth lakabını verdi. Sultan, 1065 senesi sonlarında doğuya yönelerek Üstyurd ve Mangışlak taraflarına yürüdü. Başarı ile biten seferin sonunda; ticâret yollarını vuran Kıpçak ve Türkmenler itaat altına alındı. Alp Arslan, 1067 senesinde Kirman melîki olan kardeşi Kavurd’un isyanı ile karşılaştı. Bu isyanı kısa sürede bastırdı (Bkz. Kirman Selçukluları). Öncelikle Müslümanlar arasında birliğin te’minini arzu eden Sultan Alp Arslan, Bahreyn taraflarındaki Karmatî sapıkları ve Önasya’daki Şiî-Fâtımî kalıntılarını temizlemek için harekete geçti. Şiî-Fâtımî sultanının İslâm ülkeleri üzerinden kalkmakta olduğunu gören Mekke şerîfi, Alp Arslan’a itaatini arz ederek, hutbeyi Abbasî halîfesi ve Sultan Alp Arslan adına okumaya başladı. Doğu ve Batıda sistemli bir şekilde yapılan fetih hareketleri; 1067 senesinde Anadolu’da başlatılan yıpratma ve yıldırma akınları, 26 Ağustos 1071’deki Malazgirt muharebesine kadar devam etti. Malazgirt zaferiyle Büyük Selçuklulara kapıları açılan Anadolu, Türkiye Türklerinin istikbâldeki yurdu durumuna girdi. Malazgirt Zaferi sonrasında, Bizans imparatoru Diogenes ile yapılan andlaşma, tahttan indirildiği için tatbik edilemedi. Sultan Alp Arslan, andlaşmanın silah zoruyla tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu’nun fethini istedi. Selçuklu emrindeki Türkmen boyları, Orta Asya’dan batıya sevk edilerek, Doğu Anadolu’daki Bizans hududuna gönderildi. Selçukluların gaza akınlarına mukavemet edemeyen Bizans kale ve garnizonları Türklerin eline geçti. Türk akınları Marmara Denizi sahillerine kadar uzandı ve fethedilen Anadolu, iskân edildi. Anadolu’nun Türkleşip, İslâmlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Sultan Alb Arslan, çıktığı Mâverâünnehr seferinde, esir alınan bir kale kumandanı tarafından şehîd edildi. Türk târihinin büyük sultanlarından olan Alp Arslan, enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adaleti ile temayüz etmişti. Sultan Alp Arslan öldüğünde, devlet toprakları, doğuda Yaşgar’dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul boğazına, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneyde Yemen’e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı. Alp Arslan’ın yerine oğlu ve veliahdı Melikşâh, Büyük Selçuklu Devleti sultânı oldu. Sultanlığını tanımayan amcası Kavurd ile Kerez’de yapılan savaşı kazanan Melikşâh birkaç gün sonra Kavurd’un ölümü ile devlet içinde asayişi kısa sürede sağladı. İçişlerini hâlleden Melikşâh, taht mücâdelesinden faydalanarak Selçuklu hududlarına hücûm eden Gazneliler ile Karahanlılara karşı sefere çıktı. Bu sırada Karahanlı Şemsülmülk Nâsır’ın mektubunu aldı ve elçisini kabul etti ise de, hareketinden vazgeçmedi. Tirmiz’i muhasaraya başladı. Emir Savtiğin’in ikmâl yollarını kesmesi, şehrin düşerek Sultan’ın başarıya ulaşmasına ve Şemsülmülk’ün sulhu kabul etmesine sebeb oldu. Gaznelilere karşı, Emîr Gümüştiğin ve Anuştiğin’i gönderdi. Gazneli hükümdarı İbrahim bin Mes’ûd, Melikşâh’ın başarılarının artması üzerine itaate mecbur oldu. Gönderdiği elçilik hey’eti ve hediyelerle iyi münâsebetler te’sis edildi. Sultan’ın kızı Gevher Hâtun’un, Gazneli veliahdı Mes’ûd bin İbrahim ile evlendirilmesi, iki devlet arasında çıkması muhtemel anlaşmazlığı önledi. Doğu sınırlarını garantiye alan Sultan Melikşâh, babasının vezîri ve kendisinin de hocası olan sapık ve bâtınî akımlara karşı Sünnîliğin müdâfaası için[kaynak belirtilmeli] Nizâmiyye medreselerini kuran Nizâm-ül-mülk’den vezîrliğe devam etmesini istedi. Bu sayede Selçuklu Devletine ve İslâm dînine çok hizmet etmesine sebep oldu. Sultan Melikşâh çok hâlim-selîm, affedici, fakat devlet ve millet işlerinde ciddî, müstesna bir şahsiyetti.{{ Devrinde bozkırlardaki Türk boylarını, bütün İran’ı, Arabistan’ı, Suriye ve Filistin’i, idaresi altına aldı. Anadolu’nun fethi üzerinde hassasiyetle durup, babasının vazifelendirdiği amcazadesi Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve Türkmen beylerinden Alb İlig, Artuk Bey, Mansur, Dolat gibi komutanlarla fütuhatı sürdürdü. Selçuklu kumandanları, Bizans’ın Türklere karşı kurduğu ölmezler adlı askerî birlikleri mağlûb etti. Artuk Bey, Bizans kuvvetlerini 1074'te Sapanca çevresinde mağlûb ederek, yüz binden fazla Türk, İzmit’ten Üsküdar’a kadar olan sahaya yerleşti. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, güneydoğu harekâtıyla, Adana dolaylarını feth etmekle meşguldü. Fırat’ı geçerek Çukurova, Maraş, Tarsus, Antep ve Urfa’ya dağılan Ermeni ve ücretli frank askerlerini Antakya’da, Gümüştiğin de Nizip, Âmid ve Urfa civarında Bizans kuvvetlerini mağlûb ettiler. Artuk Bey, Sultan Melikşâh’ın emriyle Doğu harekâtını idare etti. 1074-1077 seneleri arasında Sivas, Tokat, Çorum havalisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele geçirdi. Artuk Bey’den sonra yerine Danişmend Gazi geçerek, Amasya ve civarını Karadeniz’e kadar aldı. Mengücük Gazi, Şarkî Karahisar, Erzincan ve Divriği havalisini; Ebü’l-Kâsım da, Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti. Orta, Kuzeybatı ve Batı harekâtını Süleyman Şah idare edip, Bizanslılar ile mücâdele ve onların âsî kumandanları ile ittifak yaptı. Bizanslılar, Balkanlar’daki iktidar mücâdelesi ve iç hâdiseler üzerine Selçuklulardan yardım istediler. Yardım talebleri Selçukluların menfaatleri doğrultusunda karşılandı. Süleyman Şah, İznik’e yerleşerek, bu şehri Türkiye Selçukluları Devleti’nin merkezi yaptı. Selçuklular, Anadolu’da sahil şehirleri dışında Toroslar ve Çukurova’dan Üsküdar’a kadar bütün bölgeye yerleştiler. Bu durum karşısında Avrupalılar Çin’e elçilik hey’eti göndererek, Selçukluların doğudan tazyik edilmesini istediler. Ancak müracaatları netîcesiz kaldı. Süleyman Şah, 1082-1083 senelerinde Bizanslıların elinde olan Adana ile Tarsus, Misis, Anazarba ve bölgedeki diğer yerleri zabtetti. 1085'te Suriye’nin kilit şehri Antakya’yı bir baskınla fethetti. Antakya’nın en büyük kilisesini camiye çevirip, fetih şükrânesi olarak yüz yirmi müezzinin okuduğu ezandan sonra Cum’a namazını burada kıldı. Diyarbekir bölgesinin fethi için Selçuklu seferleri, Fahrüddevle Cüheyr’in İsfehân’a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki şiî îtikâdlı Karmatîlerin yola sokulması için hareket eden Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle beraber Diyarbekir’e doğru yola çıktı. Şehrin muhasarası sırasında Selçuklu ordusundaki Arab unsurların şehrin müdâfilerinin içindeki Arablarla savaşmaya yanaşmamaları, ordudaki Türkmen beylerini güç durumda bıraktı ise de, Arablardan müteşekkil kısım, bölgede bulunan diğer şehirlerin fethine me’mûr edildi. Fahrüddevle’nin kumandanlığındaki birlikler, çevredeki Mardin, Hasankeyf, Cizre ve daha otuz kadar kaleyi ele geçirdi. Diyarbekir, Fahrüddevle’nin oğlu Zaimüddevle ve emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085'te şehre girmesiyle düştü ve Mervânîler Devleti ortadan kalktı. Büyük Selçuklu Sultanı ve Onur Kaftanının verilişi.(Jami' al-tawarih, 1314 (Edinburgh Üniversitesi) Musul’un fethine me’mûr edilen Aksungur ve diğer Türkmen emirleri şehre harpsiz girdiler. Fethi müteakip Musul'a gelen Melikşâh, büyük bir merasimle karşılandı. Musul emîrliğine Şerefüddevle’yi tâyin etti. Sultan Alp Arslan zamanından beri Suriye ve daha güneye yürüyen Selçuklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşâh zamanında da sürdürdü. Uzun süre muhasara ettiği Dımaşk’ı 1076 Mart’ında Selçuklu topraklarına kattı. Dımaşk’ın alınmasından sonra camilerde okunan Şiî-Fâtımî ezanını yasaklayarak Cum’a hutbesini Halîfe Muktedî ve Sultan Melikşâh adına okuttu. Daha sonra Selçuklu Devleti’nin “Fatımî Devleti’nin ortadan kaldırılması” politikasına uygun olarak, Mısır’a doğru sefere devam etti. Fakat muvaffak olamadı ve başarısızlığı Suriye emirlrğinden alınmasına sebeb oldu. Yerine Melikşâh’ın kardeşi Tâcüddevle Tutuş getirildi. Sultan Melikşâh, Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile kardeşi Tutuş’un Suriye’deki mücâdelesi üzerine 1086’da İsfehan’dan bölgeye hareket ederek bölgede asayişi yeniden te’sis etti. Haleb valiliğini Aksungur’a, Urfa’yı Bozan’a, Antakya’yı da Yağısıyan’a verdi. 1087 senesinde Sultan Melikşâh, Süveydiye kıyılarından Akdeniz’e ulaştı. Böylece Uzakdoğudan Ortadoğuya kadar hâkimiyet kurdu. Dönüşte hilâfet merkezi olan Bağdâd’ı ziyaret etti. Halîfe Müktedî tarafından iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087’de “Dünyâ hükümdarı” îlân edildi. Selçukluların İslâm’a ve insanlığa hizmeti sayesinde kısa zamanda genişlemesi, düşmanlarını hızlı bir faaliyet içine soktu. Bizanslılar ve sapık fırkalara karşı mücâdele eden âlim ve kumandanlar suikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önce Selçukluların meşhûr vezîri Nizâm-ül-mülk, Hasen Sabbah’ın fedailerinden bir bâtınî tarafından; arkasından Sultan Melikşâh Bağdâd’da zehirlenerek şehîd edildiler. Melikşâh’ın ölümü ile başlayan saltanat mücâdelesinde Şam Meliki Tutuş, derhal sultanlığını îlân etti. Bu arada Melikşâh’ın hanımı Terken Hâtûnda küçük oğlu Mahmûd’u sultan ve torunu Ca’fer’i halîfenin veliahdı yapmak için bütün kuvvetiyle uğraştı ve 1092’de Mahmûd’un saltanatını îlân ederek, nâmına hutbe okutmaya muvaffak oldu. Yine bu arada tarafdârlarıyla Rey’e çekilen Berkyaruk da sultanlığını îlân etti ve Terken Hâtun’un üzerine gönderdiği orduyu Burucerd’de bozguna uğrattı. Terken Hâtun’un Gence meliki İsmail’i tarafına çekmesi de bir fayda sağlamadı. Terken Hâtun’un bir suikast neticesinde öldürülmesiyle saltanat mücâdelesi Tutuş’la Berkyaruk arasında kaldı. Tutuş, Rey üzerine yürüdü ise de 1093 yılında vuku bulan uzun mücâdeleler esnasında birçok emir Berkyaruk tarafına geçti. Bu sayede Berkyaruk karşısındaki orduyu bozguna uğrattı. Ayrıca Tutuş’un ölümü ile bütün rakiplerini bertaraf ederek adına Bağdâd’da hutbe okundu. Sultan Berkyaruk. Sultan Berkyaruk zamanında Selçuklu Devleti; a-Irak ve Horasan, b-Sûriye, c-Kirman, d-Türkiye Selçukluları olmak üzere dörde bölündü. Ayrıca Doğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Türkmen beylikleri ve Atabeglikler ortaya çıktı. Berkyaruk, parçalanan Selçuklu İmparatorluğu’nu toplamaya başladığı bir sırada haçlı orduları da Suriye’ye geldiler. Berkyaruk, haçlılara ve onların Antakya muhasarasına karşı Kürboğa’yı ve Artuklu beylerini sefere me’mûr etti. Anadolu’dan geçen haçlılar, Suriye’ye vardıkları zaman sayıları oldukça azalmıştı. Ancak İslâm dâvasına ihanet eden Şiî-Fâtımîlerin, sünnî müslümanlara karşı haçlılarla ittifak etmeleri, ayrıca Suriye emirleri arasındaki emniyetsizlik ve rekabetler, Tutuş’un oğlu Dukak ile birlikte Suriye kuvvetlerinin haber vermeden çekilmesi, Frenklerin taarruza geçerek, Türkleri bozguna uğratmalarına sebeb oldu. Netîcede ilerlemeye devam eden haçlılar, Antakya’dan bir sene sonra da Kudüs’ü işgal edip şehirde meskun olan yetmiş bin müslüman ve yahûdiyi hunharca katlettiler. Bu arada Gence meliki ve kardeşi Muhammed Tapar, Berkyaruk’a saltanat iddiasıyla isyan etti. Berkyaruk, 1100 senesinde Sefîdrûd’da mağlûb olmasına rağmen, Muhammed Tapar’ı arka arkaya dört defa bozguna uğrattı. Ahlat’a sığınan Muhammed Tapar, buranın hükümdarı Sülemen’i ve Ani emîri Menuçehr’i hizmetine alarak yeniden savaşa hazırlandı ise de, Sultan Berkyaruk çok kan aktığını, memleketin harap, emir ve askerlerin yorgun olduğunu, hazînenin boş kaldığını, vergilerin tahsil edilemez bir hâle geldiğini ve nihayet İslâm düşmanlarına fırsat verildiğini beyân ederek, gönderdiği bir elçi ile, kardeşini barışa ikna etti. Böylece 1104'te Azerbaycan’da Sefîdrûd hudud olmak üzere Kafkasya’dan Suriye’ye kadar bütün vilâyetlerde Muhammed Tapar sultan tanındı. Bağdâd, Rey, Cibâl, Taberistan, Fars, Huzistan, Azerbaycan, Mekke ve Medîne’nin idaresi de Berkyaruk’da kaldı. Selçuklu İmparatorluğu iki devlete ayrılmak suretiyle Türkiye ile birlikte üç Selçuklu sultânı ortaya çıktı. Lâkin bu durum çok sürmedi. Çünkü, Berkyaruk hastalıklı olduğu için 1104 senesinde yirmi altı yaşında iken öldüi. Sultan Berkyaruk, ülkesini düşünen ve milletinin refahı için çalışan bir kimse idi. Ancak kardeş kavgalarının, memleketin birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğu bir döneme rastlaması Berkyaruk’u çok üzdü. Buna rağmen fırsat buldukça haçlı kuvvetleri üzerine asker sevk etmekten ve darbeler vurmaktan geri kalmadı. Berkyaruk’un vefatıyla oğlu Melikşâh ile Muhammed Tapar saltanat mücâdelesine başladılar. Muhammed Tapar, Bağdâd üzerine yürüyerek fazla zorluk çekmeden 1105'te tek başına sultan oldu. Önce kendisine karşı isyan eden amcasının oğlu Mengübars hâdisesini bastırdı. Daha sonra ülkede uzun zamandır karışıklık çıkaran, anarşiyi tahrik eden bâtınîlere karşı mücâdele etti. 1107’de bâtınîlerin merkezi olan Alamut kalesi kuşatıldı ve çok sayıda bâtınî öldürüldü. Selçuklular arasındaki karışıklıklardan istifâde eden haçlılar, Birinci Haçlı Seferi sonunda Suriye’de haçlı devletleri kurmaya başladılar. Sultan Muhammed Tapar, bunların üzerine ordular gönderdi ise de, kumandanlar arasında tam anlaşma sağlanamadığından kesin sonuca gidilemedi. Sefer kumandanı Emir Mevdud, Şam Emevî Camii'nde bir bâtınî tarafından öldürüldü. Sultan, haçlılara karşı Aksungur'u kumandanlığa getirdi. Bu arada kardeşi Sencer’i Suriye ve Horasan’daki bâtınîlere karşı mücâdele etmekle vazifelendirdi. Alamut üzerine de bir ordu gönderdi. Sultan Muhammed Tapar’ın 1118’de vefatı sebebiyle bu fesad ocağı ortadan kaldırılamadı. Sultan Muhammed Tapar, ilim ve imar işleri ile de uğraşma fırsatı buldu. İsfehan’da yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi. İleri gelen devlet adamları, Muhammed Tapar’ın henüz küçük yaştaki oğlu Mahmud’u tahta geçirdilerse de, Melikşah’ın oğlu ve Horasan meliki olan Sencer, yeğeni Mahmûd’un sultanlığını kabul etmeyerek, saltanat iddiasında bulundu. 