Konuyu Oyla:
  • Derecelendirme: 0/5 - 0 oy
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Hz.Ali Nehcul Belaga - hutbeleri-vasiyetleri-emirleri"
#1
Oku-1 
HAZRET-İ EMİR 
ALİ İBN-İ EBİTALİB   
 
NEHC'ÜL - BELÂGA 

 
Hz. Ali'nin (a.s) hutbeleri, vasiyetleri, emirleri,  mektupları, hikmet ve vecizeleri 
(Metnin terceme ve şerhi)
Hazırlayan: Abdulbâki Gölpınarlı 
Hk. 1418 - Mil: 1997.
 
İÇİNDEKİLER 

Takdim 7 
S. Radıy'nın Önsözü 29 
1. KISIM 
Hutbeleri 35 
1. Bölüm: İman - İslam, Kur'an, Allah - 
Hz. Muhammed (s.a.a) 37 
2. Bölüm: Kendileri ve Ehl-i Beyt 93 
3. Bölüm: Dünya ve Ahiret 111 
4. Bölüm: İçtimaî - İktisadî Hutbeleri 135  5. Bölüm: Tarihî Hutbeleri 223
2. KISIM
Mektupları, Emir-Nameleri, Vasiyyetleri 425 
1. Bölüm: Cemel'den Önce ve Cemel Savaşında 427  2. Bölüm: Sıffin Dolayısiyle 445 
3. Bölüm: Savaşta Hitabeleri, Vasiyyetleri 479  4. Bölüm: İdari Mektupları, Emir-Nameler,  Ahit-Nameleri 503
 
