![]() |
Dördüncü Halîfe emîr-ül mü’minîn Esedillahi Gâlib Alî ibni Ebî Tâlibin “r.a.” Menkıbeleri 1. Bölüm - Baskı Önizleme +- Rasit Tunca - Tiryaki Board () +-- Forum: DİNİ İSLAMİ BİLGİLER (/forumdisplay.php?fid=8) +--- Forum: iSLAMi BiLGiLER (/forumdisplay.php?fid=187) +---- Forum: Dini Hikayeler Evliya Kıssaları (/forumdisplay.php?fid=198) +---- Konu Başlığı: Dördüncü Halîfe emîr-ül mü’minîn Esedillahi Gâlib Alî ibni Ebî Tâlibin “r.a.” Menkıbeleri 1. Bölüm (/showthread.php?tid=982) |
Dördüncü Halîfe emîr-ül mü’minîn Esedillahi Gâlib Alî ibni Ebî Tâlibin “r.a.” Menkıbeleri 1. Bölüm - RasitTunca - 06-18-2018 Dördüncü Halîfe emîr-ül mü’minîn Esedillahi Gâlib Alî ibni Ebî Tâlibin “radıyallahü teâlâ anh” Menâkıbı hakkındadır: Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh”, ikrâm ve ihsân sâhibi dördüncü yârdır. Dindeki müskiller onunla çözülmüsdür. Kardeslik mesnedinin seyyidi odur. Fütüvvet sofrasını o kurmusdur. Neseb-i serîfleri Alî bin Ebî Tâlib bin Abdülmüttalib, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin neseb-i tâhirlerine ikinci babada [atada] birlesir ki, Abdülmüttalibdir. Neseb cihetinden bundan yakın yokdur. Ammâ, fazîlet husûsu, tertîb-i hilâfet üzeredir. [Üstünlük sırası, hilâfet sırasıdır.] Birinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin dogusları hakkındadır. Dogumları Mekke-i mükerremede vâki’ olmusdur. [Hicretden yirmiüç sene evvel tevellüd etmisdir.] Fil vak’asından otuz, Iskenderden dokuzyüzonbir sene ve Pervîzin pâdisâhlıgından sekiz sene geçmis idi. Vâlidesi Fâtıma hâtun binti Esed bin Hâsim, bir gece rü’yâda gördü ki, evi nûr ile doldu. Kâ’benin etrâfında olan daglar Kâ’beye secde ediyorlardı. Eline dört kılınç verdiler. Elinden düsüp dört yana dagıldılar. Biri suya düsdü. Biri havâya uçup gitdi. Biri elinden düsüp kırıldı. Biri elinde bir aslan olup, hem kaçar. Hem daglara düser. Heybetinden bütün mahlûklar kaçarlar. Benî âdemden bir kimse yanına yaklasamaz. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri o aslanın yanına varıp ve tutup, kendine boyun egdirir. Aslan ona itâ’at eder. Mubârek ayaklarına yüzünü ve gözünü sürüp, hizmet-i serîflerinden ayrılmaz. Bu rü’yâdan dört ay geçmis idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Fâtıma hâtunun benzine bakıp, anladı. Dedi ki ey ana! Hâlin nedir. Yüzünde bir degisiklik vardır. Dedi ki, ey ogul! Hâmileyim. Himmet et, oglum olsun. Bana bagıslar isen, ben de sana düâ ederim, dedi. Fâtıma hâtun, ey ogul, vallahi bu oglanı sana nezr etdim. Senin olsun, dedi. Ebû Tâlib de kabûl edip, o da, ben de sana bu oglanı nezr eyledim, ey ogul, dedi. Hemen Resûlul- – 271 – lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri düâ edip, vücûda gelen o oglan Alî Mürtedâ oldu. Çünki dokuz ay hâmilelik temâm oldu. Dünyâ mülküne hazret-i Alînin nûru direk gibi göründü. Râvî der ki; hazret-i Alî dogdugu zemân, Peygamber-i Hüdâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” geldi. Mubârek parmagı ile, mubârek agzının tükrügünden alıp, hazret-i Alînin agzına koydu. O da o mubârek agız suyunu yutdu. Bu sebeble her sözü hikmet oldu. Ilmi kemâlde oldu. Afv, kudret, se’âdet ve kerâmet sâhibi oldu. Hem zafer ve nusretin sultânı oldu. Zühd, takvâ, vera’, fadl, kerem ve bütün güzel huyları topladı. Kulagına Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri tekbîr ve tehlîl okudu. Adını da Alî koydu. Dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri bunun adına Alî dedi. Annesi adına Haydar dedi. Zîrâ rü’yâda onu aslan olmus gördü. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ayrıca Allahü teâlânın aslanı dedi ve hem Aliyyül Mürtedâ budur, buyurdu. Mubârek elleri ile kendisi yıkadı. Mubârek basından sarıgını çıkarıp, ikiye böldü. Bir bölügünü basına bagladı. Bir bölügü ile bedeninin yasını sildi. Böylece mü’minlerin baslarının tâcı oldu. Ona nasîb olan bu se’âdet, eshâbdan kimseye nasîb olmamısdır. Ba’zı rivâyetde söyle bildirilmisdir: Annesi Fâtıma hâmileliginin son günlerinde, ziyâret niyyeti ile Beyt-i serîfe girer. Beyt-i serîf içinde iken dogum sancıları baslar. Dısarı çıkmaga kâdir olamayıp, Beyt içinde dogurur. Dogumu beyt içinde olur. Âise-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet ederler. Bir gün Server-i âlem seyyid-i veled-i âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri oturuyordu. Hazret-i Alî gelip, geçdi. Buyurdu ki, yâ Âise! Bil ki Alî arabın seyyididir. Ben dedim ki, yâ Resûlallah, sen degil misin? Buyurdu ki, Ben cümle insanların seyyidiyim. Türk, tatar, hind, arab ve acem kavmlerinin seyyidiyim. O arab kavminin seyyididir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Alînin “radıyallahü teâlâ anh” besigini sallar idi. Besiginden çıkarıp götürürdü. Iletir ve gezdirirdi. Her ne vakt ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelse, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, derîn uykuda bile olsa duyardı [uyanırdı] ve besiginden kollarını çıkarırdı. Ellerini hazret-i Resûlün boynuna sarar- – 272 – dı. O da hemen alıp, bagrına basardı. Alînin “radıyallahü teâlâ anh” annesi Fâtıma der ki: Dedim ki, ey cihânın bir dânesi! Müsâde ediniz, bunu [çocugu] biz götürelim, bu isler [çocuga bakmak] bizim isimizdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Bu çocuk dogmadan evvel, bunu bana vermediniz mi? Bu benimdir, siz karısmayınız!) Râvî (rivâyet eden) der ki, bir gün Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Harem-i serîfe geldi. Aliyyül Mürtedâ omuzunda idi. Insanlar [halk] oturup, pehlivânları söyleyip, herbirinin erligini vasf ederlerdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dönüp onlara buyurdu ki: (Bu omuzumdaki oglan, bu söylediginiz erlerin hepsinden üstün pehlivân olacakdır. Yeryüzünde buna benzer bir pehlivân olmıyacakdır. Sizin saydıgınız erlerin çogunu bu öldürecekdir ve defterlerini dürecekdir.) Beyt: Dünyâ halkı toplansa bir yana, Yalnızca bu kalırsa bir yana. Aralarında ceng olursa, O gâlib gelse gerekdir. Allahü teâlâ onu gâlip kılar, Bunun gibi bir süvâri gelmedi. Onun gibi bir süvâri görmedi bu zemân, Kılıncını bir ân sallasa. Ceng ola ki, günde bin kisi katl eder. Onlar dediler ki, yâ Muhammed-ül Emîn! Biz seni, akllı ve sâdık, büyük kimse zan ederdik. Bu nasıl sözdür. Sen bir küçük çocuk için böyle söyliyorsun. Sen ona nasıl güveniyorsun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri se’âdetle buyurdular ki: (Siz bunu unutmayınız. Nice yıllar sonra görürsünüz bu oglanı!) Râvî der ki, üç yasına girdigi zemân, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile nemâz kıldı. Babası Ebû Tâlib onu gördü. Birsey söylemedi. Annesi söyledi ki, görürmüsün bu Alî, o Muhammed ile nemâz kılıyor. Kâ’beye karsı secde ediyor. Bizim putlarımıza tapmaz. Ebû Tâlib dedi ki, yâ Fâtıma! Biz onu Muhammede vermisiz. Her ne yaparsa hakdır. – 273 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:18 Savâb olur [dogrudur]. Henüz ma’sûmdur. Muhammed hangi dinde olursa, Alî de onun yoldası olsun, ayrılmasın. Birgün, Resûl- i ekrem, Alî ile nemâz kılarken Ebû Tâlib at ile gidiyordu. Alî, Resûlullahın sag yanında dururdu. Meger Ca’fer-i Tayyâr “radıyallahü anh” hazretleri Ebû Tâlibin atının ardında idi. Dedi ki, ey gözümün nûru, in sen de var, Muhammedin sol yanında dur. Onlar ile sen de nemâz kıl. Devlet sâhibi kesf ve sır sâhibi olasın. Ca’fer de inip, vardı ve sol yanına durdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bakdı, gördü ki, Ca’fer de geldi, yanına durdu. Gönlü sâd oldu. Nemâz kılıp, bitirdikden sonra, buyurdu ki: (Yâ Ca’fer! Sana müjdeler olsun ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ sana iki kanat verir. Yer yüzünden tâ Cennete kadar uçarsın. Menzilin Cennet, refîkin Hûrîayn olur. Kavusmak istedigin Rabbilâlemîn olsun!) Ba’zı rivâyetde, dogumları fil senesinden otuz sene geçdikde, Harem-i Kâ’bede, Receb ayının onüçünde Cum’a günü vâki’ oldugu bildirilmisdir. Nakl edilir ki, Yemen diyârında Mirem adında müttekî bir âbid vardı. Zâhidlerin zâhidi idi. Kalb-i serîfleri mâsivâdan pâk idi. Yüzdoksan senelik ömrlerini ibâdet kösesinde geçirip, mala mülke hiç bakmamıs, seccâdeden gayri bir menzile ayak basmayıp, mihrâbdan baska yere dönmemis idi. Bir gün münâcât etdi: Ilâhî! Harem-i muhteremin sâkinlerinden ve Kâ’be-i muazzamanın büyüklerinden birinin dîdârı [yüzünü görmek] ile müserref olmak, istiyorum. Riyâsız düâsı kabûl oldu. Ebû Tâlib Mekke-i Mükerremenin serefli büyügü ve Kâ’be-i muazzamanın en kerîm sâkini idi. Bir seferde iken yolu o zâhid ve âbidin makâmına ugradı. Mirem Ebû Tâlibe gerekli ta’zîm sartlarını yerine getirdikden ve durumunu sordukdan sonra, Ebû Tâlib dedi ki: Mekke diyârında beni Hâsim kabîlesinden Abdülmuttalib oglu Ebû Tâlibim. Zâhid bu haberden çok sevinip, tekrâr ta’zîm edip, dedi ki: Elhamdülillah [Allahü teâlâya hamd olsun], murâdım hâsıl oldu, düâm kabûl oldu [eseri açıga çıkdı]. Ey Ebû Tâlib; geçmislerden bize söyle bildirilmisdir ki, Abdülmuttalibin iki torunu olup, biri Abdüllahın sülbünden zuhûra gelip, Peygamber olur. Biri Ebû Tâlibden zâhir olup, se’âdet sâhibi olur. Peygamber otuz yasına geldikde Alî dünyâya gelir. O Nebî ki, herkesin bekledigi Peygamberdir. Henüz açıga çıkmamısdır ya’nî’ gelmemisdir. Ebû Tâlib dedi ki: – 274 – Ey seyh! Nebî dünyâya gelip, henüz yirmidokuz yasındadır. Mîrem dedi ki: Yâ Ebâ Tâlib! Mekkeye döndükde, o ma’bûdün dergâhının yakını olana benden selâm götür. Arz et ki, Mîrem sehâdet eder ki, benzeri, ortagı olmıyan Allahü teâlâ vardır ve Sen onun Peygamberisin. Ey Ebû Tâlib! Senden mütevellid olan azîze de selâm götür. Ebû Tâlib [karsılarında] bir kurumus nâr agacı görüp, imtihân yolu ile dedi ki: Ey Seyh, isterim ki, bu agaçda meyve ve yaprak olsun. Senin sâdık olduguna delîl olsun. Seyh, Hakkın dergâhına ilticâ ve tedarru edip, dedi ki: Ilâhî! Nebî ve Velî hurmeti için, sıfatlarını beyân edip, geleceklerini söyledim. Beni mahcûb etme. Derhâl kuru agaçdan yapraklar ve iki dâne nâr meydâna geldi. Seyh o nârların birini Ebû Tâlibe verdi. Ebû Tâlib, parçalayıp, iki dânesini yidi. Rivâyet edilir ki, o dâneler nutfeye sirâyet edip, Alîyyül Mürtedânın vücûdunun baslangıcı oldu. Degerli bir süs tası gibi o eserden vücûd buldu. Ebû Tâlib, verilen müjdelere çok sevindi. Geri dönüp, Mekke-i Mükerremeye geldi. Sülbünden o nutfe Fâtıma binti Esedin bâtınına intikâl edip, hâmile oldu. Fâtıma binti Esedden nakl edilir: Ben Kâ’be-i serîfi tavâf ediyordum. Dogum alâmetleri belirdi. Hazret-i Habîb-i Ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri beni görüp, firâsetle, durumumu anlayıp, buyurdu ki: Ey vâlide, tavâfını temâm etdin mi. Hâyır dedim. Buyurdu: Tavâfı temâm et. Eger zor durumda kalırsan, harem-i Kâ’beye gir. (Kitâb-ı Siyer-i Mustafâ)dan nakl etmislerdir. Fâtıma binti Esed, Kâ’beyi tavâf ediyordu. Abbâs bin Abdülmuttalib ve bütün Benî Hâsim onun ardınca tavâf ile mesgûl idi. Dogum alâmetleri belirdi. Dısarı çıkmaga mecâli kalmayıp, dedi ki, yâ Rabbî! Bana dogumu kolay kıl. O hâlde iken, evin dıvârı yarılıp, Fâtıma gözden gayb oldu. Rivâyet eden diyor ki, ben Hâne- i Kâ’beye girip ahvâlini anlamak istedim. Müyesser olmadı. Üç gün gâib oldu. Dördüncü gün, Haremden çıkdı. Elinde Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” vardı. Fâtıma binti Esed Harem-i Kâ’beden hazret-i Alîyi evine götürüp, âdet üzerine besigi bagladı. Ebû Tâlib gelip, istedi ki, mubârek yüzünü görsün. Örtüsüne el uzatdıgında, hazret-i Alî eli ile, Ebû Tâlibin eline ma’nî olup ve yüzüne el uzatıp, çehresine vurdu. Yüzünü tahrîs etdi. Vâlidesi de gelip, emzirmek istedikde, ma’nî olup, – 275 – onun da, yüzünü tırmaladı. Ebû Tâlib, hayret edip, dedi ki, ey Fâtıma! Buna ne ism koyalım! Fâtıma dedi ki, ey Ebû Tâlib! Bu çocugun pençesinde Esed [aslan] salâbeti var! Esed [aslan] demek münâsibdir. Ebû Tâlib dedi ki, benim niyyetim budur ki, Zeyd ismi ile adlandıralım. Lâkin Fahr-i âlem seyyid-i veled- i âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onun dogum haberini aldıkda, ferâhnak [sevinçli, sâd] olup, Ebû Tâlibin evine geldi. Sordu ki, bu çocugun ismini ne koydunuz. Herkes ihtiyâr etdigini beyân etdikde, hazret-i Habîb-i Ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurmuslar ki, (benim niyyetim, Alî koymakdır. Âli himmet [yüksek arzûlu, himmetli] olsun!) Fâtıma dedi ki, bu ismi ben gâibden isitmisdim. Bir rivâyet de odur ki, vâlidesi [annesi] isminde nizâ edip, istihâre yolu ile Kâ’beye yönelip, Rabbine niyâzda bulunup, (Yâ Rabbî! Harem-i serîfinde ikrâm eyledigin oglum için tarafından ism niyâz ederim!) dedi. Bu niyâz esnâsında Kâ’benin damından bir ses geldi ki, (ism-i serîfini Alî koyun!). Mubârek ismini Alî koydular. Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri besik yanına varmak istedi. Fâtıma dedi ki, ey Muhammed-ül emîn! Sakın onun yanına gitmeyiniz ki, bu oglanın aslan gibi saldırıcı pençeleri var. Hazretinize bir edebsizlik yapabilir. Habîb-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ey Fâtıma! Alî bize karsı edebe riâyet eder!) Yanına varıp, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” derin uykuda iken, güzel gören gözlerini açıp, Resûlullahın mubârek yüzüne bakdı. Hâl lisânı ile bu rübâiyi terennüm ediyordu. Nazm: Sükr müserref oldum, devlet-i dîdârına, Kan dolu gözlerimi açdım, gül ruhsârına. Kat’etdigim yokluk konakları zâyi’ olmadı, Vâsıl oldum, simdi senin günes suâlarına! Se’âdet sâhibi hazret-i Fahr-i Enbiyâ “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyhim ecma’în” besiginden kucagına aldı. Bir zemân mubârek dilini gül yapragı gibi [Alî “radıyallahü teâlâ anh”ın] gonca dihenine [mubârek agzına] koyup, serçesme-i esrâr [esrâr çesmesinin kaynagı] olan [nitekim Vennecmi sûresindeki âyet-i kerîmede (O, bos söz söylemez) buyruldu ki,] mubârek agzının suyunu emzirdi. [Mubârek dilini agzına koy- – 276 – du. Agızdan agıza emzirdi.] Rivâyet edilir ki, hazret-i Mürtezânın “radıyallahü teâlâ anh” babası Ebû Tâlibin dokunmasına ma’nî olmasının sebebi, önce kendisine Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dokunmasını istemesi idi. Annesini emmesinden imtinâ etmesinin maksadı bu idi ki, önce Resûlulahın mubârek agız suyundan emmekdi. Kıt’a: Katre katre ma’rifet serbetini, O deryâdan iktisâb etdi. Feyz-i Hak o hilâli etmege Bedr, Kâbil-i nûr-ı âfitâb etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir legen hâzırlayıp, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” yıkanmasına bizzat mesgûl oldular. Sag tarafını yıkayınca çocuk sol tarafa dönerdi. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu hâli görünce, aglamaga baslardı. Fâtıma dedi ki, ey ogul, aglamanızın sebebi nedir? Buyurdu ki, (Ey Fâtıma! Bu çocugu önce ben yıkadım. Bu çocuk beni ömrümün nihâyetinde [vefât edince] yıkar. O zemân ben de sag tarafımdan sol tarafıma kendiligimden dönerim!) Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onun terbiye olmasında çok gayret sarf edip, ilkbehâr bulutu gibi o goncaya kol-kanat gerdi. Mürtedâ bes yasına girdikde, Hîcâz memleketinde az yagmur sebebi ile kıtlık oldu. Gıdâ yoklugundan halk sıkıntıya düsdü. Ebû Tâlibin çoluk- çocugu çok idi. Bir gün hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Abbâsa “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ey amcam, sen zenginsin! Ebû Tâlib amcam, fakîr ve çocukları da çokdur. Münâsibdir ki, kıtlık geçinceye kadar herbirimiz Ebû Tâlibin çocuklarına bakalım. Ona ma’îset husûsunda yardım edelim. Berâber Ebû Tâlibin huzûruna gelip, durumu söyledikde, Ebû Tâlib dedi ki, Ukayli benim ile bırakınız. Digerlerini siz bilirsiniz! Hazret-i Abbâs, Ca’fer-i Tayyârı “radıyallahü anhümâ” alıp, hazret-i Fâhr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Aliyyül Mürtedâyı “kerremallahü vecheh” kabûl kılıp, hazret-i Alî Onun kefâletinde oldu. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm da’vete ruhsat müjdeci getirinceye kadar, yanında kaldı. Hazret-i Ebû Bekrden sonra hazret-i Alî îmân ge- – 277 – tirdi. Sonra diger Sahâbe-i kirâm îmân getirdi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Ikinci Menâkıb: Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine nübüvvet Pazartesi günü bildirildi. Evvelâ hazret-i Ebû Bekr îmâna geldi. Ikinci olarak Salı günü hazret-i imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh” îmâna geldi. Hazret-i Ebû Bekrden “radıyallahü teâlâ anh” evvel kimse îmâna gelmemisdir. Ikinci îmâna imâm-ı Alî “radıyallahü anh” gelmisdir. On yasında idi. Ba’zıları yedi yasında idi dediler. Imâm-ı Alî “radıyallahü anh” ömründe hiç puta tapmadı. Hak Sübhânehü ve teâlâ onu puta tapmakdan sakladı. Hattâ bir rivâyetde Imâm hazretleri buyurmuslar ki: Annemin karnında yatarken, kiliseye varıp, puta tapmak istedikde, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin inâyeti ile, annemin yüregi agrımaga baslayıp, o kadar ızdırâp verdi ki, kiliseye varıp, puta tapmak istegini unutup, kendi evine döndü. Imâm hazretleri, Sultân-ı kâinâtın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-u serîflerinde yetismisdir. Imâm hazretlerinin yüksek sânları hakkında, üçyüz âyet-i kerîme nâzil oldugunu, hazret-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmisdir. Üçüncü Menâkıb: Hazret-i imâm-ı Alînin “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” birkaç adı var idi. Bir ismi Ebûl Hasen, bir ismi Ebûl Hüseyn ve biri Haydar [aslan] ve biri Kerrâr [muhârebede düsmana tekrâr tekrâr hamle eden], biri Emîr-ün nahl ve biri Ebû el Reyhâneyn ve biri Esedillah ve biri Ebû Türâb [topragın babası]dır. Lâkin kendileri her zemân buyururlar idi ki, bana Ebû Türâb adından sevgili ad yokdur. Zîrâ onu Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” koymusdur. Sebebi budur ki, bir gün Fâtıma-tüz Zehrâ ile imâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ” küsüsdüler. Imâm-ı Alî huzûrsuz olup, mescide varıp, kuru toprak üzerine yatdı. Fâtıma “radıyallahü anhâ”, o hâl ile Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine varıp, dedi ki, devletlü ve izzetli sultânım, babacagım! Yanlıslıkla hazret-i Alîyi küsdürdüm. Ammâ bilirim ki, suç benimdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” se’âdetle ve izzetle kalkıp, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini arayıp, mescidde buldu. Gördü ki, kuru toprak üzerinde yatıyor. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallahü – 278 – teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Kalk yâ Alî, kalk yâ Alî!). Hazret-i Alî gördü ki, çagıran Fahr-i âlemdir. Ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı kâinât gördü ki, imâm-ı Alînin yüzüne toprak yapısmıs. Bizzat mubârek elleri ile topragı yüzünden silkip, (Kalk yâ Ebâ Türâb) buyurdu. Onun için hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” her zemân, (Bana Ebû Türâbdan sevgili ism yokdur) buyururlardı. Lâkin (Sevâhid-ün nübüvve)de söyle yazılıdır. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Fâtıma-tüz-zehrânın “radıyallahü anhâ” evine gelip, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” göremeyip, nerede oldugunu sordu. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ dedi ki, yâ Resûlallah! Ba’zı seylerden üzülüp, dısarıya çıkdı. Gâlibâ mescide gitdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, se’âdetle mescide gelip, gördü ki, elbisesi latîf bedeninden düsüp, cism-i serîfi toz-toprak ile bulasmıs. Hazret-i Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o mubâregi temizleyip, (Kalk yâ Ebâ Türâb) buyurdu. Dördüncü Menâkıb: (Hazret-i Alî ile hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhümâ” evlenmeleri.) Nakl olunur ki, Server- i Enbiyâ ve Resûl-i kibriyânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hadîce-i kübrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinden altı evlâd-ı kirâmları vücûda geldi. Ikisi erkek ve dördü kız. Hadîce-i kübrâ, Fâtıma-i Zehrâyı “radıyallahü anhünne” küçük yasda bırakıp, dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya göç etdi [vefât etdi]. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hazret-i Fâtımayı bülûg çagına kadar kendi yanında bakıp, terbiye etdiler. Bir gün Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri Resûl-i ekremin huzûr-u serîflerine bir hizmet için geldiler. Hizmet edip döndükde, hazret- i Fâtımaya, bakdılar ki, kemâle gelip, evlenme vaktine gelmisler. Hemen hâtır-ı serîflerine geldi ki, Fâtımanın vâlidesi hayâtda olsa idi, Fâtıma bülûga erdikde, onun çeyizini hâzırlardı. Zîrâ Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hazret-i Fâtımaya muhabbeti çok fazla idi. Sebebi bu idi ki, gâyet zâhide idi. Hem de vâlidesi olan Hadîce-i kübrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerine benzerdi. Bu husûs mubârek hâtırlarına gelince, derhâl hazret-i Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm” gelip, Allahü teâlâ hazretlerinin selâmını Habîbine getir- – 279 – di. Dedi ki; (Yâ Muhammed! Allahü teâlâ buyurur ki, Habîbim hiç merâk etmesin ki, ben Fâtıma kulumun bütün ihtiyâclarını ve elbiselerini Cennet libâslarından yapıp, yakında sâdık ve muvahhid ve has kuluma veririm.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerinden bu kelâmı isitip, sükr secdesi yapdı. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlânın huzûruna vardı ve geri döndü. Elinde bir altın sini, üstünde altın bogça ile örtülmüs, bin Kerûbiyân melegi iledir. Arkasından hazret-i Mikâîl aleyhisselâm elinde bir altın sini, bir altın bogça örtülmüs ve ta’zîm için bin Kerûbiyân melegi iledir. Onun ardınca hazret-i Isrâfîl aleyhisselâtü vesselâm, elinde bir altın sini, bir altın bogça ile örtülmüs ve bin melek iledir. Onun ardınca, hazret-i Azrâîl aleyhisselâm, bir altın sini, bir altın bogça ile örtülmüs. Bin melek iledir. Bu melekler, getirip sinileri Server-i kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına arz eylediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bunları gördü. Buyurdu ki, yâ kardesim Cebrâîl. Allahü teâlânın emr-i serîfi nedir. Bu siniler ile ne emr ederler. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder ve buyurur ki, ben Habîbimin kızı Fâtıma-i Zehrâyı Alîye verdim. Ars-ı Uzmâda nikâh etdim. Hemen Habîbim de Eshâb arasında nikâh eylesin. Sinilerin birinde Cennet libâsları [elbiseleri] vardır. Fâtımaya giydirsin. Diger sinilerde Cennet yiyecekleri vardır. Eshâbına ziyâfet versin. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu müjdeyi isitdi. Tekrâr sükr secdesi yapıp ve hazret-i Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâma dedi ki: Yâ kardesim Cebrâîl. Dilerim ki, nikâhın nasıl yapıldıgını aynen açıklıyasın. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, Yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ emr etdi ki, Cennet kapılarını açsınlar. Cenneti süslesinler. Sonra Cehennem kapılarını kapatsınlar. Yedi kat gökde ve yerde ne kadar Kerûbiyân, mukarrabîn ve rûhâniyyân var ise Ars-ı azîmin zıllinde [gölgesinde] secere- i Tûbâ [Tûbâ agacı altında] toplansınlar. Allahü teâlânın emri yerine geldi. Allahü teâlâ yine emr etdi ki, melekler üzerine tatlı bir rüzgâr esdi ki, vasfı anlatılamaz. O tatlı rüzgâr, Cennet agaçlarının üzerine eser. Çünki, Cennet agaçlarının yapraklarının birbirine dokunması ile hos bir sedâ hâsıl oldu ki, dinliyenlerin aklları baslarından gitdi. Ondan sonra gönül kus- – 280 – larına emr eyledi ki nagmeye basladılar. Yâ Habîballah! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri cemâlini arz buyurdu. Buyurdu ki, yâ Cebrâîl, sen aslanım Alînin vekîli ol. Ben de Fâtımanın vekîli olayım. Yâ Meleklerim siz de sâhid olunuz. Fâtımayı halâllige Alîye verdim. Yâ Cebrâîl, sen de vekâletin hasebiyle Alî için kabûl eyle. Orada nikâh oldu. Sana da emr olundu ki, burada da Sahâbe-i güzîni “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” toplayıp, nikâh yapasın. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bunu isitdi. Tekrâr sükr secdesi yapdı. Emr eyledi ki, Sahâbe-i güzîn hazretlerini toplasınlar. Ondan sonra hazret-i Cebrâîle dedi ki, yâ kardesim Cebrâîl! Kızım Fâtıma benim hâtırımı kırmaz. Bu Cennet elbiselerini dünyâda giymege degmez. Geriye Cennete götürünüz! Sahâbe-i kirâm toplandı. Hazret-i Resûlün ve hazret-i Alînin vekîli kim olacak diye bakdılar. Biraz durakladılar. Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm gelip, dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana selâm edip, emr eyledi ki, hutbeyi hazret-i Alî okusun. Hazret-i Alî hutbeyi okudu [kimse onun yerine vekîl olmadı. Kendisi bulundu]. Dörtyüz akçe ile nikâh eylediler. Müjdeyi, hazret-i Fâtımaya “radıyallahü teâlâ anhâ” müjdelediler. Hazret-i Fâtıma râzı olmadı. Hazret-i Cebrâîl tekrâr geldi. Yâ Resûlallah! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki; Fâtıma dörtyüz akçe ile nikâha râzı olmaz ise dörtbin akçe olsun. Geri hazret-i Fâtımaya söylediler. Yine râzı olmadı. Geri hazret-i Cebrâîl gelip, dörtbin altın emr olundu. Hazret-i Fâtıma yine râzı olmadı. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ emr etdi ki, Sen bizzat, hazret-i Fâtıma huzûruna varıp, murâdı ne ise süâl edesin. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Fâtımanın yanına varıp, murâdını süâl buyurduklarında, hazret-i Fâtıma dedi ki: Yâ Habîballah, murâdım budur ki, sen, mahser meydânında mü’minlerin günâhkârlarından nicelerine sefâ’at edip, Cennete koyarsın. Ben de onların hâtunlarına sefâ’at edip, Cennete koyayım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri çıkıp, hazret-i Fâtımanın murâd-ı serîflerini beyân buyurdu. Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlânın huzûr-ı serîflerine varıp, hazret-i Fâtımanın arzûsunu iletdi. Geri nüzûl edip [inip] dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ Fâtımanın murâdını kabûl edip, o da rûz-i cezâda [mahser meydânında (kıyâmet gününde)] sefâ’atcı olsun, diye buyurdu. Hazret-i Resûlul- – 281 – lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Fâtımaya, murâdı kabûl olup, sefî’a oldugunu [sefâ’at edecegini] kendisine iletdi. Yâ Resûlallah! Hazretinizin sefâ’at edecegine huccet [delîl] kelâm-ı kadîmde ve Fürkân-ı azîmde âyet-i kerîmelerdir. Yâ bana kat’i hüccet [delîl] nedir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: Ey ciger gûsem; cenâb-ı hazret-i Rabbil izzete murâdını arz edeyim. Göreyim ne fermân olunur. Çıkıp, Cebrâîl aleyhisselâma Fâtımanın murâdını beyân etdi. Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlânın huzûruna arz edip, hemen geri döndü. Elinde bir beyâz ipek getirdi. Resûlullahın huzûrunda ak ipegi açıp, içinden bir kâgıd çıkardı. (Yevm-i cezâda [kıyâmet gününde] mü’min hâtunların âsîlerine, kulum Fâtımayı sefâ’atcı etdigime bu hucceti yanında bulundursun.) Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o kâgıdı geri harîre [ipege] sarıp, hazret-i Fâtımaya getirdi. Hazret-i Fâtıma hucceti gördü. Kabûl edip, nikâha râzı oldu. (Allahü teâlâ kalbdekileri bilir. Allahü teâlâ için, neden böyledir diye sorulmaz.) Rivâyetde gelmisdir ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Fâtımayı hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” verdiği zemân onsekiz akçe verdi. Bir gelinlik ve bir de kaftan aldı. Hazret-i Fâtımaya giydirdigi zemân, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” agladı. Hazret-i Fâtıma dedi ki, se’âdetim ve izzetim babam, niçin aglarsın. Buyurdular ki, (ciger gûsem, gözümün nûru kızım, onun için aglarım ki, kıyâmet gününde, Allahü teâlânın huzûrunda bu onsekiz akçe ile bu kaftanın hesâbını nasıl vereceksin.) Bunların hâli böyle olunca, gör zemâne adamları kızlarının dertlerine düsüp, nice bin, belki nice yük akçe çeyize sarf edenlerin âhıretde hâlleri nasıl olur. Hâlimiz kederlidir. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri inâyet ve hidâyet ile, Habîbi ve Ehl-i beyti hurmetine, keremi, fadlı ve ihsânı ile afv ve magfiret buyursun. Besinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” orta boylunun kısası idi. Genis gögüslü idi. Elâ gözlü idi. Mubârek sakalı bütün eshâbdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” çok idi. Mubârek karnı büyükce idi. Her ne zemân kâfirlerin yüzlerine baksa, kalblerine korku düsüp, hazân yapragı gibi titrerlerdi. Bu mubârek cüsse ile üç, dört ve bes gün, ba’zan da ye- – 282 – di, sekiz gün yemek yimezdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine süâl etdiler ki, hazret-i Alî yemek yimez, hikmeti nedir. Buyurdular ki; (Hazret-i Alînin kuvvet-i kudsiyyesi vardır. Açlıgı bilmez.) Umûmiyyetle gazâlarda nice günler yemek yimez ve gazâ ile mesgûl olurdu. Açlık hâtır-ı serîflerine gelmezdi. Kuvvet-i kudsiyyesi ile içi temâmen dolu idi. Bir gazâ vâki’ olmamısdır ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” onda mevcûd olmasın. Bir kal’ayı almakda zorlanılsa veyâ düsman galebe etse, Sultân-ı kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sancagı hazret-i Alînin eline verip de buyururdu ki, (Yâ Alî! Bu feth senindir. Var feth eyle! Seni Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine ısmarladım) diye gönderirdi. Feth ederdi. Altıncı Menâkıb: Benî Necrân derler, hıristiyanlardan bir kabîle var idi. Kalabalık bir kabîle idi. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bunlara her ne kadar nasîhatda bulundu ise de, kimse râzı olmayıp, ıslâh olmadılar. Inâd ve taskınlıklarını artdırdılar. Bir vechle bunlar îmâna gelmediler. Bunlar hakkında ibtihâl (karsılıklı yemînlesme) âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Ibtihâl ile emr olundular. Sûre-i Âl-i imrânda, [61.ci âyet-i kerîmede] meâlen buyurulmusdur: (Seninle mücâdele edenlere [hıristiyanlara] de ki: Geliniz biz ve siz, ogullarımızı [evlâdlarımızı], kadınlarımızı ve kendimizi çagıralım. Sonra ibtihâl edelim. [Îsâ aleyhisselâm hakkında] kim yalan söylüyor ise, Allahü teâlânın la’neti onun üzerine olsun diyelim!) (Tefsîr- i Meâlim)de buyurmus ki, (......... ya’nî kim ki seninle, hazret- i Îsâ aleyhisselâm hakkında mücâdele etse, sana, hazret-i Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın kulu ve Resûlü oldugu hakkında ilm geldikden sonra, denildi ki, ebnâünâdan murâd Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleridir. Enfüsenâdan murâd, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kendileridir ve hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”dir. Zîrâ, arablarda, kisinin, amca oglu kisinin kendisinden sayılır.) Nitekim Allahü teâlâ hazretleri buyurur: (........ murâd ihvâneküm demekdir). Denildi ki, ibtihâl cümle ehli dîne umûmdur. Ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdular ki, ya’nî düâda tadarru’ edelim. Ve Kelbî dedi ki, düâda ictihâd ve mübâlaga edelim. Kesâî ve Ebû Ubeyde dediler ki, (lâin) ediselim [birbi- – 283 – rimize la’net edelim!]. Zîrâ ibtihâl telâundur. (La’netlesmekdir.) La’netullah ma’nâsına derler. (Allahü teâlânın la’neti onun üzerine olsun demekdir.) Bizden ve sizden hepimiz Allahın la’netini yalancılar üzerine kılalım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu âyet-i kerîmeyi Necrân kavmi üzerine okudu ve onları mübâheleye da’vet etdi. Onlar refîklerimize [arkadaslarımıza] gidelim. Emîrimizle müsâvere edelim. Sonra yarın gelelim dediler. Varıp bir yere toplandılar. Reîslerine mubâhele hakkında ne düsündügünü sordular. Ona, yâ Mesîhin kulu! Rey’ hakkında ne düsünürsün, dediler. O dedi ki: Yâ Nasâra cemâ’ati. Muhakkak siz biliniz ki, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Peygamberdir. Vallahi la’net etmez. Bir kavm Peygamber ile mübâheleye kalkısırsa, o kavmin büyügü, küçügü muhakkak helâk olur. Hemen sâhibinizin yanına varınız. Kavli üzerine ikâmet edip, va’d alınıp, kendi bildiginizden dönün. Ertesi gün, hazret-i Alî ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı serîflerine geldiler. Hâlbuki Resûlullah hazretleri Hüseyni kucagına almıs, hazret-i Hasenin elinden tutmus, hazret-i Fâtıma ardınca yürürdü “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bunlara, (ben düâ edeyim, siz âmîn deyiniz,) buyurdu. Nasâra kavminin reîsleri yanındaki hıristiyanlara dedi ki, yâ nasâra cemâ’ati. Ben muhakkak öyle yüzler görüyorum ki, eger Allahü teâlâ hazretlerinden, bir dagı yerinden kaldırmasını isteseler, Allahü teâlâ hazretleri, o dagı onlar hürmetine kaldırır. Sakın mübâhele etmeyiniz! Yoksa helâk olursunuz. Kıyâmete kadar yeryüzünde nasrânî kalmaz. Sonra reîsleri, Peygamberimize “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dedi ki, yâ Ebel Kâsım! Biz karâr verdik ki, seninle, mübâhele etmiyelim. Senden ayrılalım. Sen dînin üzerine sâbit ol. Biz de dînimiz üzerinde sâbit olalım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Mübâheleden vaz geçdi iseniz müslimân olunuz. Size lâzım olan sey, müslimânlara olur.) Onlar müslimân olmak istemediler. (Kıtâle hâzır olun. Muhakkak sizinle mukâtele ederiz) buyuruldu. Onlar dediler ki, biz seninle harb edemeyiz. Lâkin seninle sulh olalım ki, bizimle mukâtele etmi- – 284 – yesiniz. Bizi korkutmıyasınız. Dînimizden döndürmiyesiniz. Biz de sana her sene iki bin hulle verelim. Bin hulle Saferde, bin hulle Recebde. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu kavl üzerine sulh etdi. Sonra buyurdular ki; (Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, azâb Necran ehlinden döndü. Eger mübâhele etseler idi, maymûna ve hınzıra dönerlerdi. Bulundukları vâdi ates ile dolardı. Allahü teâlâ Necrânın ve halkının kökünü kazırdı. Agaçlardaki kuslar bile canlı kalmaz, bir sene geçmeden hepsi helâk olurlardı.) [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 369.cu sahîfesine bakınız!] Yedinci Menâkıb: Mîr Hüseyn Vâ’ız “rahimehullahü teâlâ” (Mevâhib-i aliyye) adlı tefsîrinde, sûre-i Bekarada 274.cü âyet-i kerîmenin tefsîrinde, beyân etmisdir. Bu âyet-i kerîmenin indirilis sebebinde bildirilmisdir. Hazret-i Aliyyül Mürtedânın “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” dört dirhemi var idi. Onun birisini âsikâre [açıkdan] tasadduk eyledi [sadaka verdi]. Birisini gizli tasadduk etdi. Birisini kara gecede, birisini de gündüz tasadduk eyledi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. (Mallarını Allah yolunda, gecegündüz, gizli-âsikâr olarak dagıtanların, Allahü teâlâ indinde ecrleri çokdur ve hâzırdır. Onlar için gelecekde korku yokdur. Geçmis için mahzûn olmaz, üzülmezler.) [Bekara sûresi 274.cü âyet-i kerîme meâli.] Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh” bu çesid sadaka vermesine hangi seyin sebeb oldugunu sordu. Cevâb verdi ki, bu dört sekl dısında sadaka verme yolu görmedim. Her seklde sadaka verdim ki, bunlardan biri kabûl serefi bulup, digerleri de Allahü teâlânın rızâsına erer. Sekizinci Menâkıb: (Meâlim-üt-tenzîl)de sûre-i Secdede, meâl-i serîfi, (Îmân eden [inanan] kimse, fâsık [inanmıyan] gibi midir. Bunlar esit olmazlar) olan, onaltıncı âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Muhyissünne “rahimehullahü teâlâ” beyân buyurmuslar. Bu âyet-i kerîme, Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” ve Velîd bin Ebî Mu’ayt hakkında nâzil olmusdur. Velîd bin Ebî Mu’ayt, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin ana tarafından akrabâsıdır. Hazret-i Alî ile Velîd arasında çekisme ve münâkasa oldu. Velîd hazret-i Alîye dedi ki; sen sus! Muhakkak sen çocuksun. Ben lisân cihetinde senden dahâ açıgım. – 285 – Mızrak [ok] atmakda senden mâhirim. Kalb cihetinden senden cesâretliyim. Harblerde, hasmet cihetinden dahâ gösterisliyim. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, sen sus! Muhakkak sen fâsıksın. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi gönderdiler. (Onlar müsâvî degillerdir) buyurdular. (Ikisi müsâvî degildir) buyurmadılar. Zîrâ bir mü’min ve bir fâsık murâd etmediler. Belki bütün mü’minleri ve bütün fâsıkları irâde buyurdular. Dokuzuncu Menâkıb: (Meâlim-üt-tenzîl) tefsîrinde, imâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” hazretleri (Hel etâ) [insan] sûresinde, meâl-i serîfi (Onlar kendileri arzû etdikleri [içleri çekdigi hâlde] yiyecegi, fakîrlere [yoksullara], öksüze ve esîre yidirirler) olan sekizinci âyet-i kerîmenin tefsîrinde beyân buyurmusdur ki, bu âyet-i kerîmenin nüzûl [inis] sebebinde ihtilâf etmislerdir. Mücâhid ve Atâ, Ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hakkında nâzil oldugunu rivâyet etmislerdir. Kıssasını kısaltarak beyân etmisler. Lâkin diger tefsîrlerde ve menâkıbda su seklde anlatılmısdır. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hasta olmuslardı. Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile görmege vardılar. Hazret-i Alî ve hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâya “radıyallahü teâlâ anhümâ” hitâb edip, buyurdular ki, (Bu ciger gûselerinize bir nezr eyleyin [bir adak adayın]!) O iki Server ve Fıdda adlı câriyeleri, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu ikisine [ya’nî Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhümâ” hazretlerine] sıhhat verir ise, üçer gün oruc bize nezr olsun dediler. O iki Cennet râyihâları sifâ buldu. Ancak evlerinde yinilecek birseyi yok idi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” varıp, bir yehûdîden üç sa’ arpa borç aldı. Üçü de nezr etdikleri oruclara niyyet etdiler. O ölçek arpanın bir ölçegini hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin câriyesi ügütüp, bes adet ekmek pisirdi. Kendileri bes kisi idiler. Iftâr vakti oldu. O bes çöregin birini hazret-i Alînin önüne ve birini hazret-i Hasenin önüne ve birini hazret-i Hüseynin önüne ve birini Fıdda câriyeye ve birini de [hazret-i Fâtıma] kendi önüne koydu. Iftâr yapacaklardı. Bir miskîn gelip, dedi ki: Yâ Ehl-i beyt-i Resûlallah! Mis- – 286 – kîn müslimânlardan bir miskînim. Bana yiyecek verin. Allahü teâlâ hazretleri sizi Cennet ni’metleri ile ta’âmlandırsın. Ellerindeki çörekleri ona sadaka verip, kendileri su ile iftâr etdiler. Ertesi gün yine oruc tutdular. Câriye bir ölçek arpa dahâ ügütüp, yine bes çörek pisirdi. Iftâr vaktinde, önlerine alıp, iftâr edecekleri sırada, bir yetîm geldi. Besi de çörekleri ona verip, o yetîmi sevindirip, kendileri su ile iftâr edip, uyudular. Ertesi günü yine oruc tutdular. O kalan bir ölçek arpayı da, bes çörek yapıp, önlerine aldılar. Iftâr edecekleri vakt, bir esîr gelip, dedi ki, üç gündür açım. Beni baglayıp, yemek de vermediler. Allahü teâlâ için bana acıyın, dedi. Besi de çöreklerini ona verip, yine su ile iftâr etdiler. Ba’zı rivâyetde o esîr sirk ehlinden idi. Bu rivâyet delîl olur ki, ehl-i sirkden de olsalar, esîrlere yiyecek verilirse, sevâb olacagı anlasılmakdadır. (Meâlim-üt-tenzîl)de böyle yazılıdır. Rivâyet olunur ki, dördüncü gün sabâhladılar. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ anhümâ” ellerinden tutup, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı serîflerine götürdüler. Hazret-i Habîb-i ekrem onları, açlıkdan kus yavrusu gibi titrerler seklde gördüler. Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerine buyurdu ki, yâ Alî! Bizi üzüntüye gark etdin. Kalkıp bunları aldı. Hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhâ” yanına vardı. Fâtımayı mihrâbında gördü ki, karnı arkasına yapısmıs ve mubârek gözleri çukura gitmis. Üzüntüsü dahâ da artdı. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm nâzil oldu ve dedi ki; Yâ Muhammed! Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri mubârek etsin. Ehl-i beytin hakkında âyet-i kerîme gönderdi. (Hel etâ) sûresini okudu. Rivâyet olundu ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bunları bu hâlde görünce buyurdular ki: (Yâ kızım Fâtıma! Baban üç gündür ta’âm yimemisdir.) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Medîneden dısarı gitdi. Gördü ki, bir arab kuyudan su çekip, davarına su verir. Alî “radıyallahü teâlâ anh” araba dedi ki, yâ kisi, sana ücret ile su çekeyim mi. O da hos [iyi] olur dedi. Her kovaya bir avuç hurmaya ücret ile pazarlık etdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” su çekmege basladılar. Yeteri kadar çekip, son kovayı çekdiklerinde, Allahü teâlânın hikmeti, kovanın ipi kopup, ko- – 287 – va kuyuya düsdü. Arab, Alînin “radıyallahü teâlâ anh” mubârek yüzüne bir tokat vurdu. Getirip, hesâbınca hurma verdi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” mubârek elini, o derin kuyuya sokup, kovayı çıkardı. Arabın eline verdi. Sonra da koyup, gitdi. Hazret- i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhâ” yanına varıp, hurmayı önlerine koydu. Hurmayı yir iken, hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” bakdı. Mubârek yüzünde tokat eserini gördü. Dedi ki, yâ Alî, yüzünüzde bir iz vardır; bu nedir. Alî “radıyallahü teâlâ anh” gizleyip, birsey yokdur, buyurdular. Bu tarafda ise hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, kovayı kuyudan alıp, arabın eline verip gitmisdi. Arab da hayret etmisdi. Düsündü ki, eger bu kisinin dîni ki, Muhammed dînidir. Hak din olmasa idi, bu derin kuyudan kovayı nasıl çıkarırdı. Kendi kendisine dedi ki, bir el ki böyle küstâhlık etmis olsun, o el bana lâzım degildir deyip, hazret-i Alîye vuran elini kesip, eline aldı. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin huzûrlarına gitmek üzere yola koyulup, geldi ve kapıyı çaldı. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” kapıya çıkıp, gördügü gibi, acele ile geri içeri girip, dedi ki; yâ Resûlallah! Bir arab gelmis. Elinde kendinin bir kesik eli var. Kanı akar. Aglar. Sizi görmek ister. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” tebessüm edip, buyurdu ki, yâ Alî! O arab edebsizlik eden arabdır. Söyle içeri gelsin. Varıp, söyledi. Arab içeri girdikde, hazret-i Habîbullah o arabı o hâl üzere görüp, üzüldü. Ona dedi ki, niçin böyle hatâya düsdün, hatâ isledin. Arab aglı(Zeker), küstâhlıgının özrünü dileyerek îmâna geldi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kesik elini yerine koyup, mubârek agzının suyunu sürüp, düâ buyurdu. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile arabın eli sapasaglam oldu. Onuncu Menâkıb: (Menkıbe-i Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ”.) Rivâyet olunur ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri; Aliyyül Mürtedâ hazretlerine buyurdular ki, (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâyı sever misin!) Hazret-i Alî dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah.) (Beni sever misin.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi, (Evet, yâ Resûlallah.) Buyurdu ki, (Fâtımayı sever misin.) Dedi ki (Evet, yâ Resûlallah!). Buyurdu ki (Hasen ve Hüseyni sever misin.) Dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- – 288 – lem” buyurdu ki, (Yâ Alî! Bu kadar muhabbeti bir gönüle nasıl sıgdırırsın!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mu’ciz süâl beyânlarına cevâb veremedigini beyân etdi. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki; bunda üzülecek ne vardır. Allahü Sübhânehü ve teâlâyı sevmek, îmândan ve akldandır. Muhammed aleyhisselâmı sevmek îmândandır. Beni sevmek sehvetindendir. Hasen ve Hüseyni sevmek tabî’atındandır, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” acele, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına gelip, o cevâbı söyledi. Resûlullah buyurdu ki, (Demek olur ki, bu yemis nübüvvet agacının yemisidir.) Ya’nî yâ Alî, bu cevâb senin degildir. Fâtımanın cevâbıdır. Bu cevâbda derin ilm vardır. Düsünmelidir. Onbirinci Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 250.ci sahîfesinde buyuruluyor ki: (Bahr-ül-Ulûm) adındaki tefsîrde bildirilen hadîs-i serîflerde, (Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekrdir. Dinde en kuvvetli olan Ömerdir. Hayâsı en çok olan, Osmândır. Islâmiyyetde her süâli cevâblandıran Alîdir. Halâl ve harâm olanları en iyi bilen Mu’âzdır. Kur’ân-ı kerîmi en güzel okuyan Ubeyy bin Kâ’bdır. Münâfıkları tanıyan, Huzeyfetibni Yemândır. Îsâ aleyhisselâmın zühdünü görmek isteyen Ebû Zerin zühdüne baksın! Cennet, Selmân-ı Fârisîye âsıkdır. Hâlid bin Velîd, Allahın kılıcıdır. Hamza, Allahü teâlânın arslanıdır. Hasen ve Hüseyn Cennet gençlerinin en üstünüdür. Ca’fer bin Ebî Tâlib, Cennetde meleklerle berâber uçar. Cennet kapısını ilk açacak olan Bilâldir. Benim Kevser havuzumdan ilk içecek olan Suheyb-i Rûmîdir. Kıyâmet günü melekler ilk önce Ebüdderdâ ile müsâfeha eder. Her Peygamberin bir arkadası vardır. Benim arkadasım Sa’d bin Mu’âzdır. Her Peygamberin Eshâbından seçdikleri vardır. Benim seçdiklerim, Talha ve Zübeyrdir. Her Peygamberin mahrem islerini gören yardımcısı vardır. Benim yardımcım, Enes bin Mâlikdir. Her ümmetde hakîm vardır. Benim ümmetimde hikmeti çok söyliyen Ebû Hüreyredir. Hassân bin Sâbitin sözleri Allah tarafından te’sîrlidir. Ebû Talhanın harb meydânındaki sesi, bir fırka askerden dahâ kuvvetlidir) buyurdu. (Bahr-ül-ulûm) kitâbını yazan Alâüddîn Alî Semerkandî sekizyüzaltmıs (860) senesinde, Anadoluda Lâ- – 289 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:19 rende sehrinde vefât etmisdir.] Onikinci Menâkıb: (Mesâbîh-i serîf)de, sahîh hadîsler bâbında, Sa’d bin Ebî Vakkâsdan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunmusdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Alîye “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, (Senin ile ben, Hârûn ile Mûsâ “aleyhimesselâm” gibiyiz. Benden sonra Peygamber yokdur.) Türpüstî “rahimehullah” dedi ki, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Tebûk gazâsı için yola çıkdıklarında, hazret-i Alîyi Medînede Ehl-i beyti üzerine halîfe bırakdı. Emr etdi ki, onların islerini görsün. Münâfıklar isitip, birbirine dediler ki, Alîyi halîfe bırakmakdan maksadı, onun yanında bulunmasından [sohbetinden] sıkıldıgı için idi. [Münâfıklar böyle dediler.] Hazret-i Alî münâfıkların bu sapık sözlerini isitdi. Silâhını kusanıp, çıkdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Cürf) adlı menzilde konaklamıs idi. Huzûr-ı serîflerine varıp, dediler ki, yâ Resûlallah! Münâfıklar, bu kölenizi halîfe etmenizin sebebini, yanınızda götürünce sıkılacagınızdan ötürü oldugunu söyliyorlar. Habîb-i Muhterem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Münâfıklar yalan söylüyorlar! Seni Medînede bırakdıklarıma halîfe yapdım. Geri dön. Benim ehlime ve senin ehline halîfem ol. Yâ Alî! Benim ile; Mûsâ aleyhisselâm ile Hârûn aleyhisselâmın oldugu gibi olmak istemez misin! Nitekim Hak celle ve alâ buyurur; (A’râf 142.ci âyet) (Mûsâ, kardesi Hârûna, kavmimde halîfem ol! dedigini haber vermisdir.)) Müslim sârihi “rahimehullahü teâlâ” beyân edip, dediler ki, bu hadîs-i serîf o hadîs-i serîflerdendir ki, râfizî ve diger sî’a fırkaları bunu sened olarak almıslardır. Bu hadîs-i serîfe göre hilâfet, muhakkak hazret-i Alînin idi. Baskasının halîfe olmasına kendisi râzı olmusdur. Bu fırkalar ihtilâf etdiler. Râfizîler Sahâbe- i güzîni hazret-i Alî üzerine baskasını üstün tutdukları için, tekfîr etdiler. Ba’zıları da çok taskınlık edip, hazret-i Alîyi de tekfîr etdiler ki, kendi kötü düsüncelerince hilâfet kendinin hakkı idi. Niçin taleb etmege gayret etmedi. Bu tâife mezheblerinin çok asırılıgı cihetinden ve akllarının çok fesâdından, bunlar muhâtab kabûl edilmemis ve sözlerine cevâb verilmemisdir. – 290 – Kâdî “rahimehullah” buyurmusdur ki, bu sözleri söyliyen kimsenin küfründe sübhe yokdur. Zîrâ bir kimse ki, bütün ümmeti tekfîr eder, ilk asrı tekfîr eder. Muhakkak ki, nakl edilen dîni bâtıl kılmıs olur. Islâmı kötülemis olup, Allahü teâlâ muhâfaza etsin, kâfir olur. Ammâ Gulât-ı râfizîden baskası, bunların yolundan gitmemisdir. Imâmiyye ve ba’zı mu’tezile; Sahâbe “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh” önce digerlerini halîfe seçdikleri için hatâ etdiler, derler. Ancak tekfîr etmezler. Hâlbuki bu hadîs-i serîfde bunların hiçbirine delîl yokdur. Belki bunda hazret-i Alînin “radıyallahü anh” fazîletinin isbâtı için delîl vardır. Ammâ gayriden efdal olmasına ve gayri ile misilli olmasına kinâye yokdur. [Baskalarından üstünlügü veyâ berâberligi anlasılmamalıdır.] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra halîfe olacagına isâret yokdur. Zîrâ bu sözü Tebûk gazâsına gitdikleri vakt, Medîne-i münevverede kendi yerine geçirmelerinde buyurdular. Yukarıda zikr olundu. Bu sözü kuvvetlendiren odur ki, hazret-i Hârûn aleyhisselâm hazret-i Alîye benzetilmisdir. Hazret-i Mûsâ aleyhissalâtü vesselâmdan sonra [Hârûn aleyhisselâm] halîfe olmadı. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından meshûr rivâyete göre kırk yıl sonra vefât etdi. Dediler ki, o vefât etdiginde onu halîfe yapmadı. Rabbine münacât etmege giderken, onu yerine halîfe yapdı. [Hârûn aleyhisselâm ondan sonra halîfe olmadı.] Onüçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de, anlatılan menâkıbın meshûr olan hadîs-i serîflerinde zikr olunmusdur. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurmusdur ki, ekin dânesini bitiren ve insanı halk eden Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ümmî olan Nebî “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni kasd ederek; (Alîyi ancak mü’minler sever. Alîye ancak münâfıklar bugz eder!) buyurmusdur. Müslim sârihi “rahimehullahü teâlâ” buyurmuslar ki, bu hadîs- i sahîhin ma’nâsı sudur. Muhakkak ki bir kimse, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yakınlıgını, Resûlullahın hazret-i Alîye sevgisini bilir ve hazret-i Alîden sâdır olan seyleri islâmın yayılmasında ve islâmda hizmetlerini düsünerek, bu sebebler ile hazret-i Alîye muhabbet ederse, o kimsenin îmânın sıhhatine delîller- – 291 – den olur. Allahü teâlânın râzı oldugu ve islâma hizmetleri ve yukarıdaki sebeblerin aksine Alîye “radıyallahü teâlâ anh” bugz ederse, o muhabbet eden kimsenin zıddı olup, nifâkı siddetli olur. Fesâdı çok olur. Allahü teâlâ muhâfaza etsin. Ondördüncü Menâkıb: Yukarıda bahs edilen hadîs-i serîflerden sonra, Sehl ibni Sa’d “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmusdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Hayber günü muhakkak ben bu bayragı yarın bir sahsa veririm. Allahü teâlâ onun üzerinde feth müyesser eyler. O sahs Allahü teâlâ hazretlerini ve Resûlünü sever. Allahü teâlâ hazretleri ve Resûlü de onu severler.) O günün sabâhında, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı serîflerine sür’atle varanlardan her biri ümîd ederler ki, bayrak kendisine verilsin. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Alî bin Ebî Tâlib nerededir.). Dediler, yâ Resûlallah, hazret-i Alînin gözleri agrıyor. Buyurdular ki, (Adam gönderin, getirsinler). Vardılar, getirdiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek tükrügünü, hazret-i Alînin gözlerine sürdü. Agrıdan kurtuldu. Sanki hiç agrı görmemis gibi idi. Alemi [bayragı] hazret-i Alîye verdi. Hazret-i Alî dedi ki, yâ Resûlallah! Kâfirler ile bizim gibi oluncaya kadar muhârebe edecegim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Rıfk ve sükûn üzere hareket eyle. Hattâ onların topraklarına gir. Sonra onları islâma da’vet et. Allahü teâlânın islâm dîninde onlar hakkında bildirdiklerini haber ver. Allahü tebâreke ve teâlânın senin sebebin ile bir sahsa hidâyet vermesi, muhakkak kırmızı develerin olup, sadaka vermenden hayrlıdır.) Onbesinci Menâkıb: (Mesâbîh)in yine hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ile alâkalı menâkıbın hadîs-i serîfler kısmında, Imrân bin Hasîn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmusdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Alî benden, ben de Ondanım. Alî bütün mü’minlerin velîsidir.) Sârîh (:::)î “rahmetullahi teâlâ aleyh” beyân etmisdir. Kâdî “rahimehullahü teâlâ” buyurdular ki: Sî’a tâifesi dediler ki; tasarruf edici hazret-i Alîdir. Ve dediler ki, hadîs-i serîfin ma’nâsı budur ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, tasarruf etdigi herseyde hazret-i Alî ta- – 292 – sarrufa müstehak olur. Mü’minlerin islerini görmek de tasarrufa girer. Onun için hazret-i Alî mü’minlerin imâmıdır. Biz onlara deriz ki, mü’minlerin velîsi olmagı, halîfe (imâm) olmak ma’nâsına anlamak dogru olmaz. O zemân bütün mü’minlerin islerini de üzerine almak îcâb eder. Zîrâ Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hayâtlarında mü’minlerin bütün islerini kendileri görürdü. Ancak vâcib oldu ki, vilâyeti [velî olmagı], muhabbet ve buna benzer seyler sekliyle anlamalıdır. Onaltıncı Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf)de bahs edilen menâkıbın meshûr hadîs-i serîfler kısmında, Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmusdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini birbiri arasında kardes kıldı. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” sonraya kaldı. Mubârek gözlerinden yas akar [ya’nî aglar idi]. Dedi ki; Yâ Resûlallah! Sahâbe-i güzîni aralarında kardes kıldın. Beni kimse ile kardes yapmadın. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Sen benim dünyâda ve âhıretde kardesimsin.) (Tirmizî) rivâyet etmisdir. Onyedinci Menâkıb: Yine yukarıdaki hadîs-i serîfden sonra, Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmisdir. Enes “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yanında bir pismis kus var idi. Buyurdular ki; (Allahım! Bana mahlûklarından en çok sevdigini gönder!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Berâberce yidiler. (Tirmizî) rivâyet etdi ve dedi ki, bu hadîs-i serîf hasen ve garîbdir. Sârih Türpüstî (Allahü teâlâ ona hayrlar versin) “rahimehullah” bu hadîs-i serîfin serhinde, fesâhat ve belâgat ile genis bir mukaddemeden sonra buyurmus ki, bu bir hadîsdir ki, mübtedi’ler [yoldan çıkmıslar] bunun ile oklarını bileyip, bunu vesîle yapıp, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetine hücûm ederler. Hâlbuki o hazretin hilâfeti, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin intikâlinden [vefâtından] sonra, bu ümmetde müslimânların icmâ’ı ile sâbit olan ahkâmın evvelidir. Dîni ayakda durduran direklerin en saglamıdır. Bu hadîs-i serîf, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” birinci halîfe ol- – 293 – masını ve diger Sahâbeden üstün olmasını îcâb etdiren sahîh hadîsler ve buna ilâve olarak Sahâbe-i kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” icmâ’ı karsısında mukâvemet edemez. Zîrâ bu bahs edilen hadîs-i serîf, nakl ehli için mekâle [bend] vardır. Bu misilli hadîs icmâ’ın hilâfı üzerine olmak câiz olmaz. Husûsan o Sahâbe ya’nî Enes “radıyallahü teâlâ anh” ki, bu hadîs-i serîfi rivâyet etdi. Eshâb-ı kirâmın icmâ’ında [ya’nî hazret- i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” halîfe seçiminde] hayâtda idi. Eshâb-ı kirâm bu hadîs-i serîfi isitdikleri hâlde icmâ’ etmislerdir. Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden bu hadîs sâbit ise, ma’nâsı bozulmıyacak seklde te’vîl edilebilir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, en çok sevdigini, gönder buyurması, en çok sevdiklerinden birini gönder ma’nâsınadır. Çünki, Resûlullah da Allahü teâlânın yaratdıkları içindedir. Allahü teâlânın en çok sevdigi Odur. Bu misilli kelâm arabîde çokdur. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullahdan dahâ sevgili olması düsünülemez. Eger denilirse ki, dinde Allahü teâlânın en sevdigi kul odur. Biz de öyle deriz. Sahîh nass ve icmâ’ı ümmet ile bildirilmisdir. Muhakkak, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri amcası ogullarından kendisine sevgili olanı murâd etdiler. Zîrâ Resûlullah hazretlerinin ba’zan olur idi ki, inci dökülen kelâmları mutlak olurdu. Ba’zan sartlı olurdu. Ba’zan umûmî olurdu. Ba’zan husûsî olurdu. Fehm sâhibi olan bilirdi. Türpüstînin açıklaması sona erdi. Yine (Mesâbîh)de bu hadîsin akabinde, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurur ki, ne zemân ki Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine süâl sorardım. Cevâb verirdi. Ben susunca o baslardı. Onsekizinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de bu hadîs-i serîfden sonra, hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Hikmetin evi benim. Kapısı Alîdir!) Tirmizî rivâyet etmisdir ki, bu hadîs-i serîf garîbdir. Muhyissünne Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Mesâbîh)in yazarıdır. Buyurdular ki, Süreykden baska, vesîka olan hiçbir kitâbda bildirilmemisdir, Onun isnâdı karârsızdır. Sârih (:::)î “rahimehullahü teâlâ” beyân etmis ki, sî’a fırkası bu hadîs-i serîfi delîl göstererek, derler ki, muhakkak; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerin- – 294 – den ilm ve hikmet almak Alîye “radıyallahü teâlâ anh” mahsûsdur. Gayrileri alamaz. Illâ Alî “kerremallahü vecheh” vâsıtası ile alır. Zîrâ eve dâhil olunmak [eve girmek] kapısından olur. Allahü teâlâ hazretleri kelâm-ı kadîminde buyurmusdur ki; (... Evlerinize kapılarından girip çıkınız) [Bekara sûresi 189.cu âyet-i kerîme meâli.]. Hâlbuki onlara bu hadîs-i serîfde hüccet [sened] yokdur. Cennet evi hikmet evinden dahâ genis degildir. Cennet evinin ise sekiz kapısı vardır. Yine (Mesâbîh)de bu hadîsin akabinde Câbir “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmisdir. Dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Alîyi da’vet etdi. O gün Tâife gönderdi. Onunla gizli söylesdi. Insanlar söylediler ki, muhakkak amcasının oglu ile gizli söylemesi uzadı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Onun ile ben degil, Allahü teâlâ gizli konusdu.) Sârih (:::)î “rahimehullahü teâlâ” söyle açıklamısdır. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana emr eyledi ki, hazret-i Alî ile gizli konusayım. Ben derim ki, o gizli söylesdikleri kelâm, ilâhî sırlara âid sözler ve gayba âid sırlar idi. Yine (Mesâbîh)i serîfde o menâkıbın sonunda, Ümm-i Atiyyeden “radıyallahü anhâ” rivâyet edilmisdir. Dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri gazâya bir bölük asker gönderdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” onların içinde idi. Ben, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitdim, mubârek ellerini kaldırıp, buyurdu ki, (Yâ Rabbî! Alîyi tekrâr görünceye kadar, bana ölüm verme!) Ondokuzuncu Menâkıb: Bir gün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine dediler ki, yâ Resûlallah! Hazret-i Alîyi bu kadar çok seversiniz. Hikmeti nedir, bize haber ver ki, biz de bilelim ve evvelki muhabbetimizden de çok muhabbet edelim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Varın Alîyi çagırın! Ondan haber alırsınız!) Eshâbdan biri hazret-i Alîyi çagırmaga gitdi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” gelmeden, Server-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Ey benim Eshâbım! Bir kimseye iyilik etseniz, o kimse karsılıgında size kötülük yapsa, ne yaparsınız!) Dediler ki, (yine iyilik ederiz.) (Tekrâr size kötülük yapsa!) – 295 – Dediler, (yine iyilik ederiz.) (Tekrâr size kötülük yapsa, ne yaparsınız!) buyurdukda, baslarını asagıya salıp, cevâb vermediler. O sırada hazret-i Alî, se’âdet ile geldiler. Hazret-i Fahr-i âlem ve Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Yâ Alî! Bir kimseye iyilik eylesen ve o sana mukâbelesinde kötülük yapsa, ne yapardın!), (Yâ Resûlallah! Iyilik ederdim.) (Tekrâr kötülük yapsa!), (Yine iyilik ederdim.) Sultân-ı kâinât “aleyhi efdalüssalevât” hazretleri, birbiri ardınca yedi def’a süâl buyurdular. Yedisine de, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” (iyilik ederdim) dedikden sonra, dedi ki, (O kimseye ben iyilik etdikce, o karsılıgında bana kötülük yapsa, yine ben ona iyilik ederdim,) deyince, cümle Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri dediler ki; (Yâ Resûlallah! Hazret-i Alîyi bu kadar riâyet edip, sevip, muhabbet etdiginiz kadar var imis.) Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hazret-i Alîyi kıskandıkları için böyle süâl sormadılar. Maksadları hazret-i Alînin yüksek mertebesine ve derecesine vâkıf olmak için, süâl etmislerdir. Yirminci Menâkıb: (Resûl-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mu’cizesine isâret): Birgün, Sultân-ı Enbiyâ ve Resûl-i müctebânın huzûrlarına üç kimse geldi. Biri hazret-i Ibrâhîm aleyhisselâmın kavminden, biri hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın kavminden, biri hazret-i Îsâ aleyhisselâmın kavminden idi. “Salevâtullahi aleyhim ve alâ nebiyyinâ.” Hazret-i Ibrâhîm kavminden olan kimse ileri gelip, dedi ki: Yâ Muhammed! Bütün Peygamberlerin büyügü ve efdali benim diyorsun. Nereden bilelim ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin makbûlüsün. Hazret-i Ibrâhîme Allahü teâlâ halîlim demisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki; Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i Ibrâhîme halîlim dedi ise, bana habîbim demisdir. Kisinin dostumu yakındır, yoksa mahbûbu mu [sevgilisi mi]. O kimse hayrân olup, cevâba kâdir olamadı. Hemen Resûl-i ekremin mubârek cemâline nazar edip, kalbden (Eshedü en lâ ilâhe illallah vahdehü lâ serîkeleh. Ve eshedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh.) dedi. Ondan sonra hazret-i Mûsâ kavminden olan kimse ileri gelip, dedi ki, yâ Muhammed! Bütün Peygamberlerden benim mertebem yüksekdir. Hepsinin serveri ve sultânı benim, diyorsun. Nere- – 296 – den inanalım ki, Allahü teâlâ hazretlerinin yanında senin merteben, diger Enbiyâdan yüksekdir. Isitdik ki, Allahü teâlâ , hazret- i Mûsâya kelîmim demisdir. Her zemân Tûr-i sînâya çıkarıp, kelâm söyler idi. Hazret-i Fahr-i âlem ve seyyid-i veled-i Âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Mûsâya kelîmim dedi ise, bana habîbim, demisdir. Eger hazret-i Mûsâyı Tûr-i sînâya çıkardı ise, bana, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmla, Cennet elbiseleri ile burakı donatıp, gökleri, yerleri, arsı ile kürsîyi ve Cennet ve Cehennemi ve kevn-ü mekânı az zemân içinde seyr etdirdi. Kabe kavseyn ev ednâ rütbesine varınca, Allahü teâlâ bana o seklde ihsânlar ve nihâyetsiz lutfler eylemisdir ki, hicâbı aramızdan kalkmısdır. Elhamdülillah ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ biz za’îf kullarını o sultânın ümmetinden eyledi. Allahü teâlâ hazretleri bana va’d eyledi ki, benim ümmetimden her kim benim rûh-i pâkime günde yüz kerre Salevât-i serîfe getirmeyi âdet hâline getirip, terk eylemese, bin kerre rahmet eyler. Ve Cennet içinde bin derece verir. Bin günâhı mahv olur. Bin altın sadaka vermiscesine sevâb verir. Hazret-i Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” ve hazret-i Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmislerdir ki, o kimse de birsey söyliyemeyip, cevâba kâdir olmayıp, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek ayaklarına yüz sürüp, bin zevk ile parmak kaldırıp, (Eshedü en lâ ilâhe illallah ve eshedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) dedi. Ondan sonra, hazret-i Îsâ aleyhisselâm kavminden olan, ileri gelip, dedi ki, yâ Muhammed! Allahü teâlâ hazretlerine bütün Peygamberlerden yakınım ve sevgiliyim. Seyyidil evvelin ve âhırîn benim, dersin. Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın rûhullah oldugunu isitmedin mi. Allahü teâlânın emri ile ölüleri diriltirdi. Fahr-ül kevneyn ve Resûl-i sekaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Varın, Alîyi çagırın.) Eshâbdan birisi gidip, hazret-i Alîyi çagırdı. Hazret-i Alî geldikden sonra, Resûl-i ekrem hazretleri, o kimseye buyurdu ki, (Bir eski mezâr ki, ondan eski mezâr olmasın. Var Alîye göster.) O kimse dedi, falan yerde bir mezâr vardır. Bin yıllık mezârdır. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Yâ Alî! Var o mezârın üzerine üç kerre çagır. Bekle ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile ne zuhûr edecekdir.) Hazret-i Alî “radıyallahü – 297 – teâlâ anh” o mezârın üzerine varıp, bir kerre (yâ Ya’kûb!) diye çagırdı. Allahü tebâreke ve teâlânın emr-i serîfi ile mezâr orta yerinden yarıldı. Bir def’a (yâ Ya’kûb) diye çagırdı. Mezâr açıldı. Bir def’a dahâ (yâ Ya’kûb) diye çagırdı. O sırada mezâr içinden bir nûrânî pîr kalkdı. Saçları uzamıs. Basından topragı saça saça ayak üzerine durup, yüksek sesle söyledi ki, (Eshedü en lâ ilâhe illallah vahdehü lâ serîke leh. Ve eshedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh.) Ondan sonra hazret-i Alî ile hazret- i Habîb-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna gitdiler. Bu açık mu’cizeyi görmekle çok kâfirler îmâna geldiler. Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” kavminden olan kimse müslimân oldu. Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” bütün menkıbeleri yerine yalnız bu kifâyet eder. Habîb-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine, Allahü teâlâdan Medîne-i münevvereye hicret emr olundu. Sultân-ı kâinâtın dösegine hazret-i Alî girsin deyip, Allahü teâlâ tarafından emr edildi. Mekke-i Mükerremede kalıp, gerek se’âdethânelerinin isleri olsun, gerek kendileri ile alâkalı emânetleri sâhiblerine ulasdırmak olsun ve gerekse Mekke-i Mükerremede kalan Sahâbîyi gözetmek olsun, cümle hizmetleri, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine sipâris buyurdular. O gece kâfirler Sultân-ı kâinâtın evinin etrâfını kusatmıslar idi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ kendi lütfundan bütün kâfirlere uyku verdi. Seytân aleyhilla’ne de kâfirler ile berâber idi. O da uyudu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ile çıkıp, se’âdet ile yürüyüverdiler. Allahü teâlâ azze sânühü azamet-i kibriyâsı ile, hazret-i Mikâîle ve hazret-i Isrâfîle “aleyhimesselâm” hos hitâb edip, buyurdu ki, siz çok çabuk Alînin yanına yetisin. Kâfirler bir hatâ ederler. Göz açıp-kapayıncaya kadar, bu iki sultân yetisip, hazret-i Mikâîl hazret-i Alînin bası ucunda oturup, hazret-i Isrâfîl, mubârek ayakları tarafında oturup, düâ ederler idi. Bir zemândan sonra seytân aleyhilla’ne uykudan uyanıp, yüksek ses ile çagırdı ki, vay Muhammed kaçdı. Mel’ûn, insan sûretinde kâfirlere görünürdü. Mel’ûna dediler ki, nereden bildin. Ben bilirim ki, ben uyku nedir bilmezdim. Bu gece – 298 – uyudum. Muhammed bana sihr edip, uyutdu; dedi. Ondan sonra bütün kâfirler birden hücûm edip, içeri girdiler. Hazret-i Alîyi Resûl-i ekremin döseginde gördüler. Resûl-i ekremi sordular. O da bilmem diye cevâb verdi. Acele ile dısarı çıkdılar. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” ertesi gün o kadar kâfirlerin arasından çıkıp, Kâ’be-i serîfde, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” se’âdetle oturdukları bir makâm var idi, o makâma varıp, devletle ve sevketle oturdu. Resûlullah hazretlerinde her kimin emâneti var ise, gelsin, benden alsın diye seslendi. Emâneti olanlar gelip, emânetlerini aldı. Bir kimsenin emâneti kalmayıp, cümlesini sâhiblerine teslîm eyledi. Mekke-i Mükerremede Eshâb-ı güzînden kimse kalmamıs idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin se’âdethâneleri Mekke-i Mükerremede idi. Hazret-i Alî de Mekke-i Mükerremede idi. Bir zemândan sonra, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri emr eyledi ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” se’âdethânelerini kaldırıp, Medîne-i Münevvereye alıp, götürsün. Hazret-i Sâh-ı Merdân ve sîr-i yezdân se’âdet ile kalkıp, Kureys kâfirlerinin cem’iyyetlerine varıp, dedi ki, insâallahü teâlâ yarınki gün Medîne-i Münevvereye gidecegim. Eger bir kimsenin bir sözü var ise ben burada iken söylesin. Cümlesi baslarını asagı salıp, hiçbirisi cevâb vermedi. Hazret-i Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” gitdikden sonra, Ebû Cehl la’în dedi ki, yâ Kureysin büyükleri. Niçin söylemezsiniz. Mâdem ki, hazret-i Muhammedin evi buradadır. Bizim ile düsmanlık etmez. Her birisi Ebû Cehlin yanınca söyle böyle yaparız, dediler. Sonra hazret-i Abbâsa “radıyallahü teâlâ anh” yalvardılar ki, var kardesinin ogluna nasîhat eyle ki, Muhammedin evini götürmesin. Yoksa fesâd olur [aramız açılır]. Hazret-i Abbâs kalkıp, imâm-ı Alînin huzûruna varıp, bu konusulanları söyledikde, sâh-ı merdân [Alî “radıyallahü anh”] buyurdular ki, yâ amca, insâallah ben yarın, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin se’âdethânelerini götürürüm. Her kim yoluma gelirse ceng ederim. Hazret-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” Kureys kâfirlerine bu haberleri verince, huzûrsuz olup, sehrden çıkarmamak için söylesdiler. Sonra sabâh oldu. Hazret-i Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin se’âdethânesini kaldı- – 299 – rıp, yola revân oldu. Kureysden dört bes kimse, atlarına binip, hazret-i Alînin yoluna geldiler. Dön geri, yoksa senin ile ceng ederiz; dediler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yükleri indirip, kendisi cenge mübâseret eyledi. Allahü teâlâ, hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” fırsat verip, onlara gâlip geldi. Sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yerden hâne-i se’âdetin yüklerini kaldırıp, yola revân oldular. Hazret-i Mikdâd bin Esved yolda hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” üzerine gelip ceng eylediler. [Mikdâd henüz îmân etmemis idi.] Hazret-i Alî söyletmeyip, bir darbe ile atından yıkdıkdan sonra, gögsü üzerine çıkıp, îmâna da’vet eyledi. O da hemen cân-ı gönülden kabûl edip, müslimân oldu. Hattâ bu sultânın bir oglu Kerbelâda, hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ anh” ugruna mubârek cânını fedâ edip, sehîd olmusdur. Bu zât Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin büyüklerindendir ve behâdırlarındandır. Bu hikâyenin tafsîlini [dahâ genisini] isteyen (SIYER-I NEBÎ)ye mürâce’at etsin. Orada genis anlatılmısdır. Yirmiikinci Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü vecheh” gâyet fakîr bir hâle geldi. Zîrâ Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri (Fakîrlik ile ögünürüm!) buyurdular. O büyük zât, bu hadîs-i serîfi Habîbullahdan isitdikden sonra, dünyâya aslâ iltifât etmedi. Meselâ, mubârek eline bin altın geçse, bir dânesi ertesi güne kalsın, demezdi. O gün hepsini fakîrlere dagıtırdı. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” (Sultân- ı Eshiyâ) [Cömerdlerin sultânı] buyururlar idi. Bir gün hazret- i Alî, Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü anhâ” hazretlerine buyurdular ki, yâ Hayrünnisâ! Yâ Resûlullahın kızı! Hiç zevcin ve halâlin Alî için yiyecek bir nesne var mıdır? Zîrâ çok acıkdım. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki, yâ Ebel-Hasen! O Allahü tebâreke ve teâlâ hakkı için ki, ondan gayri Allah yokdur. Su ânda hiçbir sey yokdur. Lâkin mendil ucunda baglı, altı akçe vardır. O akçeleri alıp, pazara varın. Hem kendiniz için bir nesnecik alın. Hem Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” meyve istediler. Onlar için de bir mikdâr meyve alın. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” o altı akçeyi alıp, pazara gitdi. Yolda giderken, bir kimse gördü. Bir – 300 – müslimânın etegine yapısıp, durmayıp, çekip, gider. Der ki, artık seni bırakmam, katlanmaga dermânım kalmamısdır. Yâ hakkımı ver. Yâ gel senin ile mahkemeye gidelim. O dertli adam ise, durmadan yalvarır ki, bir kaç gün dahâ lutf edip, bana mühlet ver. O kimse de der ki, sabra mecâlim yokdur. Zîrâ benim de çok sıkıntım, darlıgım vardır. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunların çekismelerini görünce, yanlarına varıp, süâl buyurdular ki, da’vânız kaç akçedir. Dediler ki, altı akçedir. Hazret-i Alî kendi kendine dedi ki, bu müslimânı bu elemden kurtarayım. Nihâyet, hazret-i Fâtımaya bir yol ile cevâb veririm. O altı akçeyi verip, o müslimânı ızdırâbdan kurtardı. Ondan sonra hazret-i Alî bir zemân ne cevâb vereyim diye tefekküre vardı. Bir mikdâr zemân üzüldüler. Sonra yine düsündü ki, hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” seyyidetün-nisâdır. Resûlullahın kızıdır. Ne diyecek, dedi. Eli bos se’âdethânelerine gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” kosarak gelip, zan etdiler ki babaları yemis getirdi. Gördüler ki, bos geldi; bir nesne getirmedi. Aglamaga basladılar. Sonra hazret-i Fâtımaya buyurdular ki, yâ Hayrünnisâ! O altı akçe ile bir müslimânı habsden kurtardım. Hazret-i Fâtıma buyurdu ki, güzel yapdın, yâ Imâm. Elhamdülillah ki, bir müslimânı bunun gibi elemden kurtardın. Böyle buyurmakla berâber, mubârek hâtırları bir mikdâr mahzûn olur gibi oldu. Bizim ihtiyâcımız çok idi. Niçin böyle yapdın diyecek iken, öyle demeyip, hemen Allahü teâlâ hazretleri bize kâfîdir, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Fâtımanın gamının oldugunu ve iki seyhzâdenin agladıklarını görünce; mubârek gönüllerine üzüntü gelip, bu elem ile dısarı çıkdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına varıp, cemâl-i serîflerini müsâhede ederek, bu gamdan kurtulayım niyyeti ile gitdi. Zîrâ bir kimsenin yüzbin gamı olsa, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek cemâline nazar eylese [baksa], bütün gamı ve gussası gitdikden baska, kalbine birçok sürûrlar ve safâlar hâsıl olurdu. Onun için hazret-i Alî, Sultânı kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek ayaklarına yüz sürmege gitdi. Biraz gitdikden sonra, yolda bir kisiye rast geldi. Elinde bir besili de- – 301 – ve tutar idi. Hazret-i Alîye dedi ki, ey yigit, bu deveyi satarım, alır mısın. Hazret-i Alî buyurdu ki, hâzır akçem yokdur. O sahs dedi ki, sana veresiye veririm. Hazret-i Alî dedi ki, ne kadara verirsin. Dedi ki, yüz akçeye veririm. Hazret-i Alî dedi ki, makbûlümdür; alırım. O da râzı olup, öyle olsun dedi. Deveyi hazret- i Alîye teslîm eyledi. Hazret-i Alî, deveyi eline alıp, biraz gitdikden sonra bir baska sahsa dahâ rast geldi. Dedi ki, yâ Alî, bu deveyi satar mısın. Hazret-i Alî, evet satarım dedi. O sahs dedi ki, üç yüz akçeye bana verir misin. Hemen vereyim, dedi. Deveyi o sahsa teslîm eyledi. O sahs da üçyüz akçeyi hazret-i Alîye temâmen verip, deveyi alıp-gitdi. Hazret-i Alî de sevinip, dogru pazara gitdi. Yiyecekler ve yemisler alıp, se’âdethânelerine vardı. Kapıyı açıp, içeri girdiginde seyhzâdeler sevinip, yemisi ve ni’metleri aldılar. Yemege basladılar. Hazret-i Fâtımatüz- zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ”, hazret-i Alîye bu akçeyi nereden aldın, diye sordular. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Ondan sonra yemegi yiyip, nes’elendiler. Sonra, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd ve senâ ve sükr etdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Hayrünnisâ! Simdi ben, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” meclisine gideyim. Se’âdet ile kalkıp, devlethâneden dısarı çıkdı. Biraz gitdigi gibi, karsıdan Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” göründü. O sırada Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile otururken buyurmusdu ki, (Varayım, Alî ile Fâtımayı göreyim.) Se’âdet ile kalkıp, gelirken, hazret-i Alî ile karsılasıp, tebessüm ederek, buyurdular ki, (Yâ Alî! Deveyi kimden satın aldın. Kime satdın.) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Allahü teâlâ ve Resûlü bilir.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Yâ Alî! Sana deveyi satan Cebrâîl aleyhisselâm idi. Satın alan Isrâfîl aleyhisselâm idi. O deve Cennet develerinden idi. Yâ Alî! Sen o müslimânın sıkıntısını giderdigin için, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri dünyâda yerine elli hasene verdi. Âhıretde vereceginin hesâbını Allahü teâlâ hazretlerinden gayri kimse bilmez) “radıyallahü teâlâ anh”. Yirmiüçüncü Menâkıb: Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Mi’râc-ı serîfe çıkdıkları zemânda, dör- – 302 – düncü gökde bir aslan gördü. Diller ile anlatılamaz. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerine sordular ki, (Yâ kardesim Cebrâîl! Bu aslan nedir.) Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm cevâb verdi, (Yâ Resûlallah! Yabancı degildir. Hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” rûhâniyyetleridir. Yâ Habîballah! Mubârek parmagınızdan yüzügünüzü çıkarıp, agzına atın, dedi. Hazret-i Fâhr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yüzügü aslanın üzerine atdıgı gibi, tevâzû’ ve hürmet ile, yüzügü agzı ile aldı. Ondan sonra Sultân- ı kevneyn Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mi’râcdan indi. Ertesi gün Eshâb-ı güzîne, mi’râcdan haber verdi. Dördüncü gökde müsâhede buyurdukları aslanın vasfını serh buyurdukları sırada, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” mubârek agzından yüzügü çıkarıp, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin huzûr-ı se’âdetlerine koydular. Bütün Eshâb-ı güzîn, hazret-i Alînin bu mertebesini ve bu kerâmetini görünce hayrân oldular. Ne derece mertebesinin yüksek oldugunu bilip, meyl ve muhabbetleri çok fazla oldu “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Yirmidördüncü Menâkıb: Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” sân-ı serîflerinde olan âyet-i kerîmeler beyânındadır. 1– Ba’zı âlimler derler ki, Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü anh” mescidde nemâza durmusdu. Bir dilenci düâ etdi. Bir sey istedi. Hazret-i Alî rükû’a varmıs idi. Parmagındaki yüzügü isâret ile o dilenciye verdi. Bu is [amel] Allahü teâlâ hazretlerine makbûl gelip, meâl-i serîfi, (Ancak Allahü teâlâ, Resûlü ve mü’minlerden îmân edenler, nemâzlarını kılanlar, rükû’da oldukları hâlde sadaka verenler, sizin velînizdir) olan âyet-i kerîmeyi gönderdi. [Mâide sûresi 55.ci âyet-i kerîme.] Isâret: (Kıymetsiz, degeri olmıyan birsey kıymetli bir kimsenin vermesi ile degerli olur.) Kadr gecesi bütün geceler gibi bir gece olmasına ragmen; Allahü teâlâ kıymet verdiği için; bin aydan dahâ kıymetli olmusdur. Ümmetlerin iyisi bu ümmetdir ki, onların bir tâ’atları yediyüz olur. O mert hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”dır ki, üç dört arpa ekmegi ve yarım dinârlık bir gümüs yüzük verdiği için, o mertebelere yükselmisdir. 2– Abbâs ve Talha “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri – 303 – arasında bir münâzara vâkı’ oldu. Abbâs “radıyallahü anh” buyurdu ki, hâcılara suyu ben dagıtdıgım için dahâ fazîletliyim. Talha “radıyallahü anh” buyurdu ki, Beyt-i serîfin kilidini ben tutarım. Istersem gece orada kalırım. Onun için ben dahâ fazîletliyim. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdu ki, siz ne dersiniz! Ben sizden on ay evvel yüzümü bu kıbleye dönmüsüm. Siz o zemân yokdunuz. Allahü Sübhânehü ve teâlâ, meâl-i serîfi (Hâcılara su vermegi ve Mescid-i harâmı binâ etmegi, îmân etmek ile ve Allah yolunda cihâd etmek ile bir mi tutuyorsunuz. Hâyır, böyle degildir. Allah zâlimlere [Resûline düsmanlık edenlere, Allahü teâlâya sirk kosanlara, dalâletde kalmakda ısrâr edenlere] hidâyet vermez. Derecesi Allah indinde en çok olanlar, Allaha îmân edenler, hicret edenler ile mallarını ve nefslerini Allah yolunda vererek cihâd edenlerdir) olan âyet-i kerîmeleri gönderdi. [Tevbe sûresi 19-20.ci âyeti kerîmeleri.] 3– Emîr-ül mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib ve Fâtıma ve Hasen ve Hüseyn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hakkında, (Size islâmiyyeti bildirdigim ve Cenneti müjdeledigim için, bir karsılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları seviniz!) [Sûrâ sûresi 23.cü âyet-i kerîme meâli.] buyuruldu. Katâde “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, (müsrikler bir cem’iyyetde, görelim bakalım, Muhammed getirdigi sözler üzerine bir karsılık istiyecek mi, dediler.) Bu sözler üzerine Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” hazretlerinden rivâyet etmisdir ki, bu karâbetden [yakınlıkdan], Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Alî, Fâtıma ve Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini irâde etmisdir. Bir kimseye hiçbir hâlde bunları düsman tutmak lâyık olmaz. 4– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Aliyyül mürtedâ “kerremallahü vecheh” hazretlerinin pâk dinli olmasını beyân edip, buyurdular ki [Hicr sûresi 47-48.ci âyet-i kerîmelerinde meâlen], (Biz o ehl-i Cennetin sadrlarından [gönüllerinden] hıkdı ve hasedi çıkarırız. Onlar birbirlerine kardes olarak serîrleri üzere, dâimâ birbirlerine mukâbildirler. Cennetde onlar, eziyyet ve mesakkat mes etmez. Onlar Cennetden hiç ihrâc olun- – 304 – mazlar.) Âlimlerden ba’zısı buyurmuslar ki, bu âyet-i azîme; hazret-i Alî, hazret-i Mu’âviye, hazret-i Talha, hazret-i Zübeyr ve hazret-i Âise-i Sıddîkanın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” üstünlüklerini bildirmek için nâzil olmusdur. 5– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki; (Ey mü’minler! Resûlullaha münâcât etdiginiz vaktde, önce sadaka veriniz! Bu sizin için hayrlıdır. Nefslerinizi sübhe ve mal sevgisinden en iyi temizleyicidir. Eger sadaka verecek birsey bulamazsanız, Allah gafûr ve rahîmdir.) [Mücâdele sûresi 12.ci âyet-i kerîme meâli.] (Münâcât; bir arzûyu gizli olarak söylemekdir.) Mücâhid buyurdular ki, hiçbir kimseye, bu âyet-i kerîme ile amel etmek, ittifak düsmedi. Hazret-i Alî bin Ebî Tâlib, bu fermân nâzil oldukdan sonra ne zemân Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile münâcât etmek istese idi, bir sadaka verirdi. Ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri se’âdet ile buyurdular ki, Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinde üç nesne var idi ki, onlardan biri bende olaydı, bana kırmızı tüylü ve siyâh gözlü develerden sevgili olurdu. O seylerden birincisi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri kendi kerîmeleri Fâtıma- tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerini ona verdi. Ikincisi, Hayber gününde feth için bayragı ona verdi. Üçüncüsü, necvî âyet-i kerîmesi ile; [(Resûlüme bir sey söyliyeceginiz zemân, önce sadaka veriniz!) âyet-i kerîmesi ile] o amel etdi. Derler ki, Alînin “radıyallahü teâlâ anh” bir dinâr altını vardı. Onu on dirheme ayırdı. On dirhemi tasadduk etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden on mes’ele süâl etdi. Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine nasıl ibâdet edeyim.) Buyurdular ki: (Sıdk ve safâ ile!) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden ne isteyeyim.) Buyurdular ki, (Dünyâda ve âhıretde âfiyet ve magfiret iste.) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Benim üzerime ne lâzımdır.) Buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddesin buyurdugunu tutmak ve Resûlünün buyurdugunu tutmak.) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Ne edeyim ki, benim kurtulusum onda olsun.) Buyurdular ki: (Halâl yi ve dogru söyle!) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Râhat ne seydedir.) Buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin dîdârında.) Dedi ki: (Yâ Resûlal- – 305 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:20 lah! Fesâd nedir.) Buyurdular ki: (Kâfir olmak. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine sirk kosmak). Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Vefâ nedir.) Buyurdular ki: (Eshedü en lâ ilâhe illallah ve eshedü enne Muhammeden Resûlullah!) Nükte: Allahü teâlâ diledigini azîz, diledigini zelîl eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Mekkeliler arasında öyle olmus idi ki, her kime söz söylese o kimse yüz çevirirdi. [Böylece Resûlullahı küçük düsürmek isterler idi.] Kur’ân-ı azîm-üs-sânda [Fussilet sûresi 26.cı âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Kâfirler, Kur’ân-ı kerîm için, onu dinlemeyiniz! Lagv ediniz! [Bos seylerdir, diyerek bagırınız!]derlerdi) buyuruldu. Sonra mertebesini yükselterek (Onun sözünü isitebilmeniz için, önce sadaka vermeniz lâzımdır.) buyurdu. Dahâ sonra [Hücurât sûresi dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Ey mü’minler! Seslerinizi, Resûlullahın sesinden dahâ yükseltmeyiniz! Onunla konusurken birbirinizle konusur gibi bagrısmayınız!) buyuruldu. Dahâ sonra Allahü teâlâ, Resûlullahın Mekkede durmasına engel olan Mekkelilere karsılık, Onu bir dereceye yükseltdi ki, Cebrâîl aleyhisselâm ve cümle mukarreb melekler o dereceye ulasamadı. Onu (Kabe kavseyn) makâmı ile sereflendirdi. (Isâret): Yalan yere yemîn eden; Harem-i serîfde avlanan, oruclarında ve nemâzlarında kusûru olanlar, fakîrlere birsey vererek Allahü teâlânın rızâsını kazanmaga çalısmalıdır. Bu, fakîrler için ne büyük bir makâmdır. 6– Allahü tebâreke ve teâlâ [Câsiye sûresi 21.ci âyet-i kerîmesinde meâlen]: (Dünyâda kötü amel isleyenleri; îmânlı olanlar ve sâlih amel yapanlar gibi hayâtda ve öldükden sonra müsâvî kılacagımızı mı zan ediyorlar. Buna ne ile hükm ediyorlar!) buyurdu. Bu âyet-i kerîme hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” sânının serefi için nâzil olmusdur ki, îmânı dogru idi. Bütün isleri lâyık ve begenilmis ve riyâsız, yakısır idi. Müsrikler ise ona derlerdi ki, (Dedikleriniz dogru çıksa bile, Allahü teâlâ bizi, dünyâda oldugu gibi yine sizden üstün kılar.) 7– Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Ahzâb sûresi 33.cü âyet-i kerîmesinde meâlen; (Ey Habîbimin Ehl-i beyti! Allahü teâlâ, sizin günâhsız olmanızı istiyor.) buyurdu. Resûlullah “sal- – 306 – lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ehl-i beyti, ervâh-ı tâhirât ve yakınları ve asîreti, Alî ve Fâtıma ve Hasen ve Hüseyndir “radıyallahü teâlâ anhüm”. Yirmibesinci Menâkıb: Alî “radıyallahü anh” hazretlerinin üstünlükleri hakkında söylenen haberler beyânındadır. 1– Sa’îd bin Cübeyr, Abdüllah ibni Abbâsdan “radıyallahü teâlâ anhüm” rivâyet eder. Ibni Abbâs “radıyallahü anh” der ki, meâli serîfi, (Ey Resûlüm! Sen insanları korkutucusun! Her kavme dogru yolu gösterici birisi vardır) olan, Ra’d sûresi yedinci âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Korkutucu benim. Alî yol göstericidir. Yâ Alî! Senin ile gidenler, dogru yolda gidenlerdir.) 2– Rebi’atebni Nâcid, Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet eder. Buyurdular ki, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni çagırdı ve buyurdu ki, (Yâ Alî! Îsâ bin Meryem aleyhisselâm” gibisin. Yehûdî ona bugz etdi. Hattâ vâlidesi Meryem hazretlerine, hâsâ sümme hâsâ bühtân etdiler. Nasârâ ona muhabbet etdiler. Hattâ onu bir makâma çıkardılar ki, onun makâmı degil idi.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki: Çok kimseler benim yüzümden helâk olurlar. Ba’zısı beni ifrâtla severler. Diger Sahâbe-i güzîne bugz ederler. Ben onları sevmem. Ba’zısı bana bugz ederler. Diger Sahâbeleri severler. Bu iki tâife de Cehennem ehlidir. Ben Nebî degilim. Bana vahy nâzil olmaz. Lâkin, kudretim oldugu kadar Kitâb ile amel ederim. Allahü teâlânın tâ’atında ben ne emr edersem, size vâcibdir. Isteseniz de istemeseniz de yapmanız lâzımdır. Ma’siyyetde bana itâ’at etmeyiniz. Zîrâ bana itâ’at iyilikdedir. 3– Kays bin Hâris rivâyet eder: Bir kisi Mu’âviye bin Ebî Süfyândan “radıyallahü anhüm” bir mes’ele süâl etdi. Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki; Var [git] hazret-i Alîden süâl et ki, o benden iyi bilir. O kisi dedi ki, ben bu mes’elede senin cevâbını isterim. Senin verecegin cevâbı Alînin cevâbından çok severim. Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Sen yalan söyledin. Sen kötü kisisin. Muhakkak sen, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ilmde mu’azzez ve mükerrem tutdugu kimseden ikrâh etdin. Buyurdu ki: (Yâ Alî, Sen – 307 – benim yanımda, Hârûnun Mûsâ “aleyhimesselâm” yanında oldugu gibisin. Benden sonra Peygamber gelmez.) Çok gördüm ki, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” onun ile mesveret ederdi. Eger bir mes’elede müskili olsa idi, Alî burada mıdır, der idi. Mu’âviye “radıyallahü anh” o kisiye dedi ki, kalk, Allahü tebâreke ve teâlâ ayaklarına kuvvet vermesin. O kisinin adını kendi divânından sildi. 4– Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” buyurdu ki, bir vakt Mu’âviye “radıyallahü anh” bir hâcetinden dolayı benim yanıma gelmis idi. Alîden “radıyallahü anh” bahs etdi. Ben dedim, üç haslet Alî de vardır ki, eger o üçden birisi bende olsaydı, bana dünyâdan ve içindekilerden sevgili gelirdi. Isitdim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu, (Her kim ki ben onun velîsiyim. Alî de onun velîsidir.) [Beni seven Alîyi de sever.] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitdim ki, Hayber günü buyurdu: (Yarın ben bayragı bir kimseye vereyim ki, Allahü teâlâ ve Resûlü onu severler. Ve o da Allahı ve Resûlünü sever.) Alemi [bayragı, sancagı] Alîye verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitdim ki, buyurdu: (Yâ Alî! Sen benimle; Hârûnun Mûsâ “aleyhimesselâm” ile oldugu gibisin.) 5– Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet etmisdir. Buyurdular ki: (O beni mi’râca iletdikleri gece, göklerde hicâblardan geçdim. Hicâbların arasından bir nidâ edici nidâ etdi ki, (Yâ Muhammed! Senin baban Ibrâhîm ne güzel babadır. Alî bin Ebî Tâlib ne güzel kardesdir. Ona hayr ile vasıyyet eyle.)) Hasen-i Basrî, Enes bin Mâlikden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eyler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Üç kimse vardır ki, Cennet onlara müstakdır. Alî bin Ebî Tâlib, Ammâr bin Yâser, Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anhüm”). 6– Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” buyurdu ki: Bir gün hazret-i Mu’âviye bana dedi ki, Alîyi sever misin. Ben onu nice sevmiyeyim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hazret-i Alîye buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen bana, Hârûnun Mûsâya “aleyhimesselâm” yakınlıgı gibisin!) Bedr – 308 – gününde onu gördüm. Muhârebeden dısarıya geldi. Karnından bir ses gelir ve bir beyt okurdu. O cengden, kılıncı küffâr kanı ile boyanmayınca dönmedi. 7– Âmileyn Serhabîl Sâbî der ki; Alî Mürtedâ “kerremallahü vecheh” hazretleri, Cemel vak’ası günü, Zeyd bin Serhânı gördü. Zeyd düsmüs, kan içinde yuvarlanır. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bası yanında durdu. Buyurdu ki: Yâ Zeyd! Allahü teâlâ hazretleri sana rahmet etsin. Ben seni güvenilir [emânete sâhib çıkıcı] ve iyi isli bilirdim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri sana Cennet ile müjde vermisdir. Zeyd, kan arasından elini kaldırıp, dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! Sana da müjde olsun Cennet ile ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” müjde vermisdir. Bu cengde senin ile bulunmadım ki, ceng edeyim ve safları birbirine vurayım ve hasmları helâk edeyim. Fekat bunları halka riyâ ve süm’adan (riyâkârlık) ötürü veyâ dünyâ tamâ’ından ötürü yapmıyayım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Imâm-ı Alî iyilerdendir. Bâgîleri [isyân edenleri] öldürür. Ona yardım eden iyi seylere kavusur. Ona yardım etmiyen iyi seylerden uzak kalır, mahrûm kalır.) Bunu isitdim, sevdim ki, gazâlarda senin ile olayım. Senin dostlarından [yârlarından] olayım. Bunları dedi ve rûhunu teslîm etdi “radıyallahü teâlâ anh”. 8– Amr bin el Cûmî rivâyet eder. Ben Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûrunda oturmus idim. Buyurdu ki, (Yâ Amr!). (Lebbeyk yâ Resûlallah!) dedim. Buyurdu; (Ister misin ki, Cennetin diregini sana göstereyim.) Dedim, isterim yâ Resûlallah! O sırada Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” oradan geçdi. Buyurdu: (Bu kisi ve bunun ehli Cennetin diregidirler.) Yine Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü anhümâ” hazretlerinin rivâyeti ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Alî bedende bas menzilesindedir.) 9– Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Beni mi’râca iletdikleri o gecede, Cebrâîl aleyhisselâm benim elimi tutdu. Beni Cennet derecelerinden bir müzeyyen derece- – 309 – de oturtdu. Orada bir ayva benim önüme koydu. Ben aldım, kokladım. Elimde döndürürken, iki bölük oldu. Bir hûrî ondan dısarı geldi ki, ondan güzel hûrî görmedim.) Dedi ki: (Esselâmü aleyke yâ Muhammed!) Ben cevâb verdim ve dedim, (Sen kimsin). Benim ismim (Râdiyye-i Merdıyye)dir. Allahü teâlâ hazretleri, beni üç seyden yaratmısdır. Yukarı kısmımı anberden, orta kısmımı kâfurdan, asagı kısmımı miskden. Beni âb-ı hayât ile yogurdu. Ondan sonra, Hüdâvend-i Cebbâr ve Hâlık-i perverdigâr bana (Ol!) dedi; oldum. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri beni, kardesin hazret-i Alî ibni Ebî Tâlib için “radıyallahü anh” yaratmısdır. Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Her kim benden ayrıldı. Allahü teâlâdan ayrıldı. Yâ Alî! Her kim senden ayrıldı. Benden ayrıldı.) Hazret-i Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Server-i kâinât “aleyhi efdalüs salevât” hazretleri buyurdular ki: (Alî bin Ebî Tâlibi zikr etmek [anmak] ibâdetdir.) Hazret-i Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, ([Allahü teâlâ] Cennet kapısı üzerine, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah Aliyyün Nâsır-ü Resûlillah) yazmısdır!) buyurmusdur. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri gökleri ve yerleri halk etmeden ikibin sene önce yazmısdır. 10– Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurur: Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrunda idim. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hakkında süâl olundukda, (Hikmeti on cüze taksîm etdiler. Dokuz cüzünü Alî bin Ebî Tâlibe verdiler. Bir cüzünü sâir (diger) insanlara verdiler!) buyurdular. 11– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri bildiriyor. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün dısarı çıkdı. Alînin elini kendi mubârek eli ile tutdugu hâlde, buyurdu ki: (Âgâh olun [uyanık olun]. Her kim, buna bugz eder. Muhakkak Allahü teâlâ hazretlerine ve Resûlüne bugz etmis olur. Her kim buna muhabbet eder. Muhakkak Allahü teâlâ hazretlerine ve Resûlüne muhabbet etmis olur.) – 310 – 12– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Her kim hilmde Ibrâhîm aleyhisselâma, hikmetde Nûh aleyhissalâtü vesselâma, çekdigi sıkıntılarda Yûsüf aleyhisselâma bakmak isterse; Alî bin Ebî Tâlibe baksın.) Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr- ı serîflerinde oturmus idik. O sırada hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” geldi. Meclisin ardında oturdu. Resûlullah hazretleri onu çagırdı. Hattâ önüne oturdu. Buyurdu ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri seni dört haslet ile benim üzerime mükerrem ve müfeddâl [sâirlerinden ziyâde meziyyetli] kıldı. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hemen dizleri üzerine gelip, basını topraga koyup, dedi ki, babam, anam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Kölenin efendi üzerine fadlı olur mu? Buyurdular ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bir kula ikrâm etmek isterse, gözlerin görmedigi, kulakların isitmedigi ve bir beserin hâtırına gelmiyen seyi verir!) Enes “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, biz dedik, yâ Resûlallah! Bize onu beyân buyur, bilelim. Buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, ona Fâtıma gibi bir zevce nasîb etdi. Ben nasîb olunmadım. Hasen ve Hüseyn gibi ogullar nasîb etdi. Ben nasîb olunmadım. Bir kayın ata ona nasîb olundu. Bana olunmadı.) 13– Sa’îd bin Cübeyr, Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin elini tutup, gidiyordu. Zemzem kuyusuna geldiler. Orada ise bir kavm oturmusdu. Hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” setm ederlerdi. [Ya’nî onu kötülüyorlardı.] Ibni Abbâs hazretleri buyurdu ki, beni dönderin. Onlardan yana geri döndürdüler. [Onların yanına vardılar.] Varıp, orada durdu ve buyurdu ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve Resûlüne yaramaz sözler söyliyen kimdir. Dediler ki: Bizim aramızda kimse Allahü teâlâ hazretlerine yaramaz söylemez. Ve bizim aramızda hazret-i Resûle hiç kimse yaramaz söylemez. Buyurdu ki, Alî bin Ebî Tâlibe yaramaz söyleyen ve setm eden, var mıdır. Dediler, evet vardır. Buyurdu ki: Isitin, ben sehâdet ederim ki, bu kulagım ile isitdim; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden, buyurdu ki: (Her – 311 – kim Alîye seb’ eder, muhakkak bana seb’ ederler. Her kim bana seb’ eder, muhakkak Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine seb’ eder. Her kim Allahü teâlâ hazretlerine seb’ eder, Allahü teâlâ ve tekaddes anı yüz üzerine Cehenneme atar.) 14– Atıyye-tül Ufî der ki: Câbir bin Abdüllahın “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna geldik. Pîr olmus [ihtiyârlamıs] ve kasları gözlerini örtmüs idi. Ona, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin muhabbetinden sorduk. Basını kaldırıp, söyle söyledi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin zemân-ı serîflerinde bir kimsenin münâfık oldugunu Alîye bugz etmesi ve düsman tutması ile anlardık. 15– Sa’bî “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerini gördü ve buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrunda, makâm cihetinden en üstününe ve yakınlık cihetinden en yakınına ve kana’at cihetiyle agniyâsına [zenginine] bakarak mesrûr olmak isteyen, Alî bin Ebî Tâlib hazretlerine “radıyallahü teâlâ anh” baksın. 16– Âise-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki, yâ Resûlallah! Senden sonra halkın hayrlısı kimdir, dedim. Buyurdular ki: (Ebû Bekr-i Sıddîkdır.) Dedim, ondan sonra, buyurdular ki: (Ömerdir). Ondan sonra kimdir. Buyurdular ki: (Osmândır.) Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” dedi ki, (Yâ Resûlallah! Alî hakkında hiçbir nesne söylemediniz.) Buyurdular ki: (Yâ cânım kızım! Alî benim nefsim demekdir. Hiç kimse gördün mü ki, kendini begensin veyâ kendi hakkında bir sey söylesin!) 17– Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseyn, ceddi Alî bin Ebî Tâlibden rivâyet eder. Alî “kerremallahü vecheh” hazretleri buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana, ilmden bin bâb ta’lîm etdi. Her bâbdan da bin seklini ta’lîm etdi [ögretdi]. 18– Abdüllah el-Kindî rivâyet eder. Mu’âviye bin Ebî Süfyân hac yapdı ve geldi. Cemâ’at ortasında oturdu. Abdüllah bin Abbâs ve Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhüm” haz- – 312 – retlerinin huzûrlarında Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” elini, Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü teâlâ anhümâ” dizi üzerine koyup, dedi ki, ben Senin amca oglundan hilâfete dahâ lâyıkım. Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri buyurdu; niçin. Dedi ki, ondan dolayı ki, ben o halîfenin amcazâdesiyim ki, onu zulm ile katl etdiler. Ya’nî o Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Abdüllah dedi ki: O hilâfete senden su sebeb ile dahâ lâyıkdır ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yakınlıgı senin amcazâden yakınlıgından ileridir. Hazret-i Mu’âviye bunu isitdi ve susdu. Yüzünü Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine döndürdü. Dedi ki: yâ Sa’d! Sen hakkı bâtıldan ayırmaz mısın! Bizim lehimize veyâ aleyhimize olur musun. Sa’d dedi ki: Zulmet yeri kapladıgı vakt, sabr edemem. Tâ âlem rûsen olsun, gideyim. Hazret-i Mu’âviye dedi, vallahi ben Kur’ân-ı azîm-üs-sânı okudum. Onda bir sey bulmadım. Sa’d dedi: Sen bu sözü kabûl eder misin. Ben Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitdim, Alî bin Ebî Tâlibe buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen hak ilesin. Hak senin iledir.) Hazret-i Mu’âviye dedi ki: Bir kimse getir ki, bunu senin ile isitmis olsun. Sa’d dedi ki: Ümmü Seleme isitmisdir. Râvî der ki; hazret-i Mu’âviye ve o cemâ’at cümlesi kalkıp, Ümmü Selemenin “radıyallahü teâlâ anhâ” huzûrlarına vardılar. Dediler ki: Yâ Ümmül mü’minîn! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sizin rivâyetiniz ile Sa’d bir hadîs-i serîf söyler. Ümmü Seleme dedi, ne söyler. Der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Alîye (Sen hak ilesin, hak senin iledir,) buyurmusdur. Ümm-ü Seleme hazretleri, dogru söyler. Ben kendi evimde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitdim buyurdu. Hazret-i Mu’âviye yüzünü döndürüp, hazret-i Sa’d ve sâir Eshâb-ı güzîn hazretlerine bakıp, onlardan özr dileyip, eger ben bu hadîs-i serîfi önceden isitmis olaydım, dâimâ, Alî bin Ebî Tâlibin hâdimi olurdum, buyurdu. 19– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet etdi. Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ben ilmin terâzîsiyim. Alî o terâzînin kefeleridir. Hazret-i Hasen ve Hüseyn ipleridir. Fâtıma alâkasıdır [kefelerin asıldıgı demiridir] ve benden sonra imâmlar o terâzinin – 313 – amûdîdir [düsey demiridir]. O terâzî ile bizim dostlarımızın amelini tartarlar.) Hazret-i Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdular ki: (Ben ilmin sehriyim. Alî o sehrin kapısıdır. O kapının halkası Mu’âviyedir.) 20– Hazret-i Mu’âz bin Cebel “radıyallahü anh” rivâyet etmisdir. Habîb-i Hudâ Resûl-i Müctebâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ bir kavmi günâhlarından pâk eder, saçları temâmen dökülen kimseler gibi ki, bu kavmin evveli Alî bin Ebî Tâlibdir.) 21– Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdular ki: Hazret-i Mûsâ bin Imrân “salavâtullahi aleyhi ve alâ nebiyyinâ” Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden istedi ve dedi, yâ Rabbî! Benim kardesim Hârûn vefât etdi. Sen onu afv et. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri vahy etdi ki, yâ Mûsâ! Eger, önce ve sonra gelenlerin afvını benden isteseydin kabûl ederdim. Hüseyn bin Alî bin Ebî Tâlibin kâtilini, ya’nî Onu sehîd edeni afv etmiyecegim. Yine hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Mûsâ bin Imrân “aleyhisselâm” Rabbinden istedi ki, Hüseyn bin Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rûhunu ziyâret etsin Onun ziyâretine yetmisbin melek ile geldi. Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûl-i kâinât, aleyhi efdalüssalevât hazretleri buyurdular ki: (Hak teâlâ hazretleri benî Isrâîlden nebîlerine su’izanları ve bugzları sebebi ile yagmuru men’ buyurdu. Bu ümmetden Alî bin Ebî Tâlibe adâvet etdikleri için de yagmuru men’ eder.) 22– Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Alî bin Ebî Tâlibin bu ümmet üzerine hakkı, babanın oglu üzerine hakkı gibidir.) 23– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Hazret-i Alî ibni Ebî Tâlibin muhabbeti, – 314 – günâhları yir, mahv eder. Nasıl ki ates odunu yiyip mahv etdigi gibi.) 24– Mu’az bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Alî bin Ebî Tâlibin sevgisi, bir hasenedir ki, ya’nî bir tâ’atdır ki, hiç bir seyyie, ya’nî hiçbir ma’siyyet onunla zarar veremez. Bugz ve adâveti bir seyyiedir ki, hiçbir hasene onunla fâide veremez.) Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Benim sırrımın sâhibi Alî bin Ebî Tâlibdir “radıyallahü teâlâ anh”.) 25– Abdüllah bin Ca’fer “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Benim, Alî aslımdır. Ve Ca’fer fer’imdir. Yâhud Ca’fer aslımdır; Alî fer’imdir) “radıyallahü teâlâ anhümâ”. 26– Ümm-i Seleme “radıyallahü anhâ” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdular ki, (Alî ve onun gürûhu [fırkası] kıyâmet gününde necât buluculardır [kurtulanlardır].) 27– Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” hazretleri buyurdu ki: (Alî benim ilmimin kapısıdır. Âsikâre edicidir, bildirmem lâzım gelen seyleri ümmetime açıklayıcıdır. Benden sonra, onu sevmek îmândandır. Ona bugz etmek nifâkdandır. Ona nazar etmek [bakmak] rahmetdendir. Onun muhabbeti ibâdetdir.) 28– Ümm-ü Seleme “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Kur’ân-ı azîm-üs-sân Alî iledir. Alî Kur’ân-ı azîmüs- sân iledir.) Ya’nî hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” her zemân Kur’ân-ı azîm-üs-sânın hükmü ve emri iledir. Kur’ân-ı kerîm de onun imâmı ve yol göstericisidir. 29– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Patlıcan yiyiniz ki, o bir agaçdır. Ben onu Cennet-ül Me’vâda gördüm. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin vahdâniyyetine ve Benim Peygamberligime ve Alînin velîligine se- – 315 – hâdet etdi. Her kim patlıcanı, zarar niyyeti ile yirse, zarar olur. Eger sifâ niyyeti ile yirse, sifâ olur.) 30– Huzeyfe tebni Yemân “radıyallahü anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Eger halk, Alîye emîr-ül mü’minin ismi ne zemân verildigini bilseler idi, Alînin fazîletini inkâr etmezlerdi. Hâlbuki Âdem aleyhissalâtü vesselâm rûh ile beden arasında idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki: Ben sizin Rabbinizim, Muhammed Nebînizdir. O zemân Alîye “radıyallahü teâlâ anh” emîr-ül mü’minîn denildi. 31– Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eger gökleri ve yerleri terâzînin bir kefesine koysalar, Alînin îmânını diger kefesine koysalar, Alînin îmânı agır gelir.) 32– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eger cümle halk Alî bin Ebî Tâlibin muhabbeti üzerine birlesseler idi, Allahü teâlâ ve tekaddes Cehennemi yaratmazdı.) 33– (Eger Alî yaratılmasa idi, dünyâda Fâtımaya münâsib kimse bulunmaz idi) buyuruldu. 34– Mu’âviye bin Hîdet “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmisdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Kalbinde Alî bin Ebî Tâlibin bugzu oldugu hâlde ölen kimse, ister yehûdî olsun, ister nasârâ olsun, fark etmez.) 35– Mu’âz bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmisdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Alînin “radıyallahü anh” yüzüne nazar etmek [bakmak] ibâdetdir.) 36– Ebû Berze-tel Eslemî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ bana husûsî bir ahd verdi. Bana nice kerre buyurdu ki, bu husûsî ahdimi kabûl et- – 316 – din mi. Ben dedim, evet yâ Rabbî bu ahdi kabûl etdim.) Ebû Berze-i Eslemî der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Dedim, yâ Rabbel’âlemîn! Bu ahdini ki benim ile etdin. Ve ben o ahdi senden kabûl etdim. Bana söyle o ahd nedir. Allahü Sübhânehü ve teâlâ bana vâsıtasız olarak buyurdu ki, o ahd odur ki, sen bilesin, benden cümle halka diyesin ki, Alî hidâyeti göstericidir, dogru yolun isâretidir. Mutî’lerin ve muvahhidlerin gözlerinin nûrudur. Müslimân ve mü’minlerin serverleridir. Ben bütün kullarıma benim birligimi ve tevhîdimi lâzım kılmısım. Bütün ümmetine senin risâletini tasdîk etmelerini lâzım kılmısım. Bütün mü’minlere Alînin muhabbetini ve meveddetini [sevmegi] lâzım kılmısım. Her kim Alîyi dost tutar, Allahü teâlâyı [beni] ve Muhammedi [seni] dost tutmus olur. Muhakkak ki o kimse hakîkî dost olur. Alîyi sevmiyen de hakîkî düsmân olur.) (Isâret): Zühd ve vefâ ehli Alîdir. Sıdk ve safâ ehli Alîdir. Cömert ve sehâ ehli Alîdir. Rıfk ve rızâ ehli Alîdir. Mahrem-i ravda- i asfiyâ Alîdir. Mefhâr-ı fadl-ı a’lâ Alîdir. Mahrem-i fadl-ı nu’mâ Alîdir. Kendi zemân-ı serîfinde Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin mahlûkunun kıdvesidir. Semere-i secere-i dîn-i Hudâ-i teâlâ Alîdir. Müstevcibül fedâil ve tefâdul ve meâsir Alîdir. Alî Mürtedâ “kerremallahü teâlâ vecheh” hazretlerinin mubârek gönlü, kâfirler ve mülhidler ve hâricîler üzerine, Cehennem Mâlikinin Cehennem ehli üzerine gönlünden siddetli katı idi. Mubârek gönlü, dervisler ve yetîmler ve Cennet ehli üzerine, Cennet Rıdvânının gönlünden dahâ yumusak idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri behâdırlıkda, aslancasına mertlikde, kâfirlere ve mülhidlere çok siddetli zehrden acı idi. Civânmertlikde, dervislere bal ve sekerden tatlı idi. Her vakt ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hâmiyyet (iyilik severlik) ve siyâsete gideydi, Cehennemin sam yeli ve zakkûmu piser ve ölürdü. Her vakt ki sefkat ve kerâmetde gideydi, Cennetin Na’îm nesimi piser ve ölürdü. Her vakt ki Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” Zülfikârı elinde tutar idi, kâfirlerin ve mülhidlerin ve ehl-i hevâların cânları tenlerinde muzdarib olurdu. Her vakt ki akçe keselerini eline alıp, açdıgı zemân, fakîrlerin ve yetîmlerin cânları tenlerinde sâkin olurdu. Yirmialtıncı Menâkıb: Rüknül-islâm Ahmed Cürcânî “rahi- – 317 – mehullahü teâlâ” rivâyet eder. Yüzden fazla Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin rivâyeti ile isitdim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular: (Alînin bir kerre Amr bin Abdûdün karsısına çıkması, ümmetimin kıyâmete dek ibâdetinden hayrlıdır.) Amr bin Abdûd arabî idi, Kureysî idi. Mudar bin Nizâr evlâdından idi. Fekat Âd kavminin kuvvetinde idi. Ömründe hiçbir cengden yenilerek dönmemis idi. Yalnız Bedr cenginde yaralanıp düsmüs idi. Yarası iyi oldu. Tekrâr Hendek cengine geldi. Onun gelmesinden müslimânlara korku hâsıl oldu. O vâkı’ada yirmibir gün ok ve kılınç ile ve mızrak ile ve tas ile ceng oldu. Yirmiikinci gününde ceng ve cidâl iyice siddetlendi. Amr bin Abdûd, Hendek kenârına gelip, meydâna er istedi. Müslimânlardan karsılık veren olmadı. Bir dahâ istedi. Kimse varmadı. Yedi kerre da’vet etdi. Yedincide, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini çagırdı ve huzûrlarına oturtdu. Buyurdu ki, (Yâ Alî! Benim atıma bin. Zülfikârı al. Amr bin Abdûdün önüne mertçe var. Onun uzun boylu olusundan ve heybetinden üzülüp, endîse etme ki, ben Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden, düâ ederim ki, sana nusret edip ve senin elin ile müslimânlardan serîri def’ eder.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” düldüle binip, Zülfikârı kusandı. O aslan ki, avını gözleyip, gider gibi, Amr bin Abdûdün önüne vardı. Birbirini gördüler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: Yâ Amr, isitdim ki, sen Kâ’be karsısında ahd etmissin ki, Kureysden bir kimse senden iki hâcet istedikde, o isteklerden birini yerine getirecekmissin. Evet yâ Alî. Ben bu ahdi etdim. Hazret-i Alî buyurdu: Yâ Amr! Simdi sen bilirsin ki, ben Kureysdenim. Senden iki hâcet isterim. Eger ikisini de kabûl etmez isen, bâri birisini kabûl et! Evvelâ senden isterim ki, bu sâatde, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin vahdâniyyetini ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin risâletini ikrâr edesin. Dedi ki; Bunu kabûl etmem. Baska ne istersin. Buyurdu ki: Onu isterim ki, bu sâatde, bu iki kuvveti birbirine koyasın, sen Mekke-i Mükerremeye dönesin. Bunu kabûl etdim. Ammâ, Ebû Bekr ve Ömer ve Osmânın baslarını keserim. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, Ey sefîh! Benim basımı kesmeyince onların basını nasıl kesersin. Ey Alî, sen gençsin. Henüz dünyâyı görmemissin. Iste- – 318 – mem ki, senin basını keseyim. Hazret-i Murtedâ buyurdu ki: Ben isterim ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin tevfîki ile, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin düâsı ile senin basını keseyim. Bu sözden Amr harâretlendi. Hemen atından inip, atını bırakdı. Hazret-i Alîye dogru yürüdü. Hazret-i Alî de “kerremallahü vecheh” atından inip, yaya oldu. Birbirine hamle edip, dolasdılar. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, fırsatı bulup ceng arasında Zülfikârı ile bir darbe vurup, uylugunu dibinden ayırıp, düsürdü. Hazret-i Alî, Amrın bacagını teninden ayırıp, yüzünü ondan döndürüp, uzaklasırken, Amr, kendi kesilmis bacagını eline alıp, hazret-i Alînin ardınca atdı. Öyle bir atdı ki, eger hazret-i Alî, onun önünden sapmasa idi, o ayak parçası ile helâk olurdu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” tekrâr dönüp, Amr bin Abdüdün basını kesdi. O sırada Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri tekbîr alıp, buyurdu ki; (Alînin Amr bin Abdûd ile bir kerre karsılasması, ümmetimin kıyâmete kadar olan ibâdetlerinden hayrlıdır.) Yirmiyedinci Menâkıb: Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” vasıyyetleri beyânındadır. 1– Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Sana bes yüz koyun vermemi mi, yoksa dînin ve dünyân kurtulusuna sebeb olacak bes kelime ta’lîm etmemi mi sevgili tutarsın!) Ben dedim; kelimeleri isterim. Bir düâ ögretdiler. (Allahım! Benim günâhımı afv eyle! Hulkumü genis eyle! Kesbimi [kazancımı] temiz kıl. Bana nasîb etdigin sey’e kana’at edici eyle. Begenmedigin seye nefsimi meyl etdirme.) Sonra Resûlullah buyurdu ki: (Yâ Alî! Sonu üzüntü ve aglamak olmıyan hiçbir sevinç ve nes’e yokdur.) 2– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eyler ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Yâ Alî! Sen Kâ’be menzilesindesin! Bütün herkes Kâ’beye varır. Kâ’be hiçbir yere varmaz. Eger bir kavm sana gelip, bu hilâfet emrini sana teslîm ederlerse, onlardan kabûl eyle! Eger gelmezler ise, sen onlara varma.) – 319 – 3– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eyledi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen ehl-i Cennetsin. Yakın zemânda bir kavm gelir ki, onların lakabları olur. Onlara râfizî derler. Eger sen onlara yetisirsen onları öldür ki, müsriklerdir. Ne Cum’a bilirler, ne cemâ’at bilirler! Ebû Bekr ve Ömeri seb’ ederler [kötülerler].) 4– Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Süâl etdim Allahü teâlâ hazretlerinden ki, seni hilâfetde öne alsın. Üç kerre istedim. Allahü teâlâ ve tekaddes kabûl etmedi. Ebû Bekri öne aldı.) 5– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Fâtımayı sana tezvîc etdi. Ve ona yeri sıdâk [yeryüzünü mehr] kıldı. Her kim yeryüzünde sana bugz edici oldugu hâlde yürürse, bu yürümesi harâmdır.) 6– Ammâr bin Yâser “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yâ Alî! Allahü teâlâ hazretleri seni bir zînet ile zînetlendirdi ki, dünyâyı terk etmek olan ve kendisine sevgili olan zühd ile zînetledi. Öyle takdîr etdi ki dünyâdan birseye nâil olmıyasın!) 7– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ Alî! Yalnız Rabbinden ümîd edici ol! Günâhından baska birseyden korkma! Birsey sorduklarında bilmez isen, Allahü teâlâ bilir demekden ar etme.) 8– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Cimri ve bahîl olma. Yüzünü güler tutasın [güleryüzlü olasın]. Kerîm ve ikrâm edici olasın ki, mü’min yumusak yüzlü ve cömert olur. Münâfık kaba ve cimri olur. Benim ümmetimin cömertlerinin günâhları, günesde buzun eridigi gibi erir.) 9– Ebû Mûsâ “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmisdir. Re- – 320 – sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Ben kendim için râzı oldugum seylere, senin için de râzı olurum. Kendim için kerîh gördügüm nesneyi, senin için de kerîh görürüm. Kur’ân-ı azîm-üs-sânı cünüb oldugun hâlde okuma. Rükû’ ve secdede Kur’ân-ı kerîmi okumıyasın. Saçlarını basın üstünde topladıgın hâlde nemâz kılmıyasın.) 10– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Gayretli ol ki, Allahü teâlâ gayretli olanı sever. Sahî [cömert] ol ki, Allahü teâlâ sahî [cömert] olanı sever. Cesâretli ol ki, Allahü teâlâ ve tekaddes secâ’ati sever. Eger bir kimse senden bir hâcet istese, onun hâcetini bitir. Eger o kimse o hâcete lâyık degil ise, sen hâcet bitirmege lâyıksın!) 11– Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” hazretleri rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Insanlar, Allahü teâlâ hazretlerine yaklasıyoruz diye çalısıp-kazandıkları zemân, sen akl kesb eyle, tâ onlara sebkat edesin [onlardan ileri geçesin.] Allahü teâlâya dünyâda ve âhıretde yaklasmak derece ve kıymetinin onlardan önde olması için gayret edesin.) 12– Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Bas agrısı seni râhatsız edecek kadar olursa, iki elini basın üzerine koyup, sûre-i Hasrın âhırini [sonunu] oku. “Lev enzelnâ” âyet-i kerîmesinden sonuna kadar oku.) 13– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Yalan söylemekden sakın. Eger zan edersen ki, o yalan seni kurtarır, yalan söyleme. Sana dogru söylemek lâzım olsun. O dogru seni helâk edecek bile olsa, dogru söyle.) 14– Hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Bes kelime ki, Cebrâîl bana ta’lîm etmisdir. Onları sana ta’lîm etmemi mi seversin. Yoksa emr edeyim sana – 321 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:21 bes keçi versinler, bunu mu seversin!) Hazret-i Alî dedi, (Yâ Resûlallah! Ben o bes kelimeyi severim.) Buyurdular ki: (Ey mahlûklara rızk veren! Ey fakîrlere rahmet eden! Ey zor durumda olanları kabûl eden! Ey mü’minlerin Velîsi! Ey rahmet edenlerin en rahîmi! Bana rahmet et, acı.) 15– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ Alî! Persembe gününde bıyıgını kırk ve tırnagını kes. Koltugunu yol, kasıgını tras eyle. Cum’a günü temiz elbise giy! Güzel koku isti’mâl eyle [sürün, kullan].) 16– Nizâmüddîn Abdül’vâhid ibni el Fadl el-Fermâdî, ceddi Ebül Kâsım Gürgânîden isnâd ile, o da Mûsâ Kâzım bin Ca’fer Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Alî Zeynel’âbidîn bin Hüseyn bin Alî bin Ebî Tâlibden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmisdir. Hazret-i Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Yâ Alî! Mercimek yemegine devâm et ki, yetmis Nebî mercimek yidiler ve ona bereket ile düâ etdiler. Sonuncuları Îsâ bin Meryemdir “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”.) Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sânlarını anlatan haberler hakkındadır. 1– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Beni mi’râca çıkardıkları o gece gördüm. Arsın ayagında yazılmıs, ben birim, benden baska ilâh yokdur. Adn Cennetini ben yaratdım. Yaratdıklarımdan Resûlüm Muhammedi seçdim. Onu Alî ile kuvvetlendirip, yardım etdim.) 2– Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Kıyâmet günü olunca; Arsın sagında benim için kırmızı yâkutdan bir kubbe kurarlar. Arsın solunda Ibrâhîm halîlullah için yâkutdan bir kubbe kurarlar. Bir kubbe de Alî için benim ile Ibrâhîm arasında beyâz inciden kurarlar. Siz iki Halîlin arasında olan Habîbi ne zan ediyorsunuz.) 3– Bilâl-i Habesî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, mubârek yüzü – 322 – bedr olan aydan nûrlu oldugu hâlde bizim üzerimize çıkageldi. Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anh” karsılayıp, dedi ki, babam ve anam sana fedâ olsun; yâ Resûlallah, bu ne nûrdur. Buyurdular ki: (Rabbimden azze ve celle müjde geldi, kardesim ve amcamoglu ve kızımın zevci Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ” hakkında ki, Allahü tebâreke ve teâlâ o vakt ki, Fâtımayı Alîye tezvîc eyledi. Cennet hâzini Rıdvâna emr eyledi ki, Tûbâ agacını sallaya. Rıdvân da salladı. Tûbâ agacından, bizim dostlarımızın adedince hüccetler saçıldı. Allahü teâlâ ve tekaddes nûrdan melekler yaratdı. Her melege o hüccetlerden bir hüccet verdi. O hüccetlerde yazılmısdır ki, Mustafânın ve ehl-i beytinin muhib ve muhlîsleri Cehennemden azâd olmusdur.) 4– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet etmisdir. Buyurdular ki, (Kıyâmet günü olunca, bütün Peygamberleri “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” bir yere toplarlar. Bir nidâ edici ars altından nidâ eder, yâ Enbiyâ cemâ’ati. Sizi sevenleriniz ile iftihâr edin. Ben Cihâr-ı yârim ile iftihâr ederim.) 5– (O kimseler ki, îmân getirdiler ve sâlih amel islediler. Yakın zemânda Allahü rahmân onlara kendi dostlugunu, muhabbetini verir.) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki; ya’nî Allahü teâlâ onları dost tutar ve onları dost kılar ki, onları yer ve gök ehline sevdirir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü Sübhânehü ve teâlâ bir kulunu severse, Cebrâîl aleyhisselâma buyurur ki, filân kimseyi dost tutdum. Siz de dost tutun. Cebrâîl ve melekler de dost tutarlar.) Onlardan yine bir nidâ edici gökden nidâ eder ki, Allahü tebâreke ve teâlâ filân kimseyi dost tutdu. Siz de ey yer ehli onu dost tutunuz. Hepsi dost tutup, severler. Onun muhabbetini yer halkının da kalbine salar. Bütün yer ehli de muhabbet ederler. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurur ki, âyet-i kerîmede, (vüdd) lafzından murâd, Alî bin Ebî Tâlibin “radıyallahü teâlâ anh” muhabbetidir ki, onu mü’minlerin kalbinde tatlı etmisdir. 6– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” haber vermisdir. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı serîfin- – 323 – de oturmusduk. Ensârdan, Ebû Ukayl demekle ma’rûf bir kisi kalkıp, dedi ki: Yâ Resûlallah! Senden sonra nâsın hayrlısı kimdir. Buyurdu ki: (Ebû Bekr-i Sıddîkdır). Ondan sonra kimdir. Buyurdu ki: (Ömer-ül Fârûkdur). Ondan sonra kimdir, dedi. Buyurdu ki: (Osmân bin Affândır). Ondan sonra kimdir, dedi. Buyurdu ki: (Alî bin Ebî Tâlibdir). O dedi ki: Neden amcan oglu Alîyi sonraya bırakdın, dördüncü etdin. Hâlbuki o senin kardesindir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Vay sana yâ Ebâ Ukayl. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri yüzyirmidörtbin (den ziyâde) Nebîyi halk etdi. Insanlara gönderdi. Beni cümlesinin sonu kıldıgını bilmiyor musun!) Ebû Ukayl dedi ki: (Evet yâ Resûlallah!). Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benim Peygamberlerin sonuncusu olmamın ne zararı oldu ki, halîfelerin dördüncüsü olmasının Alîye de zararı olsun! Yâ Ebâ Ukayl! Muhakkak Allahü teâlâ ve tekaddes bana; Âdem aleyhisselâmın yaratıldıgı vaktden kıyâmete dek îmân getiren kimselerin sevâbını bagısladı. Ebû Bekre de benim bâis oldugum vaktden [Peygamberligim bildirildigi vaktden] kıyâmete kadar gelen ve Ebû Bekri seven mü’minlerin sevâblarını bagısladı. Alî bin Ebî Tâlibe de, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine Sarkdan garba ibâdet edenlerin sevâbını bagısladı.) 7– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Biz kıyâmetde dört atlı [süvâri] oluruz ve halk aç ve susuz ve çıplak olurlar. Ben kendi binegim [atım] Burak üzerinde olurum. Sâlih Nebî “aleyhisselâm” Nâkatullah [devesi] üzerine biner. Fâtıma benim asbâ adlı devem üzerine biner. Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” Cennet develerinden bir deve üzerine biner ki, bâtını Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin havfından ve zâhiri Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin rahmetinden olur. Bası üzerine tâc koyarlar ki, sekiz rüknü olur. Onun rûsenligi sekiz Cennetden olur. O kıyâmetde benim önümde nidâ eder ki, (Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resûlullah). Melekler önünden geçerken, bu bir mukarreb melekdir, derler. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin cenâbından bir nidâ gelir ki: Yâ Ehl-e mevkıf. [Ey mahser halkı.] Bu mukarreb melek veyâ Peygamber degil, Alî bin Ebî Tâlibdir.) Ars önüne – 324 – gelir ve der ki: Yâ Rabbî; her kim beni sever, muhabbet eder, senin zâtına muhabbet eder, sever. Sonra mahser meydânında bir nidâ edici der ki, Ebû Bekr ve Ömerin sevenleri, sonra Alîye tâbi’ olanlar nerededir. Bunlar Râbi’a ve Mudar kabîleleri adedincedir. 8– Hazret-i Hasen bin Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ” haber verir ki, babam mescidden döndü [çıkdı]. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yüzüne bakdı. Ebû Bekr de babamın yüzüne bakdı. Dedi ki: Yâ Ebâ Bekr! Ne olmus bana ki, sen bana böyle uzun nazar edersin. O buyurdu ki, evet ondan dolayı nazar ederim [bakarım] ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitdim, buyurdu ki, (Kıyâmet günü, sırat üzerinden, Alî bin Ebî Tâlibin, eline buyruk vermedigi kimseler geçemez!) Sonra babam da dedi ki: (Yâ Ebâ Bekr! Sen bana müjde verdin. Ben de sana müjde vereyim mi.) (Evet ver) dedi. Yâ Ebâ Bekr! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana kavminden gizlide [tenhâda] vasıyyet buyurdular ki, (Yâ Alî! Kıyâmet günü sırat üzerinde, Ebû Bekri ve Ömeri ve Osmân hazretlerini sâdık olarak sevmiyenlerin eline sıratı geçmeleri için ruhsat verme “radıyallahü teâlâ anhüm”.) Yâ Rabbî! Bizi bu dört halîfeyi sevenler ile hasr et! 9– Câbir “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Arafatda idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” karsılarında idi. Buyurdu: (Yâ Alî! Bana yakın ol. Tenini benim tenime degdir ki, beni ve seni halk etdiler bir agaçdan ki, ben o agacın aslıyım. Sen fer’isin. Hasen ve Hüseyn o agacın budaklarıdır [dallarıdır]. Her kim o agaçdan bir dala yapısırsa, Allahü teâlâ hazretleri o kimseyi Cennete dâhil kılar. Yâ Alî! Eger benim ümmetim sana bugz ederler ise, Allahü teâlâ ve tekaddes, azâb meleklerine buyurur: Tâ onları burunları ve yüzleri üstüne çeke çeke Cehenneme iletirler.) 10– Berâ’ bin Âzib “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile berâber idik. Vedâ haccına geldik. Gadîr-i Hum dedikleri menzile konduk. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana buyurdular ki, (Nidâ et ve söyle, Essalâh! Essalâh!) Es- – 325 – hâb-ı güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hepsi toplandılar. Buyurdular: (Ben her mü’mine kendi nefsinden evlâ degil miyim.) Dediler ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Buyurdular ki, (Benim ezvâcım [hanımlarım] mü’minlerin annesi degil midir.) Dediler ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Sonra Alî hazretlerinin elini tutup, buyurdular ki, (Bu mevlâsıdır o kimsenin ki, ben onun mevlâsıyım. Allahım, dost tut o kimseyi ki, bunu dost tutar. [Bunu seveni sen de sev.] Düsman tut o kimseyi ki, bunu düsman tutar [Bunu sevmiyeni sevme].) 11– Resûl aleyhisselâm buyurdular ki, (Kıyâmet günü ben gelirim. Alî benim ile olur. Livâ-i hamdi elinde tutar. Onun üzerinde iki parça olur. Biri sündüsden ve biri istebrakdan.) Bir arâbî, huzûr-ı serîflerinde ayak üzerine kalkıp, dedi ki, babam ve anam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Hazret-i Alî kâdir olur mu [gücü yeter mi] Livâ-i hamdi götürmege. Buyurdular ki, (Niçin kâdir olmasın ki, ona üstün hasletler verilmisdir. Onun sabrı benim gibidir. Hüsnü [güzelligi] hazret-i Yûsüf aleyhisselâmın hüsnü gibidir. Kuvveti hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmın kuvveti gibidir. Livâ-i hamd elinde olur. Bütün mahlûklar kıyâmet günü benim livâm altında olur.) 12– Hayber gazâsından döndüler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Eger insanlar yanlıs anlı(Zeker) Îsâ aleyhisselâma söyledikleri gibi söylemiyeceklerini bilseydim, senin hakkında çok sözler söylerdim. O zemân insanlar ayagının tozunu bereketlenmek için alırlardı. Abdest aldıgın su ile istisfâ ederlerdi. Lâkin sana kifâyet eder ki, sen bana Hârûn aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma yakınlıgı gibisin. Fekat bu kadar var ki, benden sonra Peygamber gelmez. Seni, benim sünnetim üzerine sehîd ederler. Sen âhıretde bendensin. Benim havzım üzerine halîfem olursun. O Cennet libâsı ile libâslanan olursun. Benim ümmetimden evvel Cennete girersin. Seni sevenler nûrdan minber üzerinde olurlar. Ve yüzleri beyâz ve nûrlu olur. Onlara sefâ’at ederim. Yarın benim komsum olurlar. Senin cemâ’atin benim cemâ’atimdir. Senin sulhün benim sulhümdür. Senin sırrın benim sırrımdır. Senin âsikârın benim âsikârımdır. Evlâdın benim evlâdımdır.) Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” sükr secdesi edip, dedi ki, Allahü teâlâ hazretlerine hamd olsun ki, beni islâm ni’me- – 326 – ti ile ni’metlendirdi. Bana Kur’ân-ı azîm-üs-sânı ta’lîm eyledi. Beni, mahlûkların en üstünü ve Peygamberlerin sonuncusu ve efendisine, fadlı ile, keremi ile sevdirdi. Yirmidokuzuncu Menâkıb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben, Ömer bin Hattâb ve Osmân-ı Zinnûreyn, hazret-i Âisenin “radıyallahü teâlâ anhâ” evine Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ba’zı müskillerimizi süâl edelim diye geldik. Hücre-i serîfenin kapısına erisdik. O sırada, kapının önünde, bir ejderhâ durur idi. O zemâna kadar öyle yaratılmıs bir ejderhâ görmemis idik. Korkduk, geri döndük. Ben dedim ki, buna Alî ibni Tâlibden baskası mukâvemet edemez. Zîrâ o heybetli, mertdir. Hemen hazret-i Ömer geriye bakıp, dedi ki: yâ Ebâ Bekr; iste Alî bin Ebî Tâlib, geliyor. Ben dedim, yâ Alî! Bu ejderhâyı görür müsün. Bizi hısmından geri döndürdü. Hazret-i Alî ejderhâyı gördü. Yenini açdı. Isâret etdi ki, gel yenime gir. Ejderhâ da tevâzu’ ile basını yere koyup, gelip, yenine girdi. Alî de yenini kapatdı. Resûl-i kâinât aleyhi efdal-i salevât hazretlerinin huzûr-i serîflerine vardık. Buyurdular: (Yâ Ebâ Bekr. Alî ne yapdı). O sırada hazret-i Alî geldi. (Yâ Ebel Hasen [Hasenin babası]. Nedir, yenindeki) buyurdu. Dedi ki, yâ Resûlallah! Bir ejderhâdır ki, Ebû Bekr, Ömer ve Osmâna karsı gelmis. Resûl-i kâinât efdalüt-tehıyyât hazretleri, tebessüm edip, buyurdular. (Yâ Ebel Hasen! O ejderhâ degildir. O bir melekdir ki, Allahü teâlâ hazretlerine bir sehvi sebebi ile ejderhâ sûretine degisdirildi. Kapıda, seni görüp, sefâ’at istemek için durmus idi. Ben Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden sefâ’at dileyeyim ki, o melegi evvelki mertebesine getirsin. Ne zemân ki, ben sefâ’at etdim. Allahü teâlâ ve tekaddes benim sefâ’atimi kabûl etdi. Simdi, yenin agzını aç.) Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” yeninin agzını açdıgı gibi, gördük, bir yesil kus çıkıp, uçdu. Sadaka Muhammed, sadaka Muhammed, diye söylerdi. Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” buyurdu ki, Resûl-i kâinât aleyhi efdalüttehıyyât hazretlerinin huzûr-u serîflerine vardım. Mubârek ve münevver yüzlerini nes’eli buldum. Selâm verdim, oturdum. Dedim; yâ Resûlallah! Sizi sâd-ü hurrem [nes’eli] gördüm. Eger Allahü teâlâ hazretlerinden sevindirici bir buyruk nâzil olmus ise haber – 327 – veriniz de, sizinle berâber sevinelim. Buyurdular ki: (Yâ Alî! Cebrâîl aleyhisselâm bana haber verdi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Cennet-i Adnı yaratdı. O Cennete kendi yed-i ile kırmızı yâkutdan bir agaç dikdi. Ona kökünü yere geçir, dallarını dısarı çıkar diye emr etdi. O agaç da köklerini yere geçirip, dısarı yediyüzbin dal çıkardı. Her budak [dal] üzerinde yediyüzbin kırmızı yâkutdan kasr [kösk], her kasrda yediyüzbin oda, her odada bir kapu, her kapuda bir taht, her taht üzerinde bin dösek ve dösegin kalınlıgı bin arsın, her taht üzerinde bir hûrî, onun karsısında kırkbin kul [hizmetci] ve kırk bin câriye ve her oda ta’âmdan ve serâbdan ve elvândan, o seyleri yaratdı ki, ne gözler görmüs ve ne kulaklar isitmis ve ne bir beserin hâtırına gelmis olsun.) Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Yâ Alî! Bunlar sana ve seni ve evlâdını sevenleredir. Her kim sana bugz ederse, muhakkak bana bugz etmisdir. Her kim bana bugz ederse, benim sefâ’atime kavusamaz.) |