14 Ağustos 1119 tarihinde yapılan Save savaşını kazanarak sultanlığını ilan eden Sencer, yeğenine evlat muamelesi yaptı ve kendi hâkimiyetini tanımak şartı ile Rey hâriç, batı ülkelerinin hâkimiyetini ona bıraktı (Bkz. Irak Selçukluları). Sultan Sencer, batı işlerinden çok doğu ile uğraştı. Gaznelilerle savaştı. Karahanlıları kendisine bağladı. Zamanı, Selçukluların son parlak devri idi. Bu arada Selçuklu Devleti’ni iki büyük tehlike tehdid ediyordu. Bunlardan birisi batıdan Anadolu ve Suriye’ye saldırmakta olan haçlılar, diğeri doğudan gelen ve devletin doğu sınırlarını zorlayan Karahitaylar idi. Sultan yalnız bu ikinci tehlike ile uğraştı. Doğu Karahanlılar Devleti’ni yıkarak Seyhun boylarını zorlayan Karahitaylarla çarpışan Sencer, onlarla 10 Eylül 1141 senesinde yaptığı Katvan meydan muharebesini kaybetti. Bu muharebeden sonra Seyhun nehrine kadar olan topraklar Karahitayların eline geçti. Katvan meydan muhârebesiyle Büyük Selçuklu Devleti târihinde yeni bir devir başladı ve Selçuklu ülkesi müslüman olmayan Türk ve Moğol birliklerinin istilâsına uğradı. Sultan Sencer’in bu mağlûbiyetinden istifâde etmek istiyen Gûr hükümdarı Alâeddîn Hüseyn, yıllık vergiyi vermemek, sultanlık peşinde koşmak gibi davranışlarla Sencer’e olan tâbiliğinden kurtulmaya çalışıyordu. Zâten sınırlarını fazla genişletmesi, bölgenin kuvvet dengesini bozmakta ve bu durum Sultan Sencer’i endişeye düşürmekte idi. Büyük kuvvetlere sâhib olan Gûrlular üzerine yürüyen Sultan Sencer, Haziran 1152’de yaptığı muharebede Gûr ordusunu mağlûb ederek Katvan’da kaybedilen itibârı yeniden sağladı. Gerileme ve Dağılma Dönemi Melikşah'tan sonra sırasıyla başa geçen I. Mahmud (1092-1094), Berkyaruk (1094-1105), Müizzeddin Melikşah (1105-1105) ve Mehmed Tapar (1105-1118) dönemlerinde Büyük Selçuklu Devleti gücünü ve eyaletlerdeki merkezi denetimini giderek yitirdi. 1118'de tahta çıkan Ahmed Sencer’in ülke topraklarını yeniden birleştirme çabası da başarılı olduysa da devlet hiçbir zaman Melikşah dönemindeki sınırlarına ve otoritesine kavuşamadı. 1128 yılında Doğudaki Doğu ve Batı Karahanlı Devletine boyun eğdiren Karahitaylar Büyük Selçuklu Devleti ile komşu oldular ve Selçuklulara baskı yaratmaya başladılar. 1141 yılında Karahitay ve Selçuklu orduları arasındaki Katvan Savaşı'nda yenilgiye uğrayan Büyük Selçuklu Devleti hızlı bir dağılma sürecine girdi. Karahitayların devletin en verimli toprakları olan Maveraünnehir'i işgal etmeleri Büyük Selçuklu Devleti'nin ekonomisini ve ordusunu iyice sıkıntıya soktu. Sultan Sencer, giderek artan ekonomik buhran nedeniyle ayaklanan göçebe Oğuzlara 1153'te tutsak düştü. İki yıl sonra kaçarak kurtulduysa da ülkede iktidarını yeniden sağlayamadan 1157’de öldü. Büyük Selçuklu Devleti böylece sona erdi. Bu tarihten sonra Büyük Selçukluların toprakları büyük ölçüde Harzemşahların denetimi altına girdi. Hanedan üyeleri yönettikleri bölgelerde bağımsız davranmaya başladılar. Daha önce bağımsızlıklarını ilan etmiş olan Selçuklu hanedanın kurduğu devletlerden yalnızca Anadolu Selçuklu Devleti, yüz yılı aşkın bir süre daha ayakta kalabildi. Ayrıca devletin gerilemesinin sebepleri arasında Haçlı Seferleri, Fâtımîler ile olan çatışmalar, Hasan Sabbah'ın Bâtınîlik propogandaları ve Oğuz boylarının ayaklanmaları sayılabilir. Bunun sonucunda ise Abbâsî halifeleri Selçuklu egemenliğinden kurtulmak için bir takım çalışmalar yürütmüştür. Bunlar Selçuklu Devleti'nin yıkılmasına neden olan etkenler ve nedenlerdir. Özet olarak Büyük Selçuklu Devleti'nin yıkılma nedenleri olarak aşağıdaki nedenler sayılabilir: Merkezi otoritenin zayıflaması Taht kavgaları Oğuz isyanları Haçlı Seferlerinin başlaması Atabeylerin bağımsız hareket etmesi Abbâsî Halifelerinin Selçuklu egemenliğinden kurtulmak için yürüttüğü bir takım çalışmalar Bâtınîlik hareketleri Fâtımîler ve Şiîlerin yıpratmaları Şehzade ayaklanmaları Katvan mağlubiyeti ve Karahitayların istilası Kötü yönetim Devlet Yapısı ve Yönetimi Büyük Selçuklu Devleti’nin örgütlenme biçimi, kendisinden önceki İslam devletlerine benziyordu. Hint-İran devlet anlayışını yansıtan bu örgütlenmede, eski Türk devlet geleneğinin de belirgin etkisi vardı. Eski Türk devlet geleneğinde olduğu gibi, Büyük Selçuklu Devleti’nde de ülke toprakları hanedanın ortak malı sayılıyordu. Bundan dolayı Büyük Selçuklu toprakları eyaletlere bölünmüştü. Eyaletlerin yönetimi de Melik olarak adlandırılan hanedanın erkek üyelerine bırakılmıştı. Tuğrul Bey'den önce boy başkanına Oğuz geleneğine göre Yabgu deniyordu. İslam dininin benimsenmesinden sonra, hükümdarlar İslam devletlerindeki geleneğe uyarak "sultan" unvanı ile anıldılar. Suriye Selçukluları ile Kirman Selçukluları’na Irak Selçukluları da katıldı. Büyük Selçuklu topraklarına göçen yeni Oğuz boyları da iç düzeni büyük ölçüde sarstılar. Bu karışıklık döneminde Harzemşahlar, Büyük Selçuklu toprakların büyük bölümünü ele geçirdiler. Bir süre daha direnen Kirman Selçukluları 1175’te, Irak Selçukluları da 1194’te Oğuzlar ve Harzemşahlar tarafından yıkıldı. Başkentte oturan sultan, devletin mutlak egemeniydi. Bütün atamalar ve toprak dağıtımı sultanın buyruğuyla yapılıyordu. Ayrıca sultan yüksek yargı kurullarına da başkanlık ediyordu. Hükümdarların "danışman"ı konumundaki kişiler yönetimde önemli rol oynuyorlardı. Alp Arslan döneminde bu göreve getirilen Nizamülmülk, İslam geleneği uyarınca vezir unvanı aldı ve devlet yönetiminde köklü değişiklikler yaptı. Nizamülmülk, devlet yönetimine ilişkin anlayışını Siyasetname adlı kitabında da anlatmıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nde devlet işleri "Divan-ı Âlâ" adı verilen bir kurulda görüşülür ve karara bağlanırdı. Ayrıca maliye, askerlik ve adalet işleriyle uğraşan başka divanlar da vardı. Meliklerin yönetimindeki eyaletlerde de büyük ölçüde merkezdeki örgütlenme örnek alınmıştı. Selçuklularda Önemli Divan Teşkilatları Metropolitan Sanat Müzesi'nde sergilenen Büyük Selçuklular'dan kalma bir figür. [22] 1. Divan-ı Âli/ Divan-ı Saltanat: Devlet işlerinin görüşüldüğü divandır. Sultandan sonra en yetkili kişi olan 'Vezir' tarafından yönetilir. 2. Divan-ı İstifa: Maliye işlerinden sorumludur. Yöneticisi 'Müstevfi'dir. 3. Divan-ı Arz: Ordunun ikmal ve lojistik desteğini veren divandır. Ayrıca hassa askerlerinin maaşlarını da bu divan öder. Yöneticisi 'Arız'dır. 4. Divan-ı İnşa: İç ve dış yazışmalardan sorumludur. Yöneticisi Tuğrai'dir. 5. Divan-ı İşraf: Devletin idari ve mali işlerini denetlerdi. Yöneticisi 'Müşrif'tir. 6. Niyabet-i Saltanat: Hükümdar başkentte yokken devleti idare eden divandır. Başında 'Naib' bulunur. Toprak Yönetimi ve Ordu Aliabad(Doğu Azerbaycan) Selçuklu Kervansarayı Büyük Selçuklu ülkesinde tarım yapılan topraklar ikta denen bölümlere ayrılmıştı ve iktalar hizmet karşılığında belirli süre için ileri gelenlere veriliyordu. Bu usulle verilen topraklar has, ikta ve haraci olarak üçe ayrılıyordu. Has toprakların geliri doğrudan sultan ailesine veriliyordu. İkta sahipleri ise, toprakları işleme karşılığında belli sayıda asker besliyor ve savaş zamanlarında orduya katılıyorlardı. Haraci olarak adlandırılan toprakların geliri de doğrudan devlet hazinesine aktarılıyordu. Alp Arslan dönemine kadar beylere bağlı göçebe Türkmenlerden oluşan ordu Nizamülmülk tarafından yeniden yapılandırıldı. Nizamülmülk, aylıklı askerlerden oluşan sürekli bir ordu kurdu. Bu aylıklı askerlere "gulam" deniyordu ve bunlar temel olarak başkentte iktidarı korumakla görevliydi. Savaş sırasında asıl ordu ise ikta sahiplerinin yönetimindeki atlı askerlerden oluşurdu. Ayrıca bağlı devletler de savaş zamanlarında sultanın ordusuna asker gönderiyorlardı. Melikşah döneminde orduda 50 bin kadar atlı asker olduğu bilinmektedir. Toplumsal ve Ekonomik Yaşam Büyük Selçuklu Devleti'ndeki Oğuz boyları ve başka bazı topluluklar göçebeydiler. Oğuz boylarının başında bir bey bulunuyordu. Bu göçebe topluluklar geçimlerini hayvancılıkla sağlıyorlardı ve otlak bulmak için de mevsimlere göre yer değiştiriyorlardı. Devlet göçebe topluluklardan otlak vergisi alıyordu. Yerleşik nüfus ise çiftçilik, zanaatçılık ve ticaretle uğraşıyordu. Kentlerdeki tüccar ve esnaf, işkollarına göre loncalar biçiminde örgütlenmişti. Merkezi devlette görevli memurlar ile sürekli ordudaki askerler maaş alıyorlardı. Eğitim, Bilim ve Sanat İran'ın Rey kentinde bulunan Selçuklu devletinin kurucusu Tuğrul Bey'in anıt mezarı Büyük Selçuklular, kendilerinden önce var olan medreselerde öğretimi sürdürdüler, ama bununla yetinmediler. Vezir Nizamülmülk’ün öncülüğünde ve onun adını taşıyan yeni medreseler kurdular. Nizamiye medreselerinin ilki 1067’de Bağdat'ta açıldı. Daha sonra İsfahan, Rey, Merv (selçukluların başkenti), Belh, Herat, Basra, Musul gibi kentlerde yeni Nizamiye medreseleri kuruldu. Medrese sisteminde programlı ve belli bir yönteme dayanan eğitim ilk kez bu medreselerde verildi. Medreselerde din konularının yanı sıra matematik, felsefe, dil ve edebiyat gibi dersler de okutuluyordu ve medreselerde zengin kitaplıklar vardı. Medreselerin dışında da ülkenin çeşitli yerlerinde kurulmuş kitaplıklar bulunuyordu. Melikşah döneminde önce İsfahan'da, sonra Bağdat'ta birer gözlemevi kuruldu. Büyük Selçuklular Arapçayı din ve bilim dili, Farsça'yı edebiyat ve devlet dili, Türkçeyi ise saray ve orduda günlük konuşma dili olarak kullanıyorlardı. Büyük Selçuklular, var olan kentleri bayındır hale getirirken yeni kentler de kurdular. Ülkenin pek çok yerinde yeni kurumlar ve yapılar inşa ettiler. Bunlar cami, medrese, kervansaray, hastane, köprü, çeşme, imaret, han, hamam, türbe ve kümbet gibi yapılardı. Büyük Selçuklular, ince ve uzun minarelerle cami mimarisine yeni bir anlayış getirdiler. İsfahan'daki Mescid-i Cuma bu anlayışla yapılmış en eski örnektir. Büyük Selçuklu anıtmezarları olan kümbetler de yaygın mimari yapılardır. Kümbetler içten kubbe, dıştan ise piramit ya da konik bir çatıyla örtülüyordu. Dört köşeli, çok köşeli ya da yuvarlak formdaki Büyük Selçuklu kümbetleri genellikle iki katlı olarak yapılıyordu. Bu kümbetlerin alt kat mezar, üst kat ise mescit olarak kullanılıyordu. Büyük Selçuklu sanatında hat (yazı), minyatür, ahşap ve taş oymacılığı, çinicilik, maden işleme, cilt ve çeşitli süsleme sanatları da gelişmişti. Zamanla yayıldığı bölgelerdeki Farsi kültürü benimsediği yönünde görüşler de vardır.