3. KISIM 
Kısa Sözleri 565 
1. Bölüm: Din, İman Kur'an 567 
2. Bölüm:Hz. Muhammed (s.a.a), Ehl-i Beyt 577  3. Bölüm: Dünya ve Ahiret 589
4. Bölüm: Akıl - Bilgi 595 
5. Bölüm: Çeşitli Konular 605 
6. Bölüm: Tarihi ilgilendiren Sözleri 619  7. Bölüm: Gerçek, Adalet, Geçim, İnsanlık, Savaş  625 
Hutbelerin Fihristi 631 
Mektupların Fihristi 631
TAKDİM 
Fasâhat ve belâgatta, gerçekten de eşi bulunmayan,  mevzû' bakımından İslam dininin esaslarına, o esasların  gerektirdiği hükümlere, hükümlerin teşrii sebeplerine  değinen, bunları İslam Peygamberinden (s.a.a) tevârüs ettiği  sınırsız bilgi kudretiyle açıklayan, içtimâî ve iktisadi  meselelere, İslâm dininin insanî görüşüne aydınlatıcı,  şüpheleri giderici ışıklar tutan, ayrıca da tarihi olayları,  sebepleri ve sonuçlarıyla belirten "Nehc'ül Belâga", Emir'ül Mü'minîn Ali b. Ebi-Talib'in (a.s) hutbelerinin, sözlerinin,  öğütlerinin, vasiyetlerinin, mektuplarının ve vecîzelerinin  toplanmasından meydana gelmiştir. Bunları, Şerif Radıy  Muhammed b. Huseyn, toplayıp kitap haline getirmiş, üç  bölüme ayırmıştır. Birinci bölüme hutbelerini, bâzı sözlerini,  duâlarını almış, ikinci bölüme, bilhassa mektuplarını üçüncü  bölümeyse vecîzelerini dercetmiştir. 
Şerif Radıy diye tanınan Ebu'l-Hasan Muhammed b. Ebi Ahmed'il-Huseyn, Aliyy b. Ebi-Tâlib'in (a.s) oğlu İmâm  Huseyn'in (a.s) oğlu İmâm Zeyn'ül Âbidîn Ali'nin (a.s) oğlu  İmâm Muhâmmed'ül Bâkır'ın (a.s) oğlu imâm Ca'fer'us Sâdık'ın (a.s) oğlu İmâm Mûsâ'l Kâzım (a.s) oğlu İbrahim  oğlu Musâ oğlu Muhammed oğlu Mûsâ oğlu Ahmed  Huseyn'in oğludur. Soyu, annesi Fâtıma vasıtasıyla da imâm
Huseyn'e (a.s) dayanır ve ana ve baba tarafından siyâdet  şerefine sahiptir.1 Hicrî 359 da (969- 970) doğmuş, usûl ve  edebiyatta pek yüce bir mevki elde etmiş, 383'te (993)  Bağdat'ta seyyidlerin nakaabet hizmetini deruhde  eylemiştir. "Kitâb'ül-Müteşâbih fi'l-Kur'ân, Mecâzât'ül -  Âsâr'in - Nebeviyye, Telhis-ül Beyân an Mecâzât'il - Kur'ân,  Kitâb'ül-Hasâis, Ahbâr-u Kuzât-i Bağdad" adlı eserleri,  babasının ahvâline ait bir kitabı, üç cilt risâleleri, Ebû Abdillâh Huseyn b. Ahmed b. Haccâc'ın (ölm. 391 H. 1000)  şiirlerinden seçmeleri ve dîvânı vardır. En meşhur eseri,  "Nehc'ül- Belâga" adıyla topladığı, Hz. Ali'nin (a.s) hutbe,  mektup ve sözlerini ihtivâ eden telifidir (Umdet'üt- Tâlib,  s.196-197). Hicretin 406. yılı Muharreminin altıncı günü (26  Haziran 1015) Bağdat'ta vefât etmiş, Kerh'teki evine  defnedilmiştir (Hâc Şeyh Abdullâh'il - Mamakaanî:  Tenkıyh'ul-Makaal fî Ahvâl'ir-Ricâl, Necef-Murtazaviyye mat.  1352 H.c.111, s.107).
Seyyid Radıy, bu hutbe, mektup ve vecîzeleri toplarken  bir hayli kaynağa sâhipti. İlk olarak Ebû-Ca'fer Muhammed  b. Hasan b. Aliyy'it- Tûsi'nin (460 H. 1067) rivâyet ettiği gibi  Kûfeli Zeyd b. Veheb'il-Cühenî, toplum-larda, bayramlarda  ve başka vakitlerde, Hz. Emir'in (a.s) okudukları hutbeleri  yazmıştır. Bu zat, Emir'ül-Mü'minî'nin ashabındandı;  Nehrevan'a giderlerken de maiyetlerinde bulunmuştu (aynı,  1, 1329 H. s.471-472). Tûsî, bu kitabı, Ebû-Mıhnef Lût b.  Yahyâ'dan, o, Ebû- Mansûr-ı Cühenî'den o da Zeyd b.  Veheb'den rivâyet etmiştir; Zeyd'se rivâyet ettiği hutbeleri,  bizzât Emir-ül Mü'minîn'- den (a.s) duymuştur. İbn-i Hacer,  Zeyd b. Veheb'in Câhiliyye devrini ve Asr-ı Saâdeti idrâk  ettiğini, fakat Hz. Resûl-i Ekrem'le (s.a.a) görüşemediğini,   
1 - Umdet'üt-Talib fî ânsâbi Âl-i Ebi Talip. Necef'ül- Eşref- 1337  H. 1918; s.193-200. Muhammed Abduh: Şerhu Nehc'il- Belağa;  Beyrût; Müesseset'ül-A'lemî basın; M. Abduh'un önsüzü; s.6.
Tâbiinin uluların-dan olduğunu, Kûfe'de yerleştiğini, hicri 96.  yılda vefât ettiğini (714) kaydediyor. Zeyd Hz. Peygamber'in  (s.a.a) bi'setinden evvelki zamanı idrâk ettiği takdirde  yüzyıldan fazla yaşamış demektir. Câhiliyye devrinden  maksat, Hz. Peygamber'in (s.a.a) dâvete başlamasından  sonra bir müddet İslâm'ı kabul etmediğini bildirmekse,  gene yüz yaşını geçkin olarak vefât ettiğini kabul etmek  icâp eder. Hâsılı Kûfeli Zeyd, Hz. Emirin hutbelerini ilk  toplayan zattır ve kitabı da Seyyid Radıy'nin zamanına  intikal etmiştir. Ehli Sünnet de Zeyd b. Veheb'i sıkadan  saymış, Sıhâh'larda ondan rivâyette bulunmuştur. 
Hz. Emirin (a.s) hutbelerini zaptedenlerden biri de  İbrâhim b. Hakem b. Zuhayr'il- Fezârî'dir. Hakem b. Zuhayr,  127 hicrîde (744) vefât eden İsmâîl b. Abdürrahman'is Süddi'nin tefsîrini rivâyet eden zattır. Şii olduğu halde, hiç  bir tefsir yoktur ki, bu tefsirden, rivayette bulunmasın;  Tirmizî de Sahîh'inde bu zattan rivâyette bulunmuştur.  Hakem b. Zuhayr, 180 sularında (796) vefât etmiştir. Oğlu  İbrahim'inse, Hz. Emir'in (a.s) hutbelerini ihtivâ eden bir  kitabı vardır (Tenkıyh, 1, s. 15. İsmâil b. Abdurrahmân b. Ebi  -Kerîmet'is- Süddî için aynı cildin 137. sahifesine bk.). 
Hutbeleri toplayanlardan biri de İsmâil b. Mihrân'is Sekûnî'dir. Bu zat, İmâm Ca'fer'üs- Sâdık'la (a.s 148 H. 765)  İmâm Aliyy'ür- Rıza'nın (a.s 202 H. 817) zamanlarında  yaşamış, onlarla müşerref olmuş, birçok kitaplar yazmış, bu  arada Hz. Emir'in (a.s) hutbelerini de toplamıştır ki Ali b.  Hasan b. Faddâl ondan rivâyet etmiştir (1, s. 142- 146; 11,  s. 278- 280). 
Hz. Emir'in (a.s) ashabının ileri gelenlerinden ve İmâm  Hasan'ın (a.s) zamânına erişenlerden Asbag b. Nübâte;  Mâlik'ül -Eşter'i Mısır'a vâli tayin buyurdukları zaman, ona  yazdıkları "Ahd- Nâme"yi ve Muhammed'ül- Hanefiyye'ye  vasiyetlerini rivâyet etmiştir. Mâlik'ül- Eşter'le gönderilen ve  Mısırlılara hitâben yazılan mektuplarını da, Cemel
savaşında Hz. Ali (a.s) ile bulunan ve ashabının ileri  gelenlerinden olan Sa'saa b. Sûhan rivâyet etmiştir. (1, s.  150-151; 11, 98-99). 
İmâm Aliyy'ün -Nakıyy'ül -Hâdî'nin (a.s) zamanına erişen  (254 H. 868) Sâlih b. Ebi- Hammâd Ebü'l- Hayr-ı Râzî de  hutbeleri ihtivâ eden bir kitap telîf etmişti (11, s. 91).  Hutbeleri toplayanlardan biri de gene aynı İmâm'ın  zamânına erişen, İmâm Hasan'ın (a.s) oğlu Zeyd'in oğlu  Hasan oğlu Abdullah'ın oğlu Abd'ül Azîm'dir (11, s. 157- 158). 
Bunlardan başka 283'te (896) vefât eden ve Muhtâr b.  Ebi-Ubeydet'üs- Sakafi'nin amcası Sa'd'in soyundan olan  İbrâhim b. Muhammed b. Said-i Sakafî (c.1; s.1), 330 dan  (844) sonra vefat eden, iki yüze yakın kitabı bulunan  Abdül'Azîz b. Yahya'l -Celûdiyy'il- Bısrî (c.11; s.156-157),  260'ta (873) vefât eden ve babası, İmâm Sâdık'ın (a.s)  zamânını idrâk etmiş olan Hişâm b. Muhammed b. Sâib de  (260 H. 873-874) hutbeleri toplayanlardandır. Hişâm'ın  babası, bütün tefsir kitaplarında rivâyetleri yer alan bir zat  olduğu gibi kendisinin de tarih ve ensâba dâir birçok kitabı vardır (111, s.303). İmâm Aliyy'ün- Nakiy'nin (a.s) zamanına  erişen ve Kitâbu Mahâsin sâhibi Ahmed'in babası olan  Muhammed b. Hâlid'il - Barkıy'nin (111, s. 113- 114), aynı
yüzyılda yaşayan Muhammed b. İsâ b. Abdullah b. Sa'd'il - Aş'arî'nin (aynı, s. 167), fıkha dâir birçok eseri bulunan  Muhammed b. Ahmed'il-Cu'fî'nin (11; İkinci bölüm, s. 65- 66)de Hz. Emir'in hutbelerini ihtivâ eden kitapları vardır.  Bunlardan başka, Şîîlikle ilgisi bulunmayan birçok eseri olan  meşhur müverrih Ebü'l- Hasan Aliyy b. Muhammed-i  Medâinî de (225 H. 839), Emir-ül Mü'minîn Ali'nin (a.s)  hutbelerini ve âmillerine yazdığı mektupları bir kitap haline  toplamıştır.2 Bunlardan, Hişâm ve Celûdî'nin, Hz. Emir'in   
2 - İbn'ün- Nedîm: El- Fihrist; Mısır, Rahmdniyya Mat. 1348;
(a.s) hutbelerini topladığını İbn-i Nedîm de kaydeder (s. 140,  160). Aynı zamanda İbn-i Nedîm, hatiplerden bahsederken  ilk olarak Aliyy b. Ebi-Tâlib'i (a.s) anar (s. 181). 
Bunlardan başka tarih, siyer, magaazî ve ensâb  kitaplarının çoğunda, Ali'nin (a.s), Cemel, Sıffîn, Nehrevan  savaşlarından bahsedilir ve şehadeti anlatılırken,  münasebet düştükçe sözleri de nakledilmiş, ayrıca Ya'kubî,  Taberî ve diğer tarihçiler, kitaplarında, sözleriyle  istişhadlarda bulunmuşlardır. Mes'ûdî (346 H. 957), Hz.  Ali'nin dört yüz seksen hutbesini elde etmişti. Muhammed  b. Ya'kub-ı Küleynî'nin "Kâfî"sinde ve Hz. Ali'nin zamanından  İmâm Muhammed-ül Bâkır'ın (57- 114 H. 677- 733)  zamânına erişen Süleym b. Kays-ı Hilâlî'nin kitabında da Hz.  Emir'in (a.s) sözleri geçmektedir.3
Görülüyor ki Seyyid Radıy, Hz. Ali'nin (a.s) hutbelerini,  mektuplarını, vecîzelerini toplarken, çağından önceki birçok  kaynağa sâhipti; çağdaşları da onun topladıklarını bu  kaynaklarla karşılaştırmak imkânına mâliktiler; Şerif  Radıy'nin kardeşi Alem'ül- Hüdâ Seyyid Murtazâ'nın (436 H.  1044) kütüphanesinde seksen bin cilt kitap vardı;  Mu'cem'ül Büldân, bu kütüphanenin dünyâda eşsiz  olduğunu, kitaplarının hepsinin de, bilginlerin el yazmaları
bulunduğunu bildirmektedir.4
Bağdat'ın Kerh kısmında Şîa için kurulan Şâh-pur  Kütüphanesinde de bir hayli kitap mevcuttu. Hiç şüphe yok  ki Hz. Emir'in hutbelerini ihtivâ eden kitaplar da bu 

s.149. 
3 - Süleym için b. Tenkıyh; 2. s. 52- 55; İbn-i Nedîm: Fihrist; s.  307- 308, Küleynî için bk. Tenkıyh; 3, 201- 202; Muhammed Ali  Müderris: Reyhânet'ül Edeb; 3, Çâp-hâne-i Şirket-i Sehânî-i tab'ı Kitâb; 1369 H. 1329 Ş. H. s. 379- 381- 
4 - Mısır- 1323 H. 2, Beyn'es- Sûreyn mad. s. 343.
kütüphanelerde vardı. Fakat bütün bu kitaplar, 447 deki  (1055) yangında yanıp kül olmuştur. Seyyid Radıy'nin, bu  bakımdan hizmeti, gerçekten de pek büyüktür; "Nehc'ül  Belâga"yı tedvîn etmeseydi belki de bu hutbelerin, bu  mektupların ve vecîzelerin çoğu, bize intikal edemeyecekti. 
Hz. Emir'e (a.s), "Nehc'ül-Belâga"da bulunmayan bâzı hutbeler de atfedilmiştir ki "el-Lû'lü', El- İftihâr (Hutbet'ül Beyân olacak), el-Vesîle" gibi hutbeler bunlardandır; nitekim  İbn-i Şehrâşub da (588 H. 1192) "Manâkıb"ında bunlardan  bahsetmektedi. Çağımızda, Âlu Kâşif'ul-Gıtâ'dan Şeyh Hâdî,  "Nech"de bulunmayan hutbeleri toplayıp bastırmıştır.5 Şüphe yok ki Hz. Ali'nin (a.s) "Nehc'ül-Belâga"da  toplananlardan başka hutbe ve mektupları da vardı.  Nitekim Âmidî'nin "Gurer'ül- Hikem"- indeki kısa sözleri ve  vecîzeleri, 11050 yi bulmaktadır. Ancak "Hutbet'ül- Beyan"  gibi bâzı hutbelerde, gulüvve kaçanların inançlarını besleyecek sözlerin bulunması, bu hutbelerin, Hz. Emir'e  (a.s) ait olduğunda haklı şüpheler uyandırmıştır.6
"Nehc'ül-Belâga"ya çok etraflı bir şerh yazan ve bu  sûratle tarih bakımından da pek değerli bir eser meydana  getiren İbn-i Ebi'l hadîd Abdülhamîd (655 H. 1275),  "Nehc'ül- Belâga"da bulunan sözlerin, Hz. Ali'ye (a.s)  âiddiyyetinde şüphe edilemeyeceğini, çoğunun tevâtürle  sâbit olduğunu öbürlerinin de aynı edâ ve üslûpta  bulunması dolayısıyla Hz. Ali'ye (a.s) âidiyyeti muhakkak  bulunduğunu söylemekte, edebiyâta âşinâ olanların, üslûp  özelliklerini bilenlerin, şâir, hatip ve münşîlerin şiir, hutbe ve  yazılarını kolayca anlayıp ayırabileceklerini, meselâ 
 