[23][24] Türkiye Selçuklulari Ve Anadolu Beylikleri Tarihi Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan, Malazgirt Savaşı’nı kazandıktan sonra savaş sırasında esir edilen İmparator Romanus Diogenes ile bir antlaşma yaptı. Aslında antlaşma şartları, büyük bir savaş kaybetmiş Bizans’ın hak ettiğinden daha hafif yaptırımlar içermekteydi. Ancak Romanus’un yokluğunda İstanbul’da ileri gelen devlet adamları onun üvey oğlu Mikhail VII. Dukas’ı tahta çıkardılar. Alp Arslan tarafından serbest bırakılan Romanus ile yeni Bizans İmparatoru Mikhail’in kuvvetleri arasında geçen mücadeleleri Romanus kaybedince hayatını kurtarmak için keşiş kıyafeti giyerek kendini tutuklayan Romalı kumandana: “İşte artık benden endişe etmenize gerek kalmamıştır. Zira ben bundan sonra manastıra çekileceğim. Mikhail imparatorunuz olsun ve Allah ona yardım etsin!” dedi.1 Fakat bu sözler onun canını kurtarmasına yetmedi. Zira İstanbul yönetimi önce onun gözlerini oydu ve sonra onu ölüme terk etti. Romanus işkence edilerek öldürüldü. Sultan Alp Arslan, onun feci şekilde öldürüldüğü haberini alınca çok kederlenmiş ve “Romalıların Allah’ı yoktur. Selçuklular ile Romalılar arasında imzalanmış olan dostluk ve ittifak yemini bugün bozulmuş oldu.” diyerek yapılan antlaşmanın artık hükmünün kalmadığını ilan etti.2 Sultan, antlaşma bozulduğu için Anadolu’ya karşı yürütülen fetih hareketlerine devam etmek suretiyle kumandanlarına Anadolu’ya akınların sürdürülmesini emretti. Nitekim Emir Kapar (Kebîr), Murat Suyu yörelerinde fetihlere girişti.3 Böylece Türk akıncı kuvvetleri kendilerine karşı koyabilecek hiçbir ciddi askerî güçle karşılaşmadan Anadolu içlerine doğru ilerleyerek kısa zamanda Marmara kıyılarına kadar kolayca ilerlediler. Artık bir millet halinde, sel gibi akmakta olan Türkler, bu kez bir istilâ ve yağma amacıyla değil, fethettikleri bölge ve yörelerde yerleşmeye başladılar. Zaferden sonra Yukarı Fırat’ta Erzurum merkez olmak üzere, Saltuklular (1072-1202), Aşağı Fırat’ta Erzincan-Şebinkarahisar şehirleri arasında Mengücükler (1080-1228 ), Sivas başkent olmak üzere Orta Anadolu’da Dânişmendliler (1080-1178 ), Bitlis ve Erzen’de Demleçoğulları (1084-1393), Van Gölü havzasında Sökmenliler (Ahlatşahlar) (1110-1207), Diyarbakır’da Yınaloğulları (İnaloğulları) ( 1098- 1183), Harput’ta Çubukoğulları (1085-1113) ve Hasankeyf, Mardin ve Harput merkez olmak üzere Güneydoğu-Anadolu’da Artuklular (1102-1409) adlarıyla Türk beylikleri kuruldu ve bu devletler Anadolu’nun bir Türk yurdu haline gelmesinde önemli tarihî roller oynadılar. Malazgirt Zaferi sonrasında Anadolu’da kurulan siyasî teşekküller arasında hiç şüphe yok ki en önemlisi Türkiye Selçuklu Devleti’dir. Sultan Alp Arslan’ın ölümü üzerine çıkan saltanat mücadelesinde Kutalmış Bey’in Büyük Selçuklularca hapiste tutulan oğulları Süleymanşah ve kardeşleri bir fırsatını bularak serbest kalıp Anadolu’ya gelmişlerdir.4 (Kutalmışoğlu Süleyman Şah - Tarsus, Turkey) Bizans ile İlişkiler ve Devletin Kuruluşu Bizans İmparatorluğu bu yıllarda o kadar perişan ve Anadolu ile ilişkilerini o derece kesmiş bir durumda idi ki, Süleymanşâh’ın İznik’i fethi (1075) pek zor olmadı. Böylece Kutalmışoğlu Süleymanşâh İznik’i başkent6 yaparak Anadolu’da ilk Türk devletini kurmuş oldu. Anadolu’da Süleymanşâh tarafından kurulan ilk Türk devletine bazı tarihçiler “Anadolu Selçuklu Devleti” adını verirler, kimi eski tarihçiler de kaynaklarda geçtiği üzere Rum Selçukîleri (Anadolu Selçukluları) unvanını verir. Ancak Selçukluların Anadolu’da devlet kurdukları 1075-1078 yılları arasında Bizans Devleti “Anadolu” (Anatolikon Theması) terimini Eskişehir-Konya arasında yer alan bir askerî bölge (Thema) için kullanmakta idi. Bugünkü anlamda kullandığımız Anadolu Yarımadası’na ise, Asia Minor (Küçük Asya) deniliyordu. İkinci Haçlı Seferi’ne (1147-1148 ) katılan Papaz Odo de Deuil7 , Anadolu’da Selçuklu Türkleri’nin yaşadığı topraklar için, yazdığı eserinde “Turchia” (Türkiye) tabirini kullanmıştır. Bu tarihi kayıttan anlaşılıyor ki, Sultan I. Mesud’un saltanatı zamanından itibaren artık Selçukluların yaşadığı Anadolu topraklarına “Türkiye” denilmeye başlanmıştır. Bu yüzden Süleymanşâh’ın Anadolu’da İznik başkent olmak üzere kurduğu devlete “Türkiye Selçuklu Devleti” denilmesi icab eder. Bizans Devleti’nin Rumeli ve Anadolu orduları kumdandanları olan Nikephoros Bryennios ve Nikephoros Botaniates, İmparator Mikhail Dukas’a karşı isyan ederek imparatorluklarını ilan ettiler. Kütahya’dan İstanbul’a yürüyen Botaniates, yanında tuttuğu ve Sultan Alp Arslan’a karşı isyan ettiği için sultandan kaçarak Bizans’a sığınmış Selçuklu Meliki Erbasgan’ı İznik’te bulunan Süleymanşâh’a gönderip ittifak önerisinde bulundu. Süleymanşâh, Bizans topraklarındaki durumunu güçlendirmek ve meşruiyet kazandırmak için Botaniates’in teklifini kabul etmek suretiyle onun yardımına 2.000 kişilik bir askeri kuvvet gönderdi. 8 Böylece Türk kuvvetleriyle daha da güçlenen Botaniates, 1078 yılında, Bizans tahtını ele geçirip imparator oldu. Onun bu başarısında büyük rol oynayan Selçuklu askerleri Üsküdar’da deniz kıyısında kurdukları çadırlarda konaklamaktaydılar. Yeni imparator çok geçmeden bu Türk kuvvetlerini Rumeli topraklarında hâlâ taht iddiasında bulunan Bryennios’a karşı da gönderdi. Öte yandan Bizans’ın bu karışık durumundan faydalanan Süleymanşâh, İznik’te kurduğu devletinin sınırlarını Marmara-Karadeniz ve Akdeniz yönlerinde genişleterek kısa zamanda Bursa ve yörelerinden başka, Kocaeli Yarımadası’nı ele geçirerek 9 Üsküdar ve Kadıköy’e doğru ilerledi. Hatta Üsküdar’da Harem-Salacak civarında oluşturduğu gümrük daireleri ile boğazdan gelip geçen gemilerden vergi almaya başladı. Süleymanşâh’ın Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurması ve başarılı fetihlerde bulunması sonucu 1080 yılında Azerbaycan’dan kalabalık Türk kitleleri, Anadolu’ya âdeta bir sel gibi akmaya başladı. Böylece bu topraklarda Türk nüfusu hızla çoğaldı. Ayrıca Bizans’ta bitip tükenmek bilmeyen siyasî ve ekonomik buhranların meydana getirdiği huzursuzluklar sebebiyle, Ermeni, Süryani, Gürcü vb. gibi çeşitli ırklardan oluşan yerli halklar Süleymanşâh’ın yönetimini benimsedikleri gibi büyük arazi sahiplerinin hizmetinde çalışan ve tutsak muamelesi gören köylü sınıfı da uyguladığı mîri toprak rejimi nedeniyle, Selçuklu yönetiminde hürriyetlerini elde ettiler ve toprak sahibi oldular.10 Yeni bir devlet kurmaya çalışan Kutalmışoğulları’nın büyük Türkmen kitlelerine dayanarak, Anadolu’da süratle nüfuzlarını arttırmaları ve güç kazanmaları, merkeziyetçi bir politika izleyen Sultan Melikşâh’ı tedirgin ettiği için Anadolu’yu ve Kutalmışoğulları’nı itâate almak için gönderdiği Emir Porsuk idaresindeki Büyük Selçuklu ordusu muhtemelen 1078 yılında İznik önlerine geldi. Her iki taraf arasında meydana gelen çarpışmalar neticesinde Kutalmış’ın büyük oğlu Mânsur öldürüldü; ancak Büyük Selçuklu Emîrî Porsuk bunun dışında başka önemli bir sonuç elde edemeyerek geri dönmek zorunda kaldı. Büyük Selçukluların bu başarısızlığında Kutalmışoğulları ile arasında ittifak ilişkisi bulunan Bizans’ın yardımının da etkisi olduğu anlaşılıyor. 11 Böylece Süleymanşâh, Emir Porsuk’a karşı Bizans imparatoru ile ittifak halinde bulunarak onu başarısızlığa uğrattı ve bu sayede Büyük Selçuklulara karşı Anadolu’daki durumunu korudu. Bizans Devleti tahtı üzerindeki mücadeleler durmak bilmiyordu. Bu durumda en çok henüz devletlerini yeni kurmuş olan Türkiye Selçukluları’nın işine geliyordu. Nitekim İmparator Botaniates’i tanımayan Nikephoros Melissenos, Süleymanşâh ile işbirliği yaparak Denizli ve Ankara taraflarındaki kent ve kaleleri Türkiye Selçuklu Devleti’ne verdi. İmparator Botaniates, Süleymanşâh’ın bu tutumuna karşılık hemen gönderdiği Bizans kuvvetleri ile Türkiye Selçuklu başkenti İznik’i kuşattı ise de Eskişehir taraflarında Melissenos’la birlikte olan Süleymanşâh’ın vakit kaybetmeden harekete geçmesi sonucu kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı. Nikephoros Melissenos beraberinde Selçuklu kuvvetleri olduğu halde Kadıköy’e kadar ilerlediyse de ondan daha çabuk davranan Aleksios Komnenos Bizans tahtını ele geçirerek imparatorluğunu ilan etti (1081).12 Drakon Suyu Antlaşması Mevcut yeni durum Selçukluların Anadolu’nun her tarafına yayılmalarına ve henüz fethedilmemiş bazı yeni yerlerin de ele geçirilmesini sağladı. Bu arada yeni imparator ile herhangi bir antlaşma ve ittifakta bulunmayan Süleymanşâh, beraberindeki Selçuklu kuvvetleri ile kısa zamanda İstanbul Boğazı’na kadar Anadolu yakasında kalan toprakları ele geçirdi. Artık Bizans Devleti ile Selçuklu Türkleri arasında boğazın suları sınır olmuştu. Selçuklular birazcık çabalasalar gemi tedarik edip Avrupa yakasına da geçebilirlerdi. Hatta İstanbul’u bile alabilirlerdi. İmparator Aleksios’un kızı Anna Komnenos’un tuttuğu kayıtlardan anlaşıldığı üzere Süleymanşâh İstanbul’un karşı kıyısında yani Harem-Salacak- Üsküdar sahilinde oluşturduğu karakollar ve gümrük daireleri ile boğazdan gelip geçen gemilerden vergi almaya bile başlamıştı. İmparator Aleksios, birkaç gece baskını ile Türkleri boğazdan uzaklaştırmaya çalıştıysa da bunu başaramadı. Tam da bu sıralarda Bizans’ın başı Balkanları istilaya kalkan Normanlarla dertte idi. İmparator için Balkan cephesi daha fazla aciliyet kazandığından Süleymanşâh ile antlaşma yoluna gitti. İki taraf arasında yapılan diplomatik temaslar sonucunda 1081 yılı Haziran’ında Drakon Suyu Antlaşması yapıldı. Bu antlaşmaya göre Selçuklular Drakon adı verilen bir dereye kadar Bizans ile olan sınırlarını geriye çekeceklerdi. Drakon, bazı tarihçi ve coğrafyacılara göre, bugünkü Maltepe’deki Dragos Tepesi’nin bulunduğu yerdir, kimilerine göre de Kocaeli sınırları içindeki Kırkgeçit Deresi’dir. Drakon Suyu Antlaşması Bizans’ın Türkiye Selçuklu Devleti’ni ve onun başındaki Sultan Süleymanşşâh’ın saltanatının tanınması bakımından ve her iki devletin 1081 yılındaki sınırının belirlenmesi bakımından önemlidir. Süleymanşâh bu antlaşma uyarınca İmparator Aleksios’dan yüklü miktarda para (kaynak hediye olarak tanımlıyor) almış ve her iki tarafta birbirine askerî yardım sözü vermiştir. Nitekim Süleymanşâh’ın Yağmur adlı bir beyin idaresinde gönderdiği yardımcı kuvvetler Aleksios’un, Normanların meşhur lideri Bohemund’a karşı verdiği mücadelede önemli rol oynamıştır. Süleymanşâh, İznik ve İzmit şehirlerini fethederek bu bölgelerde hüküm sürmeye başladı ve böylece her taraf Türklerle dolmuş oldu. Bu gelişmelerden haberdar olan Abbasi Halifesi ona sancak ve diğer hâkimiyet alametleri göndererek onu sultan ilan etti. Süleymanşâh’ın kumandanlarından Karategin Bey de Çankırı, Kastamonu ve Sinop şehirlerini fethetmişti. Bugün Çankırı’da medfun bulunmaktadır. Süleymanşâh’ın Kilikya Seferi Süleymanşâh, Bizans İmparatoru Aleksios ile 1081 yılında yaptığı Drakon Suyu Antlaşması’nın ardından dikkatini güneye yöneltti. Burada önce Ermenilerle sonra da Büyük Selçuklularla mücadeleye girdi. Bizans Devleti XI. yüzyılın başlarından itibaren Doğu Anadolu’yu işgal ederek buradaki küçük Ermeni krallıklarını kaldırıp Sivas ve Kayseri bölgelerinde iskân ettirmişlerdi. Selçuklu akınları ve fetihleri de Ermeni halkının biraz daha batıya doğru kaymasına neden oldu. Yani Ermeniler Fırat kıyılarında, Toroslar’da, Kilikya’da, Malatya, Maraş ve Urfa gibi bölge ve şehirlerde yoğunlaştılar. Bizans’ın Ermenileri göçe zorlaması ve daha önemlisi Ortodoksluk mezhebine girmeleri konusunda baskı ve işkenceler yapmaları Ermenileri Rumlara karşı düşman bir hâle getirmişti. Anadolu’nun savunmasına karışmayan Ermeniler, zaman zaman Türkleri bir kurtarıcı olarak karşılayıp, Bizans Devleti’ne karşı milli ve dini nefretlerini sürdürmüşlerdi. Bilindiği gibi Malazgirt Savaşı’nda da Selçuklular karşısında savaşmayarak toptan savaş meydanını terk ederek Bizans ordusunu ve imparatorunu kaderiyle baş başa bırakmışlardı. İşte Bizans’ın çöküşünden ve Türklerin Bizans Devleti karşısında elde ettiği başarılardan yararlanan Ermeniler Fırat bölgesinde tutunarak bir takım prenslikler kurmuşlar ve bu şekilde Türkiye Selçukluları’nın Doğu’da ve Güney’de Türk-İslam ülkeleri ile bağlantılarını kesecek bir durum oluşturmuşlardı. Türklere karşı Malatya-Antakya hattının savunması ile görevlendirilen Ermeni vali Philaretos, Malazgirt Savaşı’nda ciddi bir mücadelede bulunmayarak Romanos Diogenes’e ihanet etmiş ve savaştan sonra da Romanus’un yerine Mikhail Dukas’ın imparatorluğunu tanımayıp bağımsız hareket etmeye başlamıştı. Mikhail’in büyük karışıklıklar içinde geçen hükümdarlığı sırasında Türklerin Anadolu’daki faaliyetlerinden de faydalanan Philaretos, Kilikya bölgesinin en önemli şehirleri olan Tarsus, Mamistra ve Anazarba (Anazarva)’yı eline geçirdiği gibi onun kumandanlarından biri de 1077 yılında Urfa’yı (Edessa / Ruha) Bizanslıların elinden aldı. 1078 yılında Antakya halkı, kendilerini Türklere karşı korur ümidiyle onu buraya davet edip hâkimiyeti altına girdiler. Bu sayede Philaretos’un egemenlik sahası Toroslar’dan Urfa’ya kadar uzanan oldukça geniş bir alanı içine almaktaydı. Philaretos, Bizans’ın başına Aleksios’un geçmesi üzerine ona bağlılık arz ederken tedbirli davranarak Haleb’in Müslüman hâkimi Şerefü’d-devle Müslim’e haraç ödemek suretiyle Müslümanları idare etmeye çalışıyor ve aynı zamanda Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah ile de iyi ilişkiler kurmaya çabalıyordu. Philaretos, Süleymanşâh ve devletinden gelebilecek tehlikelere karşı da Sultan Melikşâh’a daha yakın duruyordu. Türkiye Selçuklu Devleti’nin doğusunda kurulan Ermeni Prensliği’nin, Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Melikşah’ın desteğini kazanması ve Büyük Selçuklu Devleti tahtında oturan Mikailoğulları ile ailevî bir hesabı olan Süleymanşâh Bizans ile arasında yaptığı Drakon Suyu Antlaşması sonrasında bu bölgeye sefere çıkmayı uygun buldu. Süleymanşâh 1082 yılında Kilikya (Çukurova) bölgesindeki tarihi Tarsus şehrini fethetti. Süleymanşâh’ın Tarsus’u fethettikten sonra Trablusşam’ın Şiî hâkimi Kadı İbn Ammar’a elçi gtönderip kendisinden yeni fethedilen bu şehir için kadı ve hatip talep etmesi Büyük Selçuklular ile ailevi ve siyasi rekabet sebebiyle Abbasiler yerine Şiî Fatımîler’i tanıdığını ortaya koymaktadır.1083 yılında ise aynı bölgede olup Ermenilere ait Adana, Misis (Mamistra, Masisa), Anazarba (Dilekkaya) ve Kilikya’daki diğer şehir ve kasabaları fethetti. Süleymanşâh, Kilikya seferini tamamladıktan sonra İznik’e döndü. Süleymanşâh’ın Antakya’yı Fethi ve Ölümü 1084 yılı içinde Philaretos’un Urfa’da kumandan olarak bıraktığı oğlu Barsam (Barsama) ile arası açılmıştı. Bu yüzden babası tarafından tutuklanan Barsam, Antakya kalesine hapsedildi. Fakat Barsam, babasının Urfa’da bulunduğu sırada Antakya Kalesi’nin Müslüman şahnesi İsmâil ile babası aleyhine bir ittifak kurup hapisten çıktı; İznik’e giderek Süleymanşâh ile görüştü Antakya’yı ona teslim etmek istediğini bildirdi. Süleymanşâh en kıymetli kumandanlarından Ebû’l-Kâsım’ı İznik’te yerine vekil bırakırken, Anadolu’nun Selçuklulara tâbi olan bölgelerine ayrı ayrı valiler gönderdi. Sonra da Antakya’ya doğru hareket etti. Bu arada Dânişmendli Emîri Gümüştekin Ahmed Gazi, Ermeni Gabriel’in elindeki Malatya’yı sıkıştırıyor, Türk kumandanlarından Emîr Buldacı Elbistan ve civarını fethediyordu. Görünen o ki, bu iş, Türk kumandan ve beyleri tarafından koordineli olarak yapılmıştı. Çünkü bahsi geçen bölgede Philaretos’un hâkimiyet sahası içinde yer almaktaydı. Anlaşılan Philaretos’un elindeki askeri gücün parçalanması hedeflenmişti. Süleymanşâh, hareketinin etrafta duyulmasını önlemek için geceleri yol alarak gündüzleri vadilerde gizlenmişti. Süleymanşâh, Antakya üzerine yürüdüğü anlaşılmasın diye adamlarının atlarını ters nallatmış ve böylece civardaki casusların gözetim ve denetiminden kurtulmuştu. Anonim Selçuknâme’ye göre , Süleymanşâh, askerini gemisiz olarak Fırat Nehri’nden geçirmiştir. Anna Komnene’ye göre 12 gece süren bir yürüyüşün ardından Antakya’ya varmıştır. Aksarayî ise 5 günlük yürüyüşten sonra Antakya’ya ulaştığını söyler. 12 Aralık 1084 günü şehire Müslüman şahne İsmail’in yardımıyla gizlice giren Selçuklu kuvvetleri büyük bir engelle ya da zorlukla karşılaşmadan Antakya’ya hâkim oldular. Ancak Philaretos’un bazı adamları ve onlara bağlı kuvvetler iç kaleye sığınarak Süleymanşâh’ın birliklerine karşı koydular. Bu yüzden iç kale bir aylık bir kuşatmanın ardından 12 Ocak 1085 günü Selçuklulara teslim oldu. Süleymanşâh şehiri antlaşmalı olarak ele geçirdiğinden halka gayet iyi davrandı , esirleri serbest bırakarak, askerinin evlere girmesini ve Antakya halkının kızları ile evlenmelerini yasakladı. Fethin bir sembolü ve şehrin İslâm şehri olduğunun göstergesi olması nedeniyle Büyük Mar Cassianus Kilisesi’ni camiye çevirdi ve 17 Aralık 1084 günü şehirde ilk Cuma namazı kılındı. Bizans’ın ve Ermeni yönetici Philaretos’un baskı ve zulmünden usanmış şehrin Ermeni ve Süryani halkı bu fethe çok sevindiler ve Sultan Süleymanşâh’tan izin alarak Meryem Ana ve Aziz Cercis adlı kiliseleri yaptırdılar. Süleymanşâh, Şahne İsmâil ile iç kaleyi teslim eden kumandanı görevinde bıraktı ve şehrin fethini çevrede bulunan komşu hükümdar ve beyler ile Sultan Melikşâh’a gönderdiği fetihnâmelerle bildirdi. 300 kişilik bir süvari kuvveti ile şehiri fetheden Süleymanşâh, askeri kuvvetini merkezden çağırdığı diğer birliklerle takviye ederek Ayntâb, Hârim, Dülûk, Tellbaşir, Ra’ban, İskenderun ve Süveydiye (Samandağı)’yi de fethetti. Philaretos’a gelince; Büyük Selçuklu Sultanı Melikşâh’ın huzuruna çıkarak Müslümanlığı kabul etmiş ve sultan tarafından kendisine verilen Maraş’a gelerek burada hayatını sürdürmüş ve 1090 yılından önce burada ölmüştür. Haleb emiri Şerefüddevle Müslim b. Kureyş, Antakya’nın eski hâkimi Philaretos’dan 30.000 altın tutarında vergi almaktaydı. Müslim b. Kureyş, Sülyemanşâh’a haber göndererek Philaretos’tan almakta olduğu bu cizyeyi (vergiyi) göndermesini istedi. Müslüman bir şehir ve o şehirin Müslüman hükümdarından cizye istemek İslâm hukukuna göre mümkün olacak bir şey değildi. Tabiatıyla Süleymanşâh bu teklifi reddetti. Böylece iki taraf arasında savaş kaçınılmaz bir hal aldı. Süleymanşâh ile Müslim b. Kureyş 20 Haziran 1085 (24 Safer 478 ) tarihinde Haleb ile Antakya arasında yer alan Kurzahil mevkiinde karşı karşıya geldiler. Şerefüddevle’nin beraberinde Harput (Elazığ) yakınlarında bir beylik kurmuş olan Çubuk Bey’de bulunuyordu. Aslında Çubuk Bey, Philaretos’un kurmuş olduğu devletin parçalanışı sırasında Harput şehrini ele geçirmiş sonradan bugünkü Tunceli yöresini de hâkimiyeti altına alarak kudretini artırmıştı. Kurzahil Savaşı sırasında emrindeki çok sayıda Türkmen’le birlikte Süleymanşâh’ın tarafına geçti. Bu sebeple Şerefüddevle Müslim, bozguna uğratıldı ve ileri gelen 400 adamı ile birlikte öldürüldü Süleymanşâh zaferden sonra Haleb şehrine yürüdü ve burayı kuşattı. Bu sırada Şerefüddevle’nin naşı Haleb kapısı önünde defnedildi. Süleymanşâh’ın Büyük Selçuklu Sultanı Melikşâh’a tâbi’ Haleb Emiri Şerefüddevle ile savaşıp onu öldürmesi ve sonra Haleb’i kuşatması artık Büyük Selçuklularla onu karşı karşıya getiriyordu. Haleb’de Şerefüddevle tarafından bırakılan vekil Emir Şerif Ebû Ali Hasan, bir taraftan Haleb’i Süleymanşâh’a karşı savunurken diğer taraftan da hem Sultan Melikşâh’a hem de Suriye Selçuklu Meliki Tutuş’a mektup yazarak şehri teslim almak üzere ya bizzat gelmelerini ya da şehri kurtarmak üzere güçlü bir ordu göndermelerini istedi. Süleymanşâh ise hem şehri kuşatıyor hem de Haleb etrafındaki Şeyzer, Kefertâb ve Ma’arratünnu’man ve Kınnesrin kalelerini ele geçirmişti. Tutuş da Haleb’i almak istiyordu. Bu nedenle derhal harekete geçerek Haleb’e doğru yola çıktı. Tutuş’un beraberinde Selçukluların ünlü kumandanı Artuk Bey’de bulunuyordu. Sonuçta Melik Tutuş ile Sultan Süleymanşâh 4 Haziran 1086 (18 Safer 479) günü Haleb’e üç mil uzaklıkta yer alan Aynü Seylem mevkiinde savaşa girişti. Bu savaşta Süleymanşâh’ın yanında yer alan Çubuk Bey savaş başlayınca yine taraf değiştirdi ve bu kez de Tutuş’un tarafına geçti. Mağlup olan Süleymanşâh, Tutuş’un eline geçmek istemediği için intihar etmeyi tercih etti. Başta veziri Hasan b. Tahir olmak üzere askerinin önemli bir kısmı da esir oldu. Ayrıca oğulları Kılıç Arslan ve Kulan Arslan, Melikşâh tarafından Isfahan’a götürülerek burada gözetim altında tutuldu.3Urfalı Matheos, Süleymanşâh’ın savaş sırasında Tutuş’un askerleri tarafından öldürüldüğünü söyler. Melik Tutuş zafer sonrasında savaş meydanını adamlarıyla gezerken kana bulanmış bir cesedi göstererek “Bu Süleymanşâh’ın cesedi” demiştir. Adamları onu nasıl tanıdığını sorunca “ ayaklarından tanıdım çünkü biz Selçukoğulları’nın ayakları birbirine benzer” cevabını vermişti. Melik Tutuş ayrıca Arslan Yabgu ile Mikhail’in oğulları arasındaki siyasi mücadeleye temas ederek “Biz size zulmettik, sizi kendimizden uzaklaştırdık” diyerek ağlamıştı. Süleymanşâh’ın cenazesi Haleb’te Şerefüddevle’nin yanına gömüldü. (Urfalı Mateos, 169) Süleymanşâh, 1071 yılında kazanılan Malazgirt Savaşı sonrasında Anadolu’da ilk Türk devletini kurma başarısını göstermiş olup bu yarımadadaki pek çok bölge, şehir ve kalelerin fatihi olarak Anadolu’nun bir “Türk Yurdu” haline gelmesinde ve bugünkü Türkiye’nin temellerinin atılmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu yüzdendir ki, o, “Anadolu Fatihi” ve “Gazi” unvanları ile anılmıştır. SÜLEYMANSAH'IN ÖLÜMÜ VE SAHSIYETI Antakya'nin zaptindan sonra Serefü'd-Devle'nin ortadan kaldirilmasi ve Haleb'in kusatilmasi Süleymansah'i hem Suriye Selçuklulari ile hem de Büyük Selçuklularla karsi karsiya getirdi. Süleymansah kazandigi bu zafer ile Serefü'd-Devle Müslim'in Mezopotamya ve Kuzey Suriye'yi içine alan ve yavas yavas bütün Suriye ve Filistin'e yayilma plânlarini bozmus ve dolayisiyla Suriye ve Filistin'de Selçuklu hâkimiyetinin yayilmasina zemin hazirlamistir. Serefü'd-Devle'nin Halep'te biraktigi emîr Serif Ebû Ali Hasan b. Hibetullah el-Hasimî (Ibnü'l-Huteytî) bir yandan Haleb'i savunurken bir taraftan da hem Meliksah'a hem de Tutus'a mektup yazarak sehri teslim almak üzere ya bizzat gelmelerini yahut kendilerini kurtarmak üzere büyük bir ordu göndermelerini istemisti. Süleymansah 5 Rebîülahir 478'e (31 Temmuz 1085) kadar Haleb'i kusatmaya devam etmis ve müzakereler sonunda sehrin Sultan Meliksah'in onayi alindiktan sonra teslim edilmesi kararlastirilmisti. Olaylar bu sekilde gelisirken Süleymansah Seyzer, Kefertâb ve Maarratü'n-Nu'mân kalelerini de teslim almisti. Kinnesrîn'i kusatip ele geçirdikten sonra bütün kuvvetleri ile 479 yili baslarinda (Nisan-Mayis 1086) Haleb önlerinde karargâh kurmustu ki, Suriye Selçuklu hükümdari Tutus'un harekete geçtigini haber aldi. Artuk Bey bu sirada Tutus'un yaninda bulunuyordu. Diyarbekir muhasarasinda Fahrü'd-Devle ile bozusmus ve Türkmenleri yanina alarak Suriye'ye gitmisti. Serif Ebu Ali Hasan Ibnü'l-Huteytî Beni Kilab'dan Mübarek b. Sibl'i Tutus'a gönderip sehri teslim edecegini bildirdi. Tutus bu teklifi memnuniyetle kabul edip Nisan-Mayis 1086 tarihinde Dimask'dan çikarak Haleb'e hareket etti. Süleymansah tarafindan ele geçirilen Kinnesrin kalesini kusattiktan sonra Haleb'in güneydogusunda bulunan en-Nâûra'ya yürüdü ve bu sirada kendisine Kilabogullari kabilesinden (Benî Kilab) bir miktar kuvvet daha katildi. Bu kuvvetlerle takviye edilimis olan Tutus 4 Haziran 1086 tarihinde Haleb yakinlarindaki Aynü Seylem'de Süleymansah'in kuvvetleri ile savasa tutustu. Tutus'un Haleb'i teslim almak üzere yola çiktigini ögrenen Süleymansah çok süratli hareket ettigi için askerleri düzensiz bir durumda idi ve henüz savas nizamina girmemislerdi. Savasin neticesini Artuk Bey ve Çubuk Bey'e bagli Türkmenler tayin ettiler. Bunlar bu sefer Süleymansah'tan ayrilip Tutus'un tarafina geçtiler. Maglûb olan Süleymansah Tutus'un eline esir düsmektense intihar etmeyi tercih etti (18 Safer 479/4 Haziran 1086). Tutus savas meydaninda ölüler arasinda dolasirken maiyyetindekilere kana bulanmis bir cesedi göstererek "Bu Süleymansah'in cesedi" demistir. Yanindakiler nasil teshis ettigini sorunca "ayaklarindan tanidim, çünkü biz Selçukogullarinin ayaklari birbirine benzer" cevabini vermistir. Ayrica Arslan Yabgu-Mikail ogullari arasindaki mücadeleye temas ederek "Biz size zulmettik, sizi kendimizden uzaklastirdik" demis ve üzüntülerini ifade etmistir. Süleymansah'in cenazesi Haleb'e götürülerek Serefü'd-Devle Müslim'in yanina gömüldü. Türkiye Selçuklu Devleti'nin kurucusu ve ilk hükümdari olan Süleymansah Anadolu Türkleri arasinda gazilik ünvanini almis ve efsanevî bir hüviyet kazanmistir. Ilk Osmanli kaynaklarinda Ertugrul Gazi'nin babasi olarak gösterilen Süleymansah Osmanli hanedaninin atasi sayilmis ve Urfa taraflarinda bulundugu sirada Firat nehrini geçerken bogularak ölmüs ve cesedi Caber kalesine defnedilmistir. Ortaçag Islâm tarihi kaynaklari Süleymansah'in Tutus ile yaptigi savasta öldügünü ve Haleb kapisinda defnedildigini açikca kaydettikleri halde Osmanli kaynaklari onun Firat'ta bogulup Caber kalesinde defnedilmis oldugunu söylerler. Bu hadise