5 - Âkaa Bozorg-i Tehrânî Muhammed Muhsin: E'z-Zeria ilâ  Tasânif'iş- Şîa; 7, 1329 Ş. H. Tehran; s. 187- 193. 
6 - Bütün bu hususların tafsîli, "E'z- Zerîa"nın 7. cildinde,  yukarıda, belirtilen sahîfelerdedir.
"Kitâb'üt- Tâc"ın Câhız'a ait olduğunda, üslûp özelliği  bakımından şüphe etmeyeceklerini bildirmektedir.7 "Nehc'ül-Belâga"nın Seyyid Radıy tarafından meydana  getirildiği, yâni bu kitaptaki hutbelerin, sözlerin, Seyyid  Radıy'e ait olduğu hakkındaki şüphe, nahv, lügat, şiir, tefsir,  hadis, fıkıh, ensâb, kırâat, hattâ hesap, hendese ve  hikmette zamânının eşsiz bir bilgini olan İbn-i Haşşâb  Abdullah'a (567 H. 1172) söylenince, Seyyid Radıy-yahut  başkası, nereden bu kudrete sâhip olacak; biz Seyyid  Radıy'nin risâlelerini görmüşüz; mensûr sözlerindeki  üslûbunu da biliyoruz demiştir. İbn-i Haşşâb'ın, "Hutbe-i  Şıkşıkıyye"yi, Seyyid Radıy'nin doğumundan iki yüzyıl önceki  kitaplarda gördüğünü İbn-i Ebi'l-Hadîd, üstâdı Musaddık b.  Şebîb'den rivâyet eder.8
Bâzı kimseler, hiçbir delile dayanmadan bu sözlerin,  sonradan uydurulduğunu, hattâ bu kadar hutbenin  ezberlenip yazılmasına, dört yüz yıla yakın bir zaman sonra  da Seyyid Radıy'e ulaşmasına imkân olmadığını
söylemişlerse de bunların, Arapların özelliklerini  bilmedikleri meydandadır. Arap müverrihleri, Haccâc,  Sahbân, Vâil gibi Câhiliyye devrinin ve İslâm çağının  hatiplerinin sözlerini, Hâlid b. Abdillâh, Mu'tasım, Ziyâd gibi  halîfe ve emirlerin hutbelerini nakletmişlerdir ki bunlar,  tarih kitaplarında mevcuttur. Câhiliyye devri şâirlerinin  şiirleri, râviler tarafından bellenmiş, ezberlenmiş, onların  rivâyetleriyle tesbit olunmuştur; okuma-yazma bilmeyen  toplumlarda hâfızanın büyük bir önemi vardır. Ayrıca da  Arap, fasâhat ve belâgata âşıktır, düşkündür. Fasâhat ve  belâgatta örnek olan şiirleri, sözleri ezberlemek, Arap'ta bir 
 
7 - İbn-i Ebi'l Hadîd'in hâl tercemesi ve eserleri için  "Reyhânet'ül- Edeb"e bk. 5, s. 216-217. 
8 - Reyhânet'ül-Edeb; 5, s. 216-218.
gelenektir. Hattâ 132 hicrîde (570) son Emevî halîfesi  Mervan'la öldürülen meşhur Abdülhamîd-i Kâtib'e,  yazılarındaki bu belâgatı nasıl elde ettin diye sorulduğu  vakit, Asla'ın (başının ön tarafında saç olmayanın, Hz.  Ali'nin) hutbelerinden yetmiş hutbe ezberledim, onlarla bu  belâgatı elde ettim dediği meşhurdur. Abdulhamîd  hakkında, "yazı Abdülhamid'le başlamış, İbn'ül- Amîd'le  tamamlanmıştır" denmiştir. Birçok kişilerin hitâbe ve  hutbelerinin ezberlenip söylenmesi, yazılması, Emir'ül Mü'minîn (a.s) gibi fasâhat ve belâgatta eşi olmayan,  bilhassa İslâm'da mümtaz bir mevkii olan bir zâtın hitâbe ve  hutbelerinin ezberlenmemesi, rivâyet edilmemesi,  yazılmaması mümkün değildir, nitekim zamanlarından,  Seyyid Radıy'nin çağına kadar geçen müddet içinde  hutbelerini, mektuplarını, sözlerini zaptedenleri arzettik. 
Bir de, "Nehc-ûl- Belâga"daki hutbelerde, "ezel,  ezeliyyet, ma'lûl" gibi devrinde kullanılmayan, daha ziyâde  felsefî düşünceden doğmuş, bulunan sözlerin mevcûdiyeti,  bu hutbelerin, Hz. Emir'e (a.s) ait olmadığını, yahut hiç  olmazsa, hutbelere eklentiler yapıldığını göstermektedir  deyenler olmuştur. Oysa ki "ezel", "Sıhâh, Esâs'ul-Luga,  Lisân'ül-Arab" sâhiplerinin ve diğerlerinin dedikleri gibi, "lem  yezel"den türemiştir ve zamanla, "lem" söylenmez olmuş,  "ezel"sözü kullanılmıştır. Sonradan felsefî terim olan sözlere  gelince: Hz. Emir'in (a.s) bilgisi, Hâce-i Kâinât'tandır (s.a.a);  Ali, O'nun bilgi kapısıdır; O'ysa, Rabbinin emriyle "Şedîd'ül kuvâ"dan taallüm etmiştir (Kur'ân; 53, 5). Bu bakımdan O,  hem tevhîdin, hem hilkatin, dünyevî işlerin künhüne ermiş,  sebeplerini, sonuçlarını tahlîl ve îzâh etmiş bir mûrebbî-i  âlem, bir hâce-i külldür. Mevlânâ'nın, 
Râh-ı istidlâliyan çûpin buved
Râh-ı çûpin seht bî temkin buved* 
dediği gibi onun bilgisi istidlâlî değil, yakıynîdir; onu,  onun bilgisini gene Mevlânâ'nın diliyle söyleyelim: 
Ez Ali âmuz ihlâs-u amel 
Şîr-i Hak'ra don munezzeh ez dagal 
Çün tu bâbî on medîne'y ilmrâ 
Çün şuâî âftâb-ı hilmrâ 
 
Bâz bâş ey bâb-ı rahmet tâ ebed 
Bârgâh-ı mâ lehû küfven ahad 
 
Der şecâat şîr-i Rabbânîstî 
Der muruvvet hod ki dâned kîstî** 
(Mesnevî, Nicholson basımı; 1, s.229-231)
Bu bakımdan filozoflar, ona muhtaçtır, o, filozoflara  değil. 
Burada şunları da söylememiz gerek: 
Bâzı "Nehc'ül-Belâga" nüshalarında, hutbelerin ihtisâr  edilmesi mümkündür; istinsâh eden, kendi zevkine,  neşesine, ihtiyâcına, gördüğü lüzuma göre bâzı cümleleri  yazmayabilir; bu yüzden bir kitabın birkaç nüshasında bu 
 
* - İstidlâlle yürüyenlerin yolu tahtadandır; tahta yolsa pek  dayanıksızdır. 
** - İhlâsı da, ameli de Ali'den öğren; Allah arslanını hîleden,  hud'adan münezzeh bil. Değil mi ki (yâ Ali) sen, o bilgi şehrinin  kapısısın; değil mi ki ilim güneşinin ışığısın; ey rahmet kapısı, ey  eşi, dengi olmayan Tanrı bârigâhı, kapanma, ebedî olarak açık  kal. Yiğitlikte Tanrı arslanısın; erlikteyse kimsin; kim bilebilir ki?
çeşit eksikliklere, fazlalıklara daimâ rastlarız. Bu, fazla  cümlelerin, sonradan eklendiğine değil, bâzı sözlerin,  istinsâh eden kişi tarafından yazılmadığına delâlet eder.  Sözgelimi, "Şakaaık-ı Nu'mâniye"nin basma nüshası, İst.  Üniv. K. Türkçe yazmaları arasında bulunan yazmaya  nispetle hayli eksiktir. Bir de ezberlenen sözlerde,  ezberleyenlerin, mânayı değil, fakat bâzı kelimeleri  değiştirmeleri, yazanların, zamâna göre bâzı kelimeleri,  kendi çağlarına uyup, aynı mânayı veren kelimelere  çevirmeleri mümkündür. Mevlânâ'nın, semâ' esnasında  irticâlen söylediği gazeller, rubâîler, çeşitli tarzlarda  yazılmıştır; aynı beyitler, aynı vezin ve kafiyedeki birkaç  şiirde geçer; bir şiirde bulunmayan beyitler, öbür şiirde  bulunur; fakat esas mânâda hiç bir değişiklik görülmez.  Yunus Emre'nin şiirlerindeki sözler, dîvânının muahhar  nüshalarında çok defâ vezin bozulmadan, zamânın  söylenişine uydurulmuş, meselâ "ayıttın", "buyurdun" olarak  yazılmıştır. Fakat "Mesnevî"yi Mevlânâ, Çelebi  Husâmeddîn'e yazdırdığı; yazıldıktan sonra okutup düzelttiği  için bu eserde, hele eski ve sağlam nüshalarda bu çeşit  değişiklikler görülmez. Hadisleri nakledenler bile, "Hz.  Peygamber böyle buyurdu, yahut buna benzer bir sözle  buyurdu ki" diye naklederler. Sahâbeden, hadisleri  yazmalarına müsâade edilen kişilerden başkalarının  rivâyetlerinde, mânâsı ve mevzûu aynı olan bir hadis, söz  bakımından farklı rivayetlerle tahrîc edilmiştir. Fakat  "Kur'ân-ı Mecîd" de, kırâat hususiyetleri müstesnâ, böyle  farklar yoktur ve bütün Müslümanlarca bir tek sözü bile  değişmeyen, bir sözü bile eksik, yahut fazla olmayan tek bir  kitap, Kur'an'dır. Kitâb-ı İlâhîdir. 
* * *
"Nehc'ül-Belâga"daki bâzı hutbeler, vaziyetler, kısa  sözlerin bir kısmı, ayrıca şerhedilmiştir. "Hutbet'üş Şıkşıkıyye"nin on altı terceme ve şerhi vardır.9
İmâm Hasan'a (a.s) vasiyetleri, asıllarıyla ve diğer iki  vasiyetle Farsça olarak İstanbul'da 1329 da, gene Farsça  olarak "Hediyyet'ül- Ümem" adıyla 1381 de Necef-i Eşref'te,  1961 de "Menşûr'ül- Edebi İlâhî ve Düstûr'ül-ameli kârgahî,  Kitâb'ül -Ahlâk'ın - Nefîse fî Şerhi Hutbet'il -Vasıyye" ve  "Nazm'ül- Vasıyye" adlarıyla İran'da basıl-mıştır. Bu  vasiyetin, Türkçe'sinden başka altı şerhi vardır; Ebû Ca'fer  Muhammed b. Ya'kub-ı Küleyni de bu vasiyeti rivâyet  etmiştir.10
Mâlik'ül Eşter'e yazdıkları Ahd- Nâme, "Âdâb'ül-Mülûk,  Tuhfet'ül-Mülûk, Tuhfe-i Süleymânî, Düstûr-ı Hikmet,  İnvân'ür-Rıyâse, E'r-Râî ve'r- Raiyye, Şerh'ül- Ahd, Nasâyih'ul  - Mülûk, Nazm'ül-Ahd, Hidâyât'ül-Husâm fî Acâib'il-hidâyâtı
ve'l-hukkâm, Tuhfet'ül-Velî,Tercemet'ül-Ahd, (iki cüz olarak)  Şerh-i Ahd-Nâme, Esâs'üs-Siyâse fî Te'sis'ir-Riyâse,  Dirâsât'ün-Nehc, Rumûz'ül-Emâre" gibi adlarla  şerhedilmiştir; bu Ahd-Nâme'nin şerhi yirmiden fazladır.11
Hemmâm Hutbesi diye tanınan ve ittikaayı, mütitakıy leri, bildiren hutbelerinin on beş şerhi vardır.12
 