muhtemelen I. Kiliç Arslan'in Büyük Selçuklularla mücadelesi sirasinda Emir Çavli'ya yenilip Habur nehrinde bogulmasi hadisesiyle karistirilmistir. Osmanli veya Selçuklu Süleymansah'in Caber'deki Türk mezari hakkinda yeterli ve saglikli bilgi yoktur. Caber'de sadece Musul Atabeglerinden Imadeddin Zengi öldürülmüs, ancak onun da cesedi Rakka'da defnedilmistir. Bundan dolayi bu rivayetin tamamen bir efsaneden ibaret oldugu söylenebilir. Anadolu'nun fethi Islâm'in zuhurundan itibaren girisilmis fetihler içinde hiç süphesiz büyük bir yer isgal eder. Iran, Suriye, Misir, Kuzey Afrika, Endülüs ve Türkistan fetihleri kolaylikla gerçeklestirildigi halde Anadolu dört asri geçen bir müddet bütün Islâm akinlarina mukavemet etmis ve ancak Selçuklular tarafindan adim adim fethedilmistir. Süleymansah'in tarih sahnesinden çekilmesi, henüz kurulus safhasinda bulunan Türkiye Selçuklu Devleti'ni çok zor sartlar içinde birakmis oldu. Esasen birbirine pek bagli olmayan, muhtelif Türkmen Bey ve gruplarinin çesitli bölgelerde kurmus olduklari beylikler daha basi bos kaldilar. Anadolu'da bu sekilde kurulmus olan beyliklerin sayilari bile ma'lum degildir. Varliklari bilinen beyliklerin bazilari sunlardir: 1. Süleymansah Iznik'i emîrlerinden Ebu'l-Kasim'a birakmisti. Ebu'l-Kasim ülkeyi Süleymansah'in büyük oglu I. Kiliç Arslan dönünceye kadar idare etti. Daha sonra görecegimiz gibi, Sultan Meliksah, Antakya'ya gelip bütün güneydogu bölgesini hakimiyeti altina aldiktan sonra Urfa'ya vali tayin ettigi Bozan adindaki kumandanini Iznik üzerine göndermis, Ebu'l-Kasim da buna karsi Bizanslilarla isbirligi yapmisti. Bozan Iznik'e karsi herhangi bir basari elde edememistir. Bir rivayete göre: Ebu'l-Kasim onun dönüsünden sonra Iznik'i kardesi Ebu'l-Gazi'ye emanet ederek, bagliligini arz etmek üzere, bizzat Sultan Meliksah'in yanina gitmis, fakat ondan hiçbir ilgi görmemis ve dönüsünde yolda öldürülmüstür. 2. Danismend Gazi tarafindan kurulmus olan Danismendli Beyligi, Sivas merkez olmak üzere Tokat, Niksar ve Amasya havalisinde hüküm sürmekteydi. Çorum ve Samsun da bu beylige tabi idi. 3. Süleymansah'in Antakya üzerine hareket etmeden önce Kastamonu ve Çankiri bölgesine gönderdigi tahmin olunan Kara Tegin Bey, Sinop'u fethettikten sonra burada müstakil bir beylik kurmustu. 4. Merkezi Erzincan olan Mengücük Beyligi. Gümüshane, Divrigi ve Tunceli'nin kuzey kisimlari bu beylige tabi idi. 5. Malazgirt Savasina istirak ettigi sanilan, Ebu'l-Kasim Saltuk adindaki bir beyin kurmus oldugu Saltuklu Beyligi. Kars, Ardahan, Bayburt ve Çoruh havzasi bu beylige tabi idi. 6. Yukari Ceyhan (Elbistan ve Maras) bölgesinde Emir Buldaci tarafindan kurulan beylik. 7. Harput, Güney Tunceli, Çemisgezek ve civarinda Çubuk Bey tarafindan kurulmus olan bir beylik. 8. Izmir bölgesinde ise Çaka Bey adli bir Türk beyi tarafindan kurulmus bir beylik hüküm sürüyordu. Bu beyligin kurulusu ve ilk devirleri oldukça karanliktir. Mükrimin Halil Yinanç Anadolu'nun fethinin tamamlandigi 1085 yilinda toplam 19 beyligin hüküm sürdügünü söylemektedir. Süleymansah ile Tutus arasinda mücadele basladigi sirada Sultan Meliksah Selçuklu imparatorluguna bagli batidaki ülkeleri tamamiyle kendi itaati altina almak maksadiyla Isfahan'dan yola çikmis bulunuyordu. Serefü'd-Devle'nin ölümünü müteakip Serif Ebu Ali Hasan'in Haleb'i teslim almak üzere bizzat gelmesini taleb eden yazisi Sultan Meliksah'in batida, bagimsiz hareket eden hanedan azalarini itaate almak için, daha önce vermis oldugu karari uygulamaya koymakta acele etmesine sebep olmustur. Tutus, Süleymansah'i maglub ettikten sonra derhal Halep üzerine yürüdü. Serif Ebu Ali Hasan, Sultan Meliksah'in yaklasmakta oldugunu bildiginden sehri ona teslim etmedi. Süleymansah'in naasini Halep kapisi önüne Serefü'd-Devle'nin mezari yanina defnettiren Tutus, sehri siddetle muhasaraya basladi ve 12 Temmuz 1086'da ele geçirdi. Ancak Serefü'd-Devle'nin Selim b. Malik adli bir amcazadesi tarafindan müdafaa olunan iç kale alinamadi. Iç kalenin muhasarasi devam ederken, Sultan Meliksah'in yaklasmakta oldugunu haber alan Tutus, Dimask'a çekilmeye mecbur oldu. Meliksah yaninda büyük kumandanlarindan Porsuk, Bozan ve Aksungur oldugu halde yaklasmakta idi. Önce Musul'a giden büyük Sultan, Emîr Bozan'i büyük bir birligin basinda Urfa üzerine yolladi. Urfa'da bu sirada Philaretos'un oglu Barsam'in hakim oldugu anlasilmaktadir. Onun mukavemeti uzarken, Sultan Meliksah, Firat kenarindaki Caber kalesi ve Menbic'i zaptettikten sonra, 1086 yili Aralik ayinda Haleb'e girdi. Iç kaleyi Tutus'a karsi müdafaa etmis olan Salim b. Malik'i Caber kalesine gönderip, Emir Aksungur'u Halep valiligine tayin etti. Daha önce Süleymansah tarafindan alinmis oldugunu gördügümüz Seyzer ve Kefertâb kaleleri de Sultan Meliksah'a teslim edildi. Emir Bozan 3-4 aylik bir kusatmadan sonra 28 Subat 1087'de Urfa'yi almaya muvaffak oldu. Meliksah Bozan'in valiligini tasdik ettikten sonra Antakya'ya hareket etti. Süleymansah'in veziri Hasan b. Tahir es-Sehristanî'nin idaresinde bulunan Antakya'yi teslim alarak, Yagisiyan adli bir Türk beyini buraya vali tayin etti. Süveydiye'ye (Samandagi) kadar gelen Sultan Meliksah, burada Akdeniz'i seyretttikten ve kilicini Akdeniz sularina daldirdiktan sonra çok genis topraklara sahip oldugu için Allah'a sükrederek Haleb'e hareket etmis, buradan da hilafet merkezi Bagdat'a gitmistir (13 Mart 1087). Kaynak: Osmanli tarihi EBÛ'L- KÂSIM DÖNEMİ Süleymanşâh'ın ölümünden sonra, özellikle Anadolu'nun bazı kesiminde, Marmara Denizi ve Adalar Denizi bölgesinde vuku bulan olaylar hakkında hemen hemen bütün bilgimizi Bizans tarihçisi Anna Komnena'ya borçlu bulunmaktayız. Onun eseri bilhassa kronolojik bakımdan çok karışık olmasına rağmen, Türkiye tarihinin aşağı-yukarı kırk yıllık bir kısmı (1080-1118 ) için tek kaynak olmak vasfını taşımaktadır. Süleymanşâh 1084 yılı Aralık ayı içinde Antakya'yı feth için yola çıkarken İznik ve civarını Ebû’l-Kâsım adında bir Türk beyine bırakmıştı. Antakya’nın zabtı sırasında Karategin adında bir Türk beyi Karadeniz kıyısında Sinob'u zabtetti (1085 başı). Burada bulunan altın ile büyükçe bir imparatorluk hazinesi bu Türk beyinin eline geçti. Ancak Süleymanşâh'ın Tutuş karşısında mağlub olarak intihar etmesinden sonra bu durumdan istifade eden imparator Aleksios'un Türkler'in eline geçmiş olan Karadeniz kenarındaki sahil şehirlerini geri almağa muvaffak olduğu anlaşılıyor, imparator Aleksios, Sultan Melikşah'ın gönderdiği Siaus (Çavuş veya belki de Siyavuş) şeklinde kayd olunan bir elçisini kandırarak kendi tarafına çekmeğe muvaffak oldu. Nitekim Sinob'a giden Siaus, Melikşah'ın mektubunu göstererek Karategin'i Sinop'u terk etmeğe ve ele geçirdiği hazineleri de İmparatorun adamlarına bırakmağa kandırdı. Böylece Sinop tekrar Bizans'a teslim olundu. Ancak durum her tarafta aynı değildi. Süleyman-şah'ın ölüm haberi, onun çeşitli bölgelere tayin etmiş olduğu Türk beylerinin bağımsız hareket etmelerine sebeb oldu. Bunlardan devletin merkezi olan İznik'i elinde bulundurduğu için en nüfuzlusu olan Ebû’l-Kâsım rivayete göre kendisini sultan ilan ettiği gibi, kardeşi Ebu'l-Gazi'ye de Kapadokya emirliğini bıraktı. Becerikli ve gayet hırslı bir kimse olan Ebû’l-Kâsım bundan sonra Marmara sahillerine akınlar yaparak bütün Bithynia'yı yağmalamaya başladı, imparator Aleksios bunun üzerine evvelce Süleymanşâh'a uygulamış olduğu taktiğe müracaat ederek Türk akıncılarını sahilden geri sürdü ve Ebû’l-Kâsım'ı barış istemeğe zorladı. Ancak Ebû’l-Kâsım anlaşma görüşmelerini devamlı olarak uzatmakta olduğundan imparator nihayet İznik üzerine bir kuvvet göndermeğe mecbur kaldı. Bu kuvvetin başına Türk asıllı Tatikios (Tetik ?)'u geçirmişti. Ayrıca Sultan Melikşah'ın da İznik'i itaat altına almak üzere Emir Porsuk kumandasında 50 bin kişilik bir kuvvet gönderdiği öğrenildi. Fakat Tatikios böyle bir kuvvetle başa çıkamayacağını düşünerek neticede İstanbul'a çekilmek zorunda kaldı. Ebû’l-Kâsım'ın bundan sonra da rahat durmadığı anlaşılıyor. Herhalde Porsuk, kuvvetleriyle henüz uzakta bulunuyor veyahut Ebû’l-Kâsım onun gelişini başka bir şekilde yorumluyordu. Ebû’l-Kâsım'ın bu kez de Marmara Denizi'nin güney sahilini ele geçirmek istediği görülüyor. Nitekim o küçük bir donanma kurmayı tasarladı ve bu maksadla sahilde bulunan Kios (Gemlik) şehrini zabt ederek burada gemiler yaptırmağa başladı. Ancak Aleksios, bunun imparatorluk için yarattığı tehlikeyi kavrayarak derhal faaliyete geçti. Bütün donanmasını Manuel Butumites emrine vererek Ebû'l-Kâsım’ın donanmasını yakmakla görevlendirdi, karadan da büyükçe bir kuvvetle Tatikios Türkler'in üzerine sevk olundu. Her iki kuvvetin de üzerine gönderilmesinden endişelenen Ebû’l-Kâsım üstün Bizans donanmasına karşı koyamayacağını düşünerek Kios'dan geri çekildi. M. Butumites süratle gelerek Ebû’l-Kâsım’ın herhalde henüz kızakta bulunan gemilerini yaktı. Pek az sonra da Tatikios kara yolundan yetişerek mevzi aldı. Ebû’l-Kâsım'ın çekildiği Halykat veya Kyparisson mevkiinde Bizanslılar ile Türkler arasında onbeş gün süreyle ufak tefek çarpışmalardan başka büyükçe bir savaş yapılmadı. Neticede Tatikios savaşa karar vermek zorunda kaldı. Savaş bir kısım Türk askerinin ölmesi, esir edilmesi, daha çoğunun ise bütün eşya ve teçhizatını bırakarak kaçması ile neticelendi. Ebû’l-Kâsım güçlükle İznik’e ulaşabildi. Bütün bu olayların oluş şekli ve tarihi hakkında kesin bilgilere sahib değiliz. Ancak Bizans'daki başka olaylara bakarak Emir Porsuk'un gelişinin 1090 yılı sonlarında olması çok muhtemeldir. Şu halde 1090 yılı ortalarında Ebû’l-Kâsım Kios'da mağlub olduktan sonra İznik'e çekilmişti. Ancak Emir Porsuk'un Anadolu içinde bağımsız davranan muhtelif Türk beylerini itaata aldıktan sonra İznik'e yaklaşmakta olduğu bu sıralarda Aleksios, Ebû’l-Kâsım'a haber göndererek onu İstanbul'a davet etti. Bizans İmparatoru anlaşıldığına göre İznik hâkimi Ebû’lKâsım'a Porsuk'a karşı bir ittifak teklif ve bu münasebetle onu İstanbul'a davet etmişti. O bu arada bir taraftan da Türkler'in elinde bulunan İzmit'i ele geçirmek istiyordu. Ebû’l-Kâsım İstanbul'da gayet iyi karşılandı, hemen her gün kendisine ziyafetler veriliyor, hipodromda şerefine at ve araba yarışları tertib olunuyor ve İstanbul'da ikamet müddeti birçok neden ile uzatılmağa çalışılıyordu. İki taraf arasında barış ve ittifak görüşmeleri yapıldığı esnada, imparator Aleksios donanma kumandanı Eustathios Kymineianus'u yapı malzemesi, mimarlar ve işçileri yüklediği gemileriyle İzmit'e yolladı. Bunlar İzmit müstahkem mevkiini kontrol altına alacak yeni bir kale inşa etmekle görevlendirilmişlerdi. Kalenin inşası bittikten sonra Aleksios, Ebû’l-Kâsım'a pek çok hediyeler ve bir de "Sebastos" unvanı vererek onu İznik'e uğurladı. Ebû’l-Kâsım olan biteni öğrendiği zaman kadere boyun eğmek zorunda kaldı. Çünkü bu sırada Emîr Porsuk artık İznik önünde görünmüştü ve Ebû’l-Kâsım İmparatorun yardımına muhtaçtı. Emîr Porsuk İznik'i üç ay muhasara etti. İmpatarator’un hareket şekline ve hilekârlığına çok içerlemiş bulunan Ebû’l-Kâsım bu müddet içinde kendi imkânları ile Porsuk'un kuvvetlerine karşı İznik'i korudu. Ancak sonunda yardım istemek için İmparator'a başvurmak zorunda kaldı. Bizans imparatoru bu sırada Peçenekler’e karşı büyük bir ölümkalım mücadelesi içinde idi. Onun bu cepheden ayıracak kuvveti yoktu, buna rağmen Ebû’l- Kâsım'a yardım zorunluluğunu hissetti. Çünkü İznik Porsuk'un eline geçecek olursa burasını Büyük Selçuklu imparatorluğundan kurtarıp almak elbette hemen hemen imkânsız bir şey olacaktı. Bunun için o yeniden bir hileye başvurdu. O pek küçük bir kuvveti bunlara imparatorluk sancakları, imparatorun önünde taşınması alışılmış olan süslü alametleri vermek suretiyle Ebû’l-Kâsım'a yolladı. Bu yardım yoluyla Porsuk'u geri çekilmeğe zorlamayı ve imkân hâsıl olursa İznik'i kendi adına zabt etmeği umuyordu. Bu küçük Bizans kuvveti muhtemelen deniz yönünden şehre girdi, imparator gayesinin ilkine kolaylıkla ulaştı. Bizanslılar surlar üzerine çıkıp imparatorluk sancaklarını ve imparatorun alâmetlerini göstererek savaş naraları atmağa başlayınca; Porsuk, İmparator'un bizzat geldiği düşüncesiyle kuşatmayı kaldırmayı uygun buldu. İznik bu suretle kuşatmadan kurtulunca, yardıma gelen kuvvetler, sayılarının pek az oluşu ve Ebû’l-Kâsım’ın henüz tamamiyle