9 - E'z-Zerîa ilâ Tasânîf'iş- Şia, 4, Tehran- 1320- 1322; s. 99- 100, 384; 7, 1329 Ş. H. s. 203-204; 12; Necef 1378 H. s.214- 215; 14, Necef- 1381- 13961; s. 117-118, 130, 141-142.  Terceme ve Şerhimiz, Târîhî hutbeler, 7. 
10 - aynı, 10. Çâphâne-i Meclis - 1375 H. 1956, s. 239; 13, s.  146, 14, s. 122, 129. Bizde, 2. Bölüm; Savaş sırasın-daki  hitâbeliri; 11. 
11 - 4, s.119, 14, s. 144-148, 152. Bizde 3. Bölüm; İdârî  mektupları emir-nâme ve ahd-nâmeleri, 21. 
12 - 13, s.225-226; 14, s.114-115, 122- 124,133, 145.  Bunların biri de Küçerat diliyledir. Bizdeki 4. bölüm, İçtimâî-
Kaasıa hutbesi (Bizde aynı bölümün 26. hutbesi),  İstiskaa hutbesi, dînin evvelinin ma'rifet, yâni Allah'ı tanımak olduğuna dâir hutbe (Bizde 1. kısmın 1. Bölümü nün ilk hutbesi), cenâb-ı Fâtıma'nın (a.s) defnindeki sözleri  (5. b. Târîhî hutbeler, 4.) ve bâzı hitâbeleri de ayrı ayrı şerhedilmiştir.13 Bu şerhlerin bâzılarına ayrıca adlar da  verilmiştir. 
"Nehc'ül Belâga"nın tam olarak, ihtisâr edilerek,  lügatleri tavzîh olunarak, yahut tâlikaat tarzında şerhleri,  yetmişi aşmaktadır. Bunlardan başka üç tanesi manzum,  otuz yedi tanesi nesirle kırk adet Farsça, beş Orduca, bir  Küçerat diliyle şerhi vardır (aynı, s. 111-161). 
Bunlardan başka, Hz. Emir'in (a.s) vecîzelerini, kısa  sözlerini meşhur Câhiz (225 H. 869), "Mie Kelime- Yüz söz"  adıyla toplamıştır ki bu eseri, Safaviyye devri şâirlerinden  Âdil ve gene aynı devir ricâlinden Muham-med b. Ebi- Tâlib-i  Esterâbâdî, Farsça'ya çevirmişlerdir. Âdil'in eseri, Tehran'da  1304'te basılmıştır. 
Ebû- Aliyy-i Tabersî, yahut Aliyy b. Seyyid Fazlullâh-ı Râvendî (573 H. 1178), "Yüz Kelime"yi, harf sırasınca otuz  bâba ayırmış ve adını "Nesr'ül-Leâlî" koymuştur. Bu kitap,  1312 de basılmıştır. Hicrî 14. yüzyıl ricâlinden Şeyh  Abdüsselâm Ahmed. "Merâku'n-Necâb fî Kavâid'il-kitâbe"  de, "Nesr'ül-Leâlî"deki sözleri almıştır. 
Reşîdüddîn Muhammed b. Muhammed'il-Vatvât (552 H.  1157), "Tuhfet'us-Sıddıyk, Fasl'ül-Hitâb, Uns'ul-Lehfan"  adlarıyla ilk üç halifenin yüzer sözünü topladığı gibi  "Matlûbu külli tâlib" adiyle Hz. Emir'in (a.s) de sözünü  toplamış, her birerini Farsça bir kıt'ayla terceme etmiştir. 

İktisâdî hutbeler; 27. 
13 - E'z-Zerîa, 13, s.144, 209; 14, s. 118, 126, 133-134.
Bunlardan ve Seyyid Radıy'nin "Nehc'ül-Belâga" sonuna  aldığı kısa sözlerden başka on tane daha manzum, mensur,  Arapça ve Farsça, hatta Fransızca, kısa sözlerinin ve  vecîzelerinin şerh ve tercemesi vardır.14
Hz. Ali'nin (a.s) kısa sözlerini, bilhassa, "Gurer'ül- Hikem  ve Dürer'ül-Kelim" adıyla toplayan, Nâsıhuddin Abdülvâhid  b. Muhammed-i Temîmiyy-i Âmidî'dir. 588 yılından on gün  önce vefât eden (1192 sonları) İbn-i Şehr-âşûb, Âmidî'yi  üstâdlarından gösterdiğine, "Gurer'ül-Hikem"i rivâyet ve  nakle ondan icâzet aldığını söylediğine göre, Âmidî'nin, 510  hicrîde (1116) vefât ettiği hakkındaki rivâyetin doğru olması
îcâb eder (Reyhânet'ül-Edeb, 1, 2. basım; Çâp-hâne-i Şirket-i  Sehâmî-1335, s. 28). 
Âmidî, Gurer'ül-Hikem"de, Emir'ül-Müminîn (a.s) 11050  sözünü toplamıştır (6, 1342 Ş. H. s. 493). 
* * * 
738 de (1337) vefat eden Savcızâde, "Nesr'ül-Leâlî"yi,  "Budret'ül-Maâli fi Tercemet'il-Leâlî" adıyla ve her sözü,  "mefâîlün mefâîlün feûlün" vezninde Farsça bir beyitle  terceme etmiş. Şipâhizâde Ali Galib, Farsça beyitleri birer  beyitle Türkçe'ye çevirmiştir ki bu kitap, Nahcuvânîzâde  Muhammed'in yazısıyla taşbasması olarak 1315 te Mat.  Osmâniye'de basılmıştır. Bu Nahcuvânîzâde'nin, Savcızâde  olmasına ihtimâl veremedik. 
953'te (1546) yazdığı "Tezkire"sinde 7. yüzyıldan  zamanına dek gelen şâirler hakkında, gerçekten de pek  değerli bilgiler veren Latîfî Abdûllatîf de (990 H. 1582)  "Ners'ül - Lâlî"yi, "Nazm'ul - Cevâhir" adıyla nazmen türkçeye  çevirmiştir (Osmanlı Müellifleri; 3, s.135). 
 