kuvvetten düşmemiş olması nedeniyle, İmparator'un planının ikinci safhasını gerçekleştiremeyeceklerini anlayıp geri dönmeyi tercih ettiler. Emîr Porsuk'un başarısızlığı üzerine Büyük Sultan Melikşâh'ın İznik'in zabtından vazgeçmediğini ve buraya kıymetli kumandanlarından Urfa emîri Bozan'ı gönderdiğini görüyoruz. Anna Komnena bu münasebetle Melikşâh'ın kendisiyle ittifak etmek üzere, İmparator'a yeniden müracaat ettiğini kaydediyor. Neticede imparator Aleksios da Selçuklu Sultanı'nın yanına bir elçi heyeti göndermiş, fakat bunlara verdiği talimatta müzakereleri uzatarak Melikşah'ı oyalamalarını tenbihlemişti. Ancak bu heyet daha yolda iken Melikşâh'ın ölüm haberini almış ve geri dönmüştü. Sultan Melikşâh'ın 19 Kasım 1092’de öldüğü bilindiğine göre, Bizans elçi heyetinin buna yakın bir tarihte yola çıkağı kabul olunabilir. Bu durumda Bozan'ın İznik önüne gelişini de aynı yılın (1093) ortalarına ve hattâ ikinci yarısına koymak herhalde hatalı olmayacaktır. Öte taraftan Emîr Bozan, İznik önüne geldi, şehri hücumla zabt etmek için birbiri arkasına yaptığı teşebbüsler, Ebû’l-Kâsım'ın şiddetli müdafaası ve imparatordan istediği yardımı elde etmesi sayesinde bir türlü netice vermedi, imparator bu sırada Peçenekler’i Kumanlar’ın yardımı ile imha etmiş olduğu için biraz olsun ferahlamış bulunuyordu. Bizans Levunion galibiyetinden (Nisan 1091) sonra sadece İzmir hâkimi Çaka (Çakan) Bey'le uğraşmak zorundaydı. Bozan bu şekilde İznik'i zabt edemeyeceğini anlayınca muhasarayı kaldırarak karargâhını Lopadion (Ulubat) yanında bulunan Lampe ırmağı kenarına nakletti. SULTAN I. KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ (1093-1107) Türk tarihinin büyük kahramanlarından biri de I. Kılıçarslan’dır. Kılıçarslan Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın kurucularından olup; Haçlı ordularına karşı Anadolu’yu ve hatta bütün İslam alemini müdafaa eden bir Türk hükümdarıdır. Vatan topraklarının nasıl müdafaa edilmesi lazım geldiğini, bu uğurda yaptığı kanlı mücadelelerle bütün insanlığa ispat etmişti. Kılıçarslan olmamış olsaydı, belki bugün Anadolu’da bir Türk hakimiyeti yerine bir Latin devleti mevcut bulunacaktı. Anadolu kıtası; 26 Ağustos 1071 yılında Alpaslan’ın Bizanslılarla yaptığı Malazgirt Meydan Savaşı ile fethedilmişti. Bu fetih üzerine Horasan ellerinde bulunan birçok Oğuz Türkmen oymakları, Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleşmişlerdi. Anadolu’nun kuzey bölgesinde Oğuzların Bozok kabileleri, güney bölgesinde de Üçok kabileleri yurt tutmuştu. Büyük kütleler ise Orta Anadolu’yu doldurmuştu. Bunların çoğu Kınık kabileleri idi. İlk etapta Anadolu’ya bir milyon Türkmen gelmişti. Bunların bir kısmı hayvan sürülerine sahip olduklarından Yörük kaldılar. Bir kısmı da toprağa yerleşerek çiftçi oldular. Ancak, Anadolu’nun Marmara kıyıları henüz Bizanslıların elinde bulunuyordu. Marmara havzasının fetihlerine Kutulmuş oğlu Süleyman ile kardeşi Mansur gönderilmişti. Bu iki kardeş, Anadolu’nun fetih olunmamış kısımlarını Türk topraklarına katarak Anadolu Selçuklu Sultanlığı devletini kurdular. Fakat bu iki kardeş birbiriyle uğraşmaya başladılar. Bunun üzerine büyük Selçuklu Hakanı Melikşah, Mansur’un üzerine Porsuk Bey ve kuvvetlerini gönderdi. 1077 tarihinde Mansur mağlup edilerek öldürüldü. Melik Şah, Anadolu’nun idaresini Sultan unvanıyla Kutulmuş oğlu Süleyman’a bıraktı. İşte, bu şekilde Anadolu Selçuklu Sultanlığını kuran Aslan’ın torunu Kutulmuş oğlu Süleyman oldu. Anadolu’da bu devlet 1077 yılında kuruldu. Anadolu Selçuklularından on yedi hükümdar gelmişti. Kutulmuşoğlu, Konya şehrini merkez yaparak Bizanslılarla savaşlara girişti. İznik şehrini fethettikten sonra burayı merkez yaptı. Bir müddet sonra Antakya’yı da fethetti. O zaman Melikşah’ın kardeşi Tutuş ile harbe girişerek yenildi. Bu olay onu olumsuz olarak çok etkiledi ve sonunda intihar etti. Kutulmuşoğlu Süleyman’ın ölümü ile Anadolu’da karışıklıklar baş gösterdi. Beyler her tarafta bağımsızlıklarını ilan ettiler. Süleyman’ın oğlu Kılıçarslan, Büyük Selçuklu İmparatoru tarafından hapse atılmıştı. Anadolu’nun karışıklığını ancak Kılıçarslan düzene koyabilirdi. Dört yıl sonra Kılıçarslan, Melikşah tarafından Konya’ya gönderildi. Kılıçarslan babası zamanından kalan büyük kumandanları başına topladı. İznik şehrini tekrar zapt ederek burayı kendisine merkez yaptı. Bundan sonra bağımsızlık hevesinde bulunan bütün beyleri ortadan kaldırdı. Bu suretle babasının elde ettiği bütün toprakları tekrar ele geçirdi. Bir donanma yaparak Çanakkale Boğazı önlerindeki adaları birer birer fethetti. Kılıçarslan çok yiğit, aynı zamanda pek cesur bir hükümdardı. Anadolu’nun birliğini kurmaya muvaffak oldu. Bu sebeple şöhret ve namı her tarafa yayıldı. Kılıçarslan’ın en büyük amacı Bizanslıların elinden İstanbul’u almaktı. Bu amacına ulaşmak için Marmara kıyılarında bir tersane kurup çok sayıda harp gemileri yaptırdı. Türklerin bu hazırlığını gören Bizanslılar telaşa düştüler. O zamanlar Bizans tahtında Yedinci Mihal Dükas bulunuyordu. Türklerin kara ve deniz kuvvetleriyle başa çıkamayacağını anlayınca, Roma’da oturan Papa Yedinci Greguvar’a elçiler gönderdi. Papaya, batı devletlerinin yardımına muhtaç olduğunu bildirdi. Eğer bu yardım gelmezse, İstanbul Türklerin eline geçecek ve Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karışacaktı. Papa, Ortodoksların Katolik kilisesine müracaatını kendi menfaatine uygun buldu. İleride bu iki kilisenin birleşeceğini düşündü. Bu sebeple Batı Avrupa devletlerinden 40,000 kişilik bir ordu toplanılarak İstanbul’a gönderilmesi için çok çalıştı. Fakat muvaffak olamadı. Bizans’ı korku sardığı sıralarda, Kılıçarslan durmadan donanma yaptırıyor; bir an önce İstanbul’u Türk topraklarına katmayı arzu ediyordu. O devirde Avrupa’da dinî taassup çok şiddetli idi. Papazların halk üzerinde büyük tesirleri vardı. Bütün papazlar, Hazret-i İsa’nın doğduğu mukaddes Kudüs şehrini Müslümanların elinden kurtarmak için halkı haçlı seferine teşvik ediyorlardı. Bilhassa Fransa’da kurulmuş olan Kloni tarikatının halk üzerinde etkisi büyüktü. 1095 tarihinde Fransa’nın Klermon şehrinde Papa İkinci Urban, ruhani bir meclis topladı. Bu meclise on dört başpiskopos, iki yüz elli piskopos, dört yüzden fazla papaz katıldı. Ayrıca birçok da şövalye bulundu. Bu ruhanî meclis, Kudüs’ün Müslümanlardan alınmasına karar verdi. Bu işe ön ayak olan Piyer Lermit adında bir papazdı. Buna Yoksul Gotye adında bir şövalye de katıldı. Bunların teşvikiyle Avrupa’da büyük bir haçlı ordusu hazırlandı. Bu sel Anadolu’ya akmak üzere idi. Bu seli Kılıçarslan nasıl durdurabilecekti? Haçlı ordusunun sayısı altı yüz bin kişi idi. Haçlı ordusu muhtelif Hıristiyan milletlerinden kurulmuş olup, içinde ihtiyarlar, gençler ve kadınlar da bulunuyordu. Hepsi göğüslerine birer kırmızı Haç takmışlardı. Bu haçlı ordusunun önünde eski Cermen efsanelerinde mukaddes sayılan bir Keçi ile bir de Kaz bulunuyordu. Bu insan seli Batı Avrupa’dan yaya olarak Bizans’a geldi. Bizans imparatoru bu kalabalıktan ürkerek bunların hepsini Anadolu yakasına geçirtti. Kılıçarslan, Anadolu’ya çıkan bu korkunç afet karşısında soğukkanlılığını muhafaza etti. Neye mal olursa olsun, bu müstevli kuvvetlere karşı Türkün öz yurdu olan Anadolu’yu müdafaa etmeğe ant içti. Kılıçarslan, bu büyük kuvvetlere karşı bir gerilla harbi yapmaya karar verdi. Türk kuvvetlerini muhtelif çetelere ayırdı. Şehirlerde bulunan halkı dağlara ve yaylalara çıkarttı. Ambarlarda ne kadar zahire varsa yaktı ve suları da zehirletti. Selçuk askerleri baskın halinde grup grup haçlıların üzerine atılarak ilk çıkan kafileyi bir anda imha etti. Fakat arkadan daha büyük kuvvetler Anadolu’ya çıktılar. Kılıçarslan o büyük kuvvetleri de Eskişehir ovasında yıprattı. Bundan sonra kuvvetleriyle Çorum’a çekildi. Bu durum karşısında bütün Anadolu Türkleri topyekün silaha sarıldı. Saadetini yıkanlarla kanlı mücadelelere girişti. Bu tarihte eşine az rastlanır bir vatan müdafaası idi. Askeri kıtalar her tarafta bir şimşek gibi çakıyorlar; düşmanın yurt tutmasına imkan bırakmıyorlardı. Anadolu şehir ve kasabalarında büyük bir yangın vardı. Bu kıyametin içine girenler de şaşırıp kaldılar. Bunlar nasıl bir millet! Vatanlarını canla başla ne şekilde müdafaa ettiklerini görüp öğrendiler. Nihayet haçlılar kırıla kırıla bir geçit bularak Kudüs’e gidip bir Latin Krallığı kurdular. Fakat güzel Anadolu’da yerleşemediler. Çünkü buranın bekçileri yüksek vatansever ve kahraman Türklerdi. Kumandanları da Kılıçarslan gibi cesur bir yiğitti. Türkler bu şekilde Anadolu için kan döktüler. Bu sebeple Anadolu toprakları Türkün kanıyla yoğrulmuş bir ana vatandır. Kılıçarslan’ın haçlılara karşı kazandığı zaferler onun adını Türk tarihinde ebediyen yaşatmaya kafi gelmiştir. Onun hayatı büyük destandır. Tarih onun (Ebulgazi) unvanını vermişti. Bu kanlı mücadeleden muzaffer çıkan Kılıçarslan sarayında eşi Sevindik Hatun ve çocukları Şehinşah ve Mesut adlı iki oğlu ve Aydın adındaki kızı ile mesut ve tatlı günler yaşadı. Fakat Kılıçarslan, Suriye’de yaptığı bir savaştan dönerken 1106 tarihinde Fırat Nehri’ne düşerek boğuldu. SULTAN I.KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ(1093-1107) İznik’e Gelişi ve Tahta Oturması Babası Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusu olan Süleymanşah b. Kutalmış b. Arslan b.Selçuk, Suriye seferine giderken Kılıç Arslan’ı, kardeşi Kulan Arslan (Dâvûd) ile birlikte götürmüştü. Babasının 479/1086’da Tutuş’la yaptığı Aynü Seylem’deki savaşta ölümü sonrası vezir Hasan b. Tahir, kardeşi ve annesiyle birlikte Kılıç Arslan’ı Antakya’ya götürmüşse de Sultan Melikşah 1087 ilkbaharında çıktığı Suriye seferinde Antakya’ya gelip onları ailevî rekabetin birer takipçisi olabilir düşüncesiyle Isfahan’a götürdü ve ölümüne kadar hapiste tuttu. Türkiye Selçukluları’nı bu suretle altı yıl hükümdarsız bırakan Sultan Melikşah’ın, Kasım 1092’deki ölümü, Kılıç Arslan’a kardeşiyle birlikte kaçarak Anadolu’ya dönme fırsatı verdi. Kılıç Arslan, eskiden babasına tâbi olan Orta Anadolu’dan büyükçe bir kuvvet toplayarak 1093 başlarında İznik’e geldi. Kılıç Arslan’ın Anadolu’ya gelirken yanında Yabgulu Türkmenleri’nden oluşan büyük bir ordunun bulunduğuna yönelik kayıtlar da vardır. Süleymanşah’ın İznik’ten ayrılışı ve ölümünden sonra Anadolu Türkleri başsız kalmış, zaten feodal bir yapıda olan göçebe türkmenler kendi boy beyleri idaresinde daha özgür bir konuma geçmişlerdi. Süleymanşah’ın yerinde kalan Ebû’l-Kâsım ise, Bizans imparatorluğu ile mücadeleye devam etti. Ancak Sultan Melikşah’ın ona karşı Urfa Emîri Bozan’ı göndermesi, Ebû’l-Kâsım’ı zor durumda bıraktı. Bunun üzerine o, sultana itaatini belirtmek amacıyla, yerine kardeşi Ebû’l-Gâzi’yi bırakarak Isfahan’a gitti. Ancak Melikşah, Ebu’lKâsım’ı huzuruna kabul etmedi. Hüsran içinde Anadolu’ya dönen Ebû’l-Kâsım, Bozan tarafından yakalanarak yayının kirişiyle boğduruldu . Sultan Melikşah’ın ölümü üzerine Bozan’ın Anadolu’dan ayrılması, Bizanslılar’a İznik’e hücum etme imkânı vermişti. Süleymanşah’ın oğulları İznik’e varınca Türkler onları büyük bir sevinçle karşıladılar. Ebû’l-Gâzi, sorun çıkarmadan ailenin mirâsı olan İznik’i kendilerine teslim etti. Kılıç Arslan, emîrlerinden Muhammed’i başkumandan makamına getirdi ve sultan sıfatı ile Süleymanşah’a tâbi bulunan diğer feodal Anadolu beylerinin de hükümdarı oldu. Bu sırada İzmir bölgesinde Çaka Bey; Sivas, Amasya ve Niksar’da Dânişmendli Beyliği; Ereğli, Aksaray ve civarında Hasan Bey; Erzincan ve civarında Mengücüklü Beyliği; Erzurum ve çevresinde Saltuklu Beyliği, Elbistan ve Maraş bölgesinde Emîr Buldacı; Harput ve civarında ise, Çubuk Bey gibi mahallî Türk aile ve hükümdarları, hüküm sürüyorlardı SULTAN I.KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ(1093-1107) Bizans’a Karşı İlk Mücadele ve İzmir Beyi Çaka ile İlişkileri Başlangıçta Kılıç Arslan’ın hâkimiyet alanı İznik ve çevresini kapsar görünmektedir. İzmit ve Gemlik daha Ebû’l-Kâsım zamanında kaybedilmiş, İzmit körfezi sahilleri boydan boya Bizanslılar’ın eline geçmiş durumdaydı. Kılıç Arslan bir taraftan babasının ölümünden beri dağılmış bulunan devletin birliğini kurmaya çalışırken bir taraftan da Bizans’a karşı sürdürülen mücadeleye devam etmek kararındaydı. Zira Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos (1081-1118 ) Balkanlar’daki başlıca sorunları olan Peçenekleri 1091 ilkbaharındaki Levunion savaşında, Kumanları ise, 1094 yılında yenerek Avrupa’da barışı ve hâkimiyeti tesis etmiş, böylece Asya topraklarındaki gelişmelerle ilgilenme fırsatını bulmuştu. Diğer yandan İzmir Beyi Çaka ise, İmparator Aleksios Komnenos’un Balkanlar’da sürekli savaş halinde olmasını fırsat bilerek beyliğini genişletmişti. Bizans İmparatorluğu tahtına gözünü diken Çaka, bunun için iki yönlü bir harekâtın gereğini düşünmüş ve 1091’deki Levunion yenilgisine kadar Peçeneklerle ittifak etmişti. Çaka, müttefikinin bu yenilgisine rağmen cesaretini kırmamış, İstanbul’u fethetme planında yeni ittifak arayışına girişmiş ve 1093 yılında İznik’e gelmiş olan Kılıç Arslan’a yönelmişti SULTAN I.KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ(1093-1107) Malatya Kuşatması Malatya, Rum ortodoks dinine girmiş bulunan Ermeni Gabriel’in elindeydi ve şehrin Bizanslıları sevmeyen Süryani ve Ermeni halkı, Gabriel’in zulmünden de fazlasıyla rahatsızdı. Hatta halkın adaletlerinden dolayı Türk taraftarı olmaları, Aleksios Komnenos’un bunların İstanbul’daki kiliselerini yıkmasına ve papazlarını kovmasına sebep olmuştu. Bu ortamın yanı sıra şehrin doğu İslâm dünyasına açılan stratejik bir noktada bulunması durumu da, Kılıç Arslan’ı Anadolu’da genişleme politikasını benimsemiş olan Dânişmend Gümüştegin Ahmed Gâzi’den önce şehrin fethedilmesi gerekliliğine itiyordu. Kılıç Arslan batıda imparatorlukla yaptığı barış ile emniyeti sağladıktan ve İznik’te yerine İlhan’ı bıraktıktan sonra ordusuyla Malatya üzerine yürüdü. Sultan, şehiri kuşatarak şiddetli hücumlara geçti (1095). Eski sur ve burçların yanı sıra, şehrin Gabriel tarafından kuvvetlendirilmiş olması, mancınıklarla dövülmekte olan surların uzun süre dayanmasına olanak veriyordu. Bu sebeple muhasara uzun sürmekteydi. Şehirin Süryani ve Ermeni halkı sultana teslim olmak istiyordu. Kılıç Arslan, şehirin teslimi için vezirini, Süryani patriki ile temasa geçirdi. Gabriel teklifi reddettiği gibi sultanla anlaşmaya taraftar olan Süryani patriğini de öldürttü. Böylece kuşatmanın uzaması ve şehrin savaşarak düşürülmesi gerekiyordu. Buna da az bir zaman kalmıştı ki, Haçlı ordularının Selçuklu sınırlarına girdiğine dair gelen haberler, sultanın kuşatmayı bırakıp topraklarını müdafaa için dönmesine sebep oldu (1097) Kılıç Arslan Ve Haçlılar XI. asrın son yıllarına doğru bilhassa dinî, sosyal ve iktisadî sebeplerle ortaya çıkan bu hareket, batı Avrupa’da Vatikan Kilisesi’nin önderliğinde başlatılmıştır. Din perdesi altında Pa-palık müessesesinin teşviki ile geri medeniyetli ve ilkel halk kitleleri harekete geçirilerek müslü-manlara karşı büyük bir istilâ harekâtı başlatılmıştır. Papazlar, Hz. İsa’nın doğum yeri olan Kudüs’ün ve kutsal saydıkları makamların, müslümanlar tarafından kirletildiğini, Kudüs’e giden hristiyanlara zulüm ve işkence yapıldığını öne sürerek böylesine mukaddes bir şehrin, müslü-manların elinden alınması gerektiğini ifade ediyorlardı. Hâlbuki kutsal topraklar, uzun süredir hristiyan hacı adayları tarafından ziyaret ediliyordu. Bu konuda onlara müslümanlar tarafından mâni olunmak şöyle dursun, zorluk bile çıkartılmıyor, hatta yardım ediliyordu. Filistin’de kendi-lerine ayrılmış hastaneler ve ikamet merkezleri bulabiliyorlardı İslâmın giderek Hristiyanlık aleyhine evrensel bir din haline gelmesi, Malazgirt zaferinden çok kısa bir süre sonra Anadolu, Suriye ve Filistin’in müslüman Türk hâkimiyetine geçmesi, İznik’in başkent olduğu bir Türk devletinin kurulması ve Çaka Bey’in İzmir’de tesis ettiği kuvvetli bir donanma ile Bizans’ı tehdit etmesi gibi unsurlar, Avrupa’da Türkler’in Bizans engelini aşıp, Rumeli ve sonrasında Avrupa’nın daha da iç bölgelerine doğru yayılması endişelerini doğurmaktaydı Diğer yanda Bizans İmparatorluğu Anadolu’daki Türk ilerleyişini durduramıyordu. Peçe-nekler, Selçuklular ve Çaka’ya karşı yürütmek mecburiyetinde olduğu mücadele ve korku dolu yıllarda Aleksios Komnenos, Türkler’e karşı koyacak askerî gücünün yetersizliğinden dolayı, daha 1089 yılında Papa II. Urbanus ile temasa geçmişti. Aleksios, imparatorluğun geleneksel politikasına da uyarak, ordusunu kuvvetlendirmek maksadıyla Batı’dan ücretli asker yardımı istemekteydi. Böylece imparator’un hizmetindeki güçlü ordularla yapılacak bir kaç sefer, belki de Anadolu’daki Türk kudretini kırabilirdi. Ancak Papa Urbanus, imparator’un isteğini farklı açıdan değerlendirdi. Durumun, Avrupa’nın yararı için kullanılabileceğini düşünen papa, bu çağrıyı Batı’nın kavgacı, hiçbir otorite tanımayan ve uyguladıkları şiddetle her tarafı teröre boğan şövalyelerini, topraksız köylülerini, aç ve sefalet içinde yaşayan herkesi, para ve toprak sahibi olacakları düşüncesini aşılayıp, zengin Doğu’ya askerî bir sefer düzenlemeye teşvik ederek değerlendirdi. Böylece dinî motifin itici bir faktör olarak kullanıldığı, fakat tamamen siyasî a-maçlı olan Haçlı hareketi, papanın 1095 yılında Clermont Konsili’nde yaptığı çağrı ile fiilen başladı SULTAN I.KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ(1093-1107) Haçlılarla Yapılan İlk Mücadele Haçlı seferine çıkan ilk ordu, Keşiş Pierre l’Hermite’in idaresinde toplanmış Fransız, Alman ve İtalyanlar’dan oluşan disiplinsiz ve çapulcu büyük bir kitleydi. Aleksios Komnenos, Ağustos 1096’da İstanbul’a varan orduyu derhal Anadolu yakasına geçirdi ve Yalova yakının-daki Kibotos karargâhına yerleştirdi. Böylece Haçlılar 1096 sonbaharında Türkiye Selçuklu Devleti sınırlarına ulaşmış bulunuyorlardı63. Bu Haçlı kitlesi, derhal çevre arazilere yağma akınları ile erkek, kadın, çocuk veya Müslüman, Hristiyan demeden, önlerine çıkan herkesi vahşice öldürmeye başladılar 64 . Eylül sonlarına doğru aralarında papaz ve piskoposların da bulunduğu 6000 kişilik bir Alman-İtalyan birliği, kumandanları Rinaldo’nun idaresinde yola koyulup İznik civarındaki Kserigordon adlı kaleyi ele geçirdiler65. Durumu öğrenen sultan Kılıç Arslan, “İlhan” unvânını taşıyan başkumandanını66 büyük bir kuvvetle kaleyi geri almak üzere gönderdi. Kalenin ihtiyacı olan su, kale dışındaki bir kuyu ile vadideki bir kaynaktan sağlanıyordu. Selçuklu ordusu 29 Eylül’de Haçlıların pusu kurarak yaptıkları saldırıyı püskürttükten sonra hemen kuyu ve kaynağı işgal etti. İlhan kumandasındaki Selçukluların bu saldırısı karşısında kaleye çekilmek zorunda kalan Haçlılar kısa zamanda susuzluk çekmeye başladılar ve kuşatma altından kurtulamayacakları endişesi ile umutsuzluğa düştüler. Sekiz günlük ölümcül susuzluktan sonra Rinaldo, içinde bulundukları perişan duruma daha fazla dayanamayacaklarını anlayıp teslim olmaya karar verdi. Kale teslim edildi ve dinini inkâr etmeleri koşuluyla esir alınanlar hariç, diğer Haçlılar kılıçtan geçirildiler SULTAN I.KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ(1093-1107) Düzenli Haçlı Ordularının Anadolu’ya Gelmesi ve İznik’in Kaybı (18 Haziran 1097) Pierre l’Hermite’in komutasındaki Haçlılar’ının imha edilmesi, Türkler’in kendilerine olan güvenini yükseltmiş, gurur ve cesaretlerini arttırmıştı. Bu ilk başarı, aynı zamanda Selçuklular’ın Haçlıları küçümsemesine ve sonra gelecek olan Haçlı ordularının da sonlarının, öncekiler gibi olacağını düşünmelerine yol açmıştı.Sultan Kılıç Arslan, Malatya seferine çıkarken hanımını, çocuklarını ve hazinesini İznik’te bırakmaktan dolayı hiç bir endişe duymamıştı. Sultanın bu şekilde davranışı, ancak adamlarının başlangıçta ona bu konuda verdikleri bilgilerin yetersiz ve yanlış olmasıyla açıklanabilir. İlk Haçlı sürülerinin, İlhan idaresindeki Selçuklu birlikleri tarafından imha edilmesi üzerine Avrupa’da, prens ve dükler, şövalyeler ile ağır zırhlı ordulardan oluşan yeni bir askerî harekâtın başlamasına neden oldu. “Birinci Haçlı Seferi” olarak adlandırılan bu harekâta katılan prens ve dükler şunlardır: - Fransa kralı I. Henri’nin kardeşi Vermandois kontu Hugues - Toulouse kontu Raimond de Saint Gilles - Aşağı Lorraine kontu Godefroi de Bouillion - Flandre kontu Robert - İngiltere kralı Fatih William’ın oğlu Normandia kontu Robert - Robert Guiskard’ın oğlu Norman reisi Toranto hâkimi Bohemund ve yeğeni Tancred öncekinin aksine tam bir disiplin halinde bulunan ve savaş kabiliyeti yüksek şövalyelerden oluşan bu orduların sayısı ile ilgili olarak yerli ve yabancı kaynaklar, yüzbinlerle ifade edilen rakamlar verilir. 1096 sonbaharından itibaren birbiri ardına İstanbul’a gelmeye başlayan Haçlı reislerinin gerçek amaçlarının Doğu’da kendilerine devletler kurmak olduğunu anlayan ve böyle bir girişimin Bizans açısından yaratacağı tehlikeyi önlemek isteyen Bizans İmparatoru Aleksios, Haçlı şövalyelerinden Batı âdetlerine uygun şekilde kendisine vasallık yemini etmelerini istedi. Buna göre Haçlılar, Türkler’den geri alınacak eski devlet arazisini Bizans’a teslim edecekler ve imparatorluk sınırları ötesinde kuracakları Haçlı devletlerinde de, Bizans’ın yüksek hâkimiyetini tanıyacaklardı. Buna karşılık Aleksios da Haçlılara sefer boyunca ihtiyaçlarını kaşılamak konusunda söz veriyordu. Antlaşma sonrası 1097 yılı ilkbaharında Anadolu yakasına geçirilen Haçlı orduları, Pelekanon’daki karagâhta toplandılar ve buradan hareketle İznik önüne geldiler. İznik, 4970 metre uzunluğundaki 144 kuleli sağlam surlar ve göl suları ile çevrilen oldukça korunaklı bir şehirdi. Bu sırada Sultan Kılıç Arslan’ın, ordusuyla birlikte Malatya’yı kuşatıyor olmasına rağmen İznik’te kuvvetli bir Türk garnizonu bulunmaktaydı. Dorylaion Savaşı (30 Haziran 1097) Dorylaion Savaşı (1 Temmuz 1097) Sultan I. Kılıç Arslan, İznik önünden geri çekildikten sonra Haçlıları durdurabilmek için yeni bir savaşa hazırlanmaya başlamıştı. Bu arada 26 Haziran’da İznik’ten ayrıldıktan sonra Eskişehir-Akşehir-Konya-Ereğli yoluyla[12] Antakya’ya inmeyi plânlayan Haçlı ordusu Osmaneli (Lefke)‘ne geldiğinde, bu muazzam büyüklükteki ordunun yiyecek ve ikmal işini kolaylaştırmak için ikiye ayrılmasına ve bir günlük mesafe ile ilerlemesine karar verilmişti. Buna uygun olarak Robert de la Normandia, Etienne de Blois, Tankred ve Haçlılara rehberlik eden Tatikios’un kumandasındaki Bizans birliklerinden oluşan birinci grup, Bohemund’un kumandasında önden yola çıktı. Raymond de St. Gilles’in kumandasındaki ikinci grupta ise Godefroi de Bouillon, Le Puy Piskoposu Adhemar, Hugue de Vermandoıs ve Robert de Flandre’ın kuvvetleri yer alıyordu[13]. Gözcüleri vasıtasıyla Haçlı ordusunun yürüyüşü hakkında bilgi edinen ve onlara saldırmak için uygun fırsatı bekleyen sultan, Porsuk Vadisi yoluyla bölgeye gelip, 30 Haziran günü, Eskişehir’in kuzeybatısındaki Sarısu Ovası’nın alçak tepelerinde pusu kurdu[14]. Aynı gece Haçlı ordusunun Bohemund’un idaresinde önden ilerlemiş olan birinci grubu da ovaya ulaştı. Ertesi sabah gün doğar doğmaz (1 Temmuz 1097), savaş naraları atarak yamaçlardan aşağı inip aniden hücuma geçen Türkler, savaş taktiklerine uygun olarak, Haçlı karargâhını her yönden kuşattılar ve oklar yağdırmaya başladılar. Ön saflardaki okçular yıldırım hızıyla oklarını attıktan sonra yerlerini yeni bir okçu birliğine bırakarak geri çekiliyorlardı. Biniciler de süratle atlarını düşman üzerine sürüyor ve mızraklarını fırlatarak uzaklaşıyorlardı. Daha önce hiç karşılaşmadığı bu savaş taktiği karşısında şaşıran ve çetin bir savaş olacağını anlayan Bohemund, adamlarıyla beraber derhal Türk saldırılarına karşı koymaya çalıştı[15]. Bir yandan da haberci gönderip Raymond de St. Gilles’in kumandasındaki ikici grubu süratle yardıma çağırdı. Her yönden bir ok sağanağı altında olan Haçlılar, kargaşa içinde sıkışıp kalırken, şövalyeler kılıçlarla ve mızraklarla Türkleri geri püskürtmeye teşebbüs ettiler. Fakat savaşın ilk aşamasında Haçlılarla yakın savaşa girmekten çekinen Türkler her defasında kasten saflarını araladılar. Haçlılar ise adam adama savaşacak kimse bulamayınca hiç bir başarı elde edemeden kendi saflarına geri çekilmek zorunda kaldılar. O zaman da Türkler, tekrar Haçlıları kuşatarak yeniden oklar yağdırdılar. Yalnızca göğüs zırhları, miğferleri ve kalkanları olanlar, dayanması zor olan bu saldırıya karşı kendilerini koruyabildiler. Atlar ve silâhsız olanlar ciddi yaralar alıp yere düşmekten kurtulamadılar. Bu savaşta hem şövalye hem de yayalardan pek çok kişi hayatını kaybetti. Bohemund’un yeğeni, yanı Tankred’in kardeşi de ölenler arasındaydı. Tankred ise esir edilmekten güçlükle kurtulmuştu Haçlılar için askeri metotlarını bilmedikleri bir düşmanla savaşmak gerçekten zordu. Görgü tanığı Fulcherius, bu savaşı tasvir ederken Haçlıların içine düştüğü durumu ve ümitsizliklerini şöyle ifade etmiştir: “Türkler, silâhları birbirine sürterek ve naralar atarak bizi şiddetli bir ok yağmuruna tuttular. Bu bizi şaşkına çevirdi. Ölümle yüz yüze geldiğimizden ve bir çoğumuz yaralandığından, derhal arkamızı dönüp kaçtık. Bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü böyle bir savaş hiç birimiz tarafından bilinmiyordu… Hepimiz titreyerek ve dehşete kapılmış olarak, ağıl içindeki koyunlar gibi bir araya yumaklanmıştık, her taraftan düşmanlarca çevrildiğimizden hiç bir yöne dönemiyorduk. Orada çok büyük bir feryat semaları inletiyordu. Yaşama ümidi kalmamıştı” Haçlıların saflarının zayıflamaya başladığını gören Türkler, savaşın ikinci aşamasında kılıçlarla adam adama mücadeleye girdiler. Ancak savaşın en şiddetli yerinde ikinci gruptaki Godefroi de Bouillon, Hugue de vermandois ve Raymond de St. Gilles’in takviye kuvvetleriyle gelmesi savaşın kaderini değiştirdi. Türkler, yeni gelen kuvvetleri görünce şaşırdılar ve iki grubun birleşmesini önleyemediler. Haçlılar derhal savaş düzenine girerken Bohemund, Robert de la Normandia, Tankred ve Etıenne de Blois sol kanatla, Goderoi de Bouillon. Hugue de Vermandois sağ kanatta, Raymond ile Robert de Flandre ise merkezde yer aldılar. Türkler karşı saldırıya geçen baştan aşağı zırhlı ve uzun mızraklı Haçlı şövalyelerine karşı adam adama kahramanca dövüştüler. Ancak Le Puy piskoposunun idaresindeki birliklerde sürpriz bir şekilde birdenbire arkadan saldırınca kargaşa içine düştüler. Sultan daha fazla kayıp vermemek için geri çekilmeye karar verdi Türkler, Haçlıların bile takdire şayan buldukları üstün savaş kabiliyetlerine ve bütün çabalarına rağmen bu orduların sayıca üstünlüğüne mağlup olmuşlardı. Nitekim bu savaşta yer alan bir Haçlı yazarı eserinde şöyle yazmıştır: “Türklerin metanet, kahramanlık ve savaş kabiliyetlerini kim tasvir edebilir?… Eğer Türkler Hıristiyan olsalardı kudret ve cesaret bakımından kimse onlarla boy ölçüşemezdi” I. Haçlı Seferinden Sonra Anadolu ve Kılıç Arslan’ın Faaliyetleri Haçlı seferleri Türkleri, hemen hemen tamamıyla fethettikleri Anadolu’da, geri çekilmeye ve Orta Anadolu bölgesinde toplanmaya mecbur etti. Aynı şekilde Kılıç Arslan’ın da dört yıldır yeniden kurarak genişletmeye çalıştığı devleti, başkenti İznik’i de kaybetmesi ile sarsıldı. Haçlı seferinin oluşturduğu fırsattan faydalanan Bizans imparatoru, derhal gönderdiği ordu ve donanma ile Batı Anadolu kıyı bölgelerini ele geçirdi. İzmir’de Çaka’nın oğlu ve Efes’te Tanrıbermiş’in beyliklerine son verildi. Kıyı şehirleri alındıktan sonra Bizans orduları, Lidya bölgesindeki Alaşehir ve Denizli’yi işgal ederek Türklerin, Menderes vadisinden Bolvadin ve Akşehir’e çekilmelerine sebep olmuşlar, böylece Selçuklu Devleti’nin batı sınırının Eskişehir-Antalya hattına kadar gerilemesine sebep olmuşlardır. Çukurova’nın kaybı ise, Toroslar’a sığınmış bulunan Ermeni beylerinin yavaş yavaş buraları, Akdeniz sahillerine yeniden hâkim olan Bizans’ın elinden alarak Kilikya Ermeni Krallığı’nı kurmalarına imkân verdi. Ayrıca Haçlı seferinin sonucu olarak Urfa, Antakya (1098 ) ve daha sonra Kudüs’te (1099) birer Haçlı devleti kuruldu. Kıyı bölgelerinden uzaklaşıp Orta Anadolu’da toplanan Türkler için görünüşteki bu olumsuz gerileme hali, Selçuklular’ın bütünleşerek kısa sürede kendilerini toparlayıp güçlenmeleri sonucunu doğurdu. Kılıç Arslan, İznik kaybı sonrası Konya’yı başkent yaptı ve böylece Anadolu’nun ortasında köklü bir yerleşme süreci başladı. Kılıç Arslan’ın, I. Haçlı Seferi sonrası, ülkesinin uğradığı ziyanın telâfisine çalışması ve batı sınırları için Bizansla mücadele vermesi yanında, Avrupa’dan durmadan akıp gelen irili ufaklı Haçlı gruplarına karşı da savunma yapması gerekiyordu. Bunlar arasında en önemlisi 1099 yılında Danimarka kralının oğlu Sven’in önderliğindeki Haçlılardı. Kılıç Arslan 15.000 kişiden oluşan bu orduyu Akşehir ile Ilgın arasında tamamen yok etti. Dânişmend Gümüştegin Ahmed Gâzi’nin Bohemund’u Esir Alması (1100) Kılıç Arslan’ın batıdaki güçlüklerle uğraşmakta olduğu dönemde, Haçlılar karşısında onun kadar hırpalanmayan Dânişmend Gümüştegin Ahmed Gâzi, bu durumdan faydalanarak 1100 yılında, henüz Gabriel’in elinde bulunan ve daha önce Kılıç Arslan’ın kuşatmış olduğu Malatya’ya hücum etti. Gabriel ise, ona karşı koyabilmek için Antakya prinkepsi Bohemund’u, şehri kendisine vereceği vaadi ile yardımına çağırdı. Fakat Bohemund’un gelişinden haberdar olan Dânişmend Gümüştegin Gâzi, Malatya yakınlarına vardığı sırada onu baskına uğratarak esir aldı ve Niksar kalesine hapsetti. Bohemund’un esareti Haçlılar tarafında büyük üzüntüye sebep olan, Türkleri ise çok sevindiren bir gelişme olmuştur Birinci Haçlı Seferi’nin Kudüs’ün zaptıyla sonuçlanması Avrupa’da büyük bir sevinç ve heyecan yaşanmasına sebep oldu. Urbanus’un halefi Papa II. Pascalis yeni bir sefer için yoğun bir faaliyet başlattı. Clermont Konsili’nden sonra Avrupa’da aralıksız sürdürülen haçlı propogandası bazı küçük grupların kara veya deniz yoluyla akın etmelerini sağlamaktaydı. Hristiyan dünya-sının, Kudüs ile hâkim oldukları diğer toprakları ellerinde tutabilmesi için, çok sayıda insana ihtiyacı vardı. Doğu’ya giden dük ve kontlar, bu sebeplerle birlikte istedikleri üstünlüğü sağlayabilmeleri için, Avrupa’dan askeri destekler istiyor, güçlü orduların bölgeye gelmeleri için çaba sarf ediyorlardı Papa II. Pascalis’in yeni haçlı seferi için Avrupa’nın güçlü krallarına yaptığı çağrı karşılık bulmamıştı. Fakat Birinci Haçlı Seferi nasıl onlarsız başarıya ulaştıysa bu sefer de tecrübeli liderlerin idaresindeki askerlerle başarıya ulaşabilirdi. Gerçekten de 1101 yılı haçlı seferlerine ka-tılan üç büyük ordu da dükler, kontlar ve din adamlarının liderliğinde yola çıkmıştı. Birbirlerinden ayrı olarak hareket etmek suretiyle Anadolu’ya gelen üç ordunun ilki Milano başpiskoposu Anselm de Buis’in idaresinde Lombardlar, Kont Etienne de Blois’in emrindeki Fransızlar ve Alman hükümdarının marşalı Konrad’ın kumandasındaki Almanlar’dan; ikinci ordu Nevers kontu II. Guillaume’un kumandasındaki Fransızlar’dan, üçüncüsü ise, Aquitania dükü IX. Guillaume’un kumandasındaki Fransızlar ile B Lombard-Fransız-Alman Ordularıyla Mücadele ve Merzifon Savaşı (5 Ağustos 1101) Toulouse kontu Raimond’un kılavuzluğunu ve Bizans kumandanı Tzitas’ın kumandanlı ğını yaptığı 500 kişilik Peçeneklerden oluşan Bizans birliğinin rehberliğindeki Lombard, Fransız ve Almanlar’dan oluşan ilk ordu, imparator Aleksios Komnenos tarafından Anadolu yakasına geçirildi (Haziran 1101). Lombardlar hem kendi reisleri kabul ettikleri Bohemund’u esaretten kurtarmak, hem de Anadolu’nun kuzey kesimlerini zapt etmek amacıyla Kibotos ve İzmit’teki karargâhlarını terk ederek harekete geçtiler. Sayıları yüzbinlerle ifade edilen Haçlılar’ın amaçları “Hacılar Yolu” adıyla bilinen ve İznik OsmaneliGölpazarı-Nallıhan-Ayaş üzerinden Ankara’ya ulaşmak ve sonrasında Niksar’a gitmekti Kılıç Arslan’ın bu boyutta bir orduyla tek başına savaşması mümkün değildi. Haçlılar’ın bu kez Dânişmendli topraklarına doğru ilerlediği yönündeki uyarılarıyla sultan, Dânişmend Gümüştegin Ahmed Gâzi’yi de kendisiyle birlikte Haçlılar’a karşı mücadele etmesini sağladı. Ayrıca sonraki katılımlarından görüldüğü gibi Kılıç Arslan tüm Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye beylerini de alarma geçirdiği söylenebilir. Harran beyi Karaca, Seruc Artuklu emîri Belek b. Behram ve Halep Selçuklu meliki Rıdvan b. Tutuş yardıma gelerek Çankırı’da toplandılar. Kılıç Arslan, büyük Haçlı ordularına karşı savunulamayacağını düşündüğü Ankara kalesini boşalttı ve bölgeyi tahrip ederek Haçlılar’ın önü sıra geri çekilip Çankırı’ya ulaştı. Haçlılar Ankara önüne geldiler ve kaleyi ele geçirdiler. Burasını Bizans’a teslim ettikten sonra, Tzitas’ın da güvenlik nedeniyle Haçlı ordularını mümkün olduğunca Bizans arazisinden yürütmesiyle Çankırı’ya vardılar. Kılıç Arslan’ın yol boyu arazi tahribi yüzünden açlıkla da mücadele etmek zorunda kalarak yürüyen ordular, Çankırı’da toplanmış bulunan Türkleri görünce savaşa girişmediler ve kuzeye yönelip Bizans arazisinden yola devam ederek Amasya’ya doğru ilerlediler . Kılıç Arslan’ın Çankırı’ya kadar genel bir taarruza geçmemiş olması, uyguladığı yıpratma taktiğiyle ilgilidir. Zira ordusu tüm katılımlarla 20.000’e anca ulaşmışken Haçlılar 200.000’in üzerindeydi . Bundan sonraki iki hafta boyunca açlık çeken ve ani saldırılar karşısında temkinli olarak birbirine yakın saflar halinde yürüyüşlerini sürdüren Haçlılar, 2 Ağustos günü Merzifon civarında bir ovaya ulaştılar. Oldukça güçten düşmüş bir halde stresli yürüyüşlerini sürdürüyorlarken, tepelerden Türk atlılarının naralarla saldırıya geçmesi, onları derhal her türlü eşya ve arabayı yığarak müdafaa pozisyonu almaya zorladı. Türk atlıları rüzgar gibi atılıyor ve ok yağdırıyorlardı 9. Kendilerinden on kat kalabalık olan Haçlı ordularını, aralıklarla süren çatışmalardaki üstün savaş yetenekleri sonucu bozan Türkler, Haçlılar’ın cesaret, yiğitlik ve sadâkatleriyle ünlü şövalyelerini, bu erdemlere yakışmayacak bir şekilde kaçmak durumunda bırakmış, yakalananları kılıçtan geçirmiş, pek çok esir ve ganimet elde etmiş; sonuç olarak kesin bir zafer kazanmışlardı (5 Ağustos 1101). Haçlı ordusunun beşte dördü imha edildi, kaçabilen Haçlı reisleri Bizans’a ait Sinop’a sığınarak sahilden zorlu yürüyüşlerle İstanbul’a dönebildiler. Bunlar 1102’de, deniz yoluyla Filistin’e varabilmişlerdir 1.Kılıç Arslan-Dânişmend Gümüştegin Gâzi Mücadelesi ve Kılıç Arslan’ın Malatya’yı Ele Geçirmesi Haçlılara karşı Kılıç Arslan ile Dânişmend Gümüştegin Ahmed Gâzi arasındaki ittifak, haricî tehlikenin ortadan kalkmasından sonra bozuldu. Haçlı tehlikesinin savuşturulmuş olmasının yanı sıra, imparator Aleksios Komnenos’un da Haçlıları tehlikeli bulmaya başlaması ve bu sebeple Kılıç Arslan’la onlara karşı bir anlaşma yapması, sultanın dikkatini doğuya yöneltmesi adına iyi bir fırsattı. Çünkü Kılıç Arslan’ın meşguliyetini değerlendiren Dânişmend Gümüştegin Ahmed Gâzi, 1102’de Malatya’yı fethetmiş, böylece Anadolu’nun hâkimiyeti adına Selçuklu-Dânişmendli rekâbeti hız kazanmıştı. Kılıç Arslan Bizans imparatoruyla anlaşıp batıda emniyeti sağladıktan sonra Doğu Anadolu siyaseti için tasarladıklarını uygulama fırsatı buldu. Haçlıların baskısı altındaki Elbistan Ermenileri’nin daveti üzerine sefere çıktı ve şehri fethetti (1103). Maraş’ı da Haçlı baskısından kurtarıp kontrolü altına aldıktan sonra, Bohemund’un Niksar’da hapiste olmasından istifade ile Antakya Haçlıları üzerine sefer yapmaya karar verdi. Sultan Kılıç Arslan, Halep Meliki Rıdvan ile de anlaştıktan sonra Antakya’ya yürümekte iken, Dânişmend Gümüştegin Ahmed Gâzi’nin Bohemund’u 100.000 dinar fidye karşılığında serbest bıraktığını, diğer Haçlı prensi Richard’ın fidyesi için de Bizans imparatoruyla müzakereye giriştiğini öğrenince, Antakya seferinden vazgeçti . Kılıç Arslan, hem Türkiye sultanı olması, hem de müttefiki olması dolayısı ile Dânişmend Gümüştegin Gazi’den alınan fidyenin yarısını istediyse de red cevabı aldı. Böylece Kılıç Arslan, Gümüştegin’in Malatya’yı fethi ile artan nüfuzu ve Haçlı prenslerini serbest bırakması hadiseleri üzerine Dânişmendli gücünü kırma gereğini gördü. 1103 yılında Dânişmend Gümüştegin Ahmed Gâzi üzerine yürüdü ve onu bozguna uğrattı. Sultan Kılıç Arslan karşısında yenildikten sonra fazla yaşamayan Dânişmend Gümüştegin Ahmed Gâzi 1105 yılında öldü . Bunun üzerine sultan, Yağısıyan b. Gümüştegin’in elindeki Malatya’yı muhasara etti. Yağısıyan, 1105 yılının 28 Haziran’ından 2 Eylül’üne kadar surları mancınıklarla dövdürten Kılıç Arslan’a mukâvemet edemiyeceğini anlayınca, hayatına dair teminât alarak şehri sultana teslim etti. Böylece Kılıç Arslan, doğuda genişleme siyasetini de gerçekleştirmeye başlamış oldu KAYNAKLAR : 1 - Doç. Dr. Muharrem Kesik “Türkiye Selçukluları Makaleler” 2 - Osmanli tarihi 3 - Doç. Dr. Ebru ALTAN İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü 4 - Wikipedia DiPNOTLAR : tr.wikipedia.org/wiki/Büyük_Selçuklu_İmparatorluğu |