14 - Cemâlüddîn Muhammed-i Honsârî'nin "Gurer'ül-Hikem"  şerhine Mîr Celâlüddîn'il - Huseyniyy'il - Urumavî Muhaddis'in  yazdığı "Önsöz"e bakınız; Tahran Üniv. Yayın. 1. 1339 Ş. H. 1380  H.
Ulemâdan Rusçuk'lu Fethî Ali Osmanzâde, kısa  sözlerden kırkını seçip "Terceme-i Kelâm-ı Erbaîn-ı Ali"  adıyla Türkçe'ye çevirmiştir. Bu zât, Halvetiyyenin  Şa'bâniyye kolundan Kuşadalı İbrâhîm'e (1264 H. 1848)  mensuptur; 1274 te (1857) vefât etmiştir (aynı, 1, s.395). 
Hazîne-i hâssa müsteşarlığında bulunmuş olan ve  kütüphânesi, İst. Üniv. K.nin bir kısmını teşkil eden Hâlis  Muhammed de "Gurer'ül-Hikem"den bir seçme meydana  getirmiş, küçük boyda 52 sahîfeyi tutan bu eser, taş
basması olarak basılmıştır. 
Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhlerinden Nesîb Yusuf Dede  (1126 H.1714). lügatleri tahlîl, sözleri terceme ve  şerhetmek sûretiyle "Nesr'ül Leâlî"yi Türkçe'ye çevirmiştir.  Bu esere verdiği "Rişte-i Cevâhir" adı, bizzat kendisi  tarafından kitabın yazılış târîhi olarak bildiriliyorsa da bu  terkîp, 1121 yılını ifâde etmektedir. Nesîb Dede, "Rişte-i  Cevâhir"e, "Mevnevî"den beyitler, Arapça Farsça şiirler  katmış, kendi şiirlerini eklemiş, âdetâ "Nesr'ül-Leâlî"yi  yeniden yazmış, yeni bir kitap meydana getirmiştir. "Rişte-i  Cevâhir", İst. da, Takvîm-i Vakaayyi'Mat.asında 1257 de  basılmıştır. 
Meclis-i Kebîr-i Maârif Dâire-i İlmiyyesi âzâsından  Mustafa Vehbi (Osmanlı Müellifleri, 2, s.19-20), Hz. Ali'nin  (a.s) kısa sözlerinden yüz sözü "Mahsûl-i Âlî fî Şerh-i  Kelimâtı Ali" adıyla ve her sözden sonra, o sözde geçen  kelimeleri gramere tatbıyk edip şerhetmek suretiyle  terceme etmiştir. Bu eser, 1288 de Mat. Âmire'de  basılmıştır. 
Manisa Şer'iye Mahkemesi hâkimi Ali Haydar (1333 H.  Osm. Müellif. 1, s.217). "Budret'ül-Maâlî fî Tercemet'il Leâlî"yi, "Marâsıd'ül-Hikem" adıyla şerhetmiş, "Mesnevî"- den aldığı beyitlerle de îzâhlarda bulunmuştur ki bu eser, 15  Şâban 1298 de taşbasması olarak basılmıştır.
Aynı zât, "Şemmet'ül-Esrâr" adıyla ve Manisa  Mevlevîhânesi şeyhi İbrahim Fahreddin Çelebi'nin (1305 H.  1887) emriyle Hz. Emir'in (a.s) yüz sözünü, 18 Şevval 1297  de şerhetmiş ve bu şerh, taşbasması olarak Manisalı
Mehmed Tâhir adlı birisinin yazısıyla iki kere basılmıştır;  ikinci basımı. 1 Muharrem 1299 dadır. 
İst. Burhân-ı Tarakkıy Mektebi, lisan ve Belagat-i  Osmânî, fârisî, aruz ve Akaaid Muallimi Hocazâde A. Cevdet  tarafından, "Külliyyât-ı İmâm Ali'den birinci kitap -Birinci  kısım; Terceme-i Sad Kelime-i Abdullâh-ı Herevî" adıyla,  sonunda Hz. Emir'in "yüz sözü, Nesr'ül-Leâlî, Dîvan,  Mektûbât, Cümel ve fıkarât" olmak üzere altı kitap  çıkacağını vaadettiği bir kitapta yirmi yedi vecîzeyi Farsça  "feilâtün mefâilün feilât" vezninde, Türkçe olarak da  "fâilâtün fâilâtün fâilât" vezninde kıt'alarla şerhetmiştir.  Ancak "Abdullâh-ı Herevî"nin böyle bir kitabı olduğunu  bilmiyoruz. Bu eser de matbûdur. Bir kere de, aslı, Câmî'ye  atfedilerek Cemâlî adlı birinin tashîhiyle ve Mustafa İzzet'in  hurûf-ı cedîdesiyle 1286 da basılmıştır.15
Muallim Naci Merhum (1310 H. 1893)da, "Emsâl-i Ali"  adıyla Hz. Emir'in (a.s) 283 sözünü, asıllarıyla terceme  etmiştir ki bu eser de İst. da, Mat. Ebüzziyâ'da 1303 te  tab'edilmiştir. 
Hz. Emir'in (a.s), Mâlik'ül-Eşter'e yazdıkları "Ahd Nâme"leri, Mehmet Celâleddin tarafından, sağdaki kolonda  metin, soldakinde tercemesi olmak üzere hazırlanmış,  "Şerh-i Ahd-Nâme-i Ali" adıyla, İst. da Şirket-i Mürettibiyye  Mat. da 1304'te basılmıştır. 
Seyyid Abdülkaadir-i Belhî'nin (1341 H. 1923) oğlu  Seyyid Ahmet Muhtar'ın (1352 H. 1933), "Hânedân-ı Seyyid'ül-Beşer Eimme-i İsnâaşer" adlı ve Hz. Emir'in hâl 
 
15 - Câmî'nin "Sad Kelime"si için b. Zerîa, 15,1384-1965, s.30.
tercemelerine ait 192 sahîfelik kitabında da, bâzı sözleri,  hutbeleri ve sonunda, bu "Ahd-Nâme" terceme ve  şerhedilmiştir. Adından da anlaşıldığı gibi, On iki İmâm'ın  hâl tercemelerini ihtivâ edecek olan bu kitabın 1. cildinden  başka ciltleri, maalesef yazılamamış, 1 kitap, İst. da, 1327  de Ahmet Sâkıy Bey Mat.ında basılmıştır. 
Ayrıca Mehmet Âkif Ersoy (1936), Hz. Ali'nin bir devlet  adamına Emir-nâmesi" adıyla "Ahd-Nâme"yı Türkçe'ye  çevirmiş, Diyanet İşleri tarafından Ankara'da, Ayyıldız Mat.  da 1959 da 3. basımı yapılmıştır. 1963'te de Doğangüneş
yayınevi tarafından tab'edilmiştir. 
Konya Mevlânâ Müzesi yazmaları arasında 650 No. da  kayıtlı ve Reşîdüddîn Vatvât'ın "Sad Kelime-i Çhâr yâr-ı güzîn"inin, devrinin çok güzel Türkçe'siyle bir çevirisi vardır.  Başta Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadisleri olduğundan  Envanter'e ve Kataloğ'a "Ahâdîs-i Nebî ve Sad Kelime-i Çhâr  Yâr-ı güzin" diye kaydedilen bu eserin son kısmı eksiktir  125. a. sonunda, Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadislerinin  sonunda, bu kitabı, Bedrüddîn b. Himmet-Yâr'ül-Mevlevî'nin  838 yılı Ramazan ayında, Edirne'de (1435) yazdığına dâir  bir ketebe vardır ve bu ketebe mütercime aittir; eser, kendi  elyazısıdır. 193. a da, üçüncü Halîfe'nin yüz sözü ve  tercemeleri bittikten sonra aynı yaprakta, "Kitâb-u Matlûbı
Külli Tâlib min Kelâmı Aliyy b. Ebû-Tâlib" başlamaktadır.16 Biz de 1940 küsürde, başta Hz. Emir'in (a.s)  doğumlarından şehâdetlerine dek hâl tercemeleri olmak  üzere 54 hutbe ve hitâbelerini, biri İmâm Hasan'a (a.s)  vasiyetleri, biri Mâlik'ül-Eşter'e (r. h.) Ahd-nâmeleri olarak 17   
16 - Sonu eksik olan ve bilhâssa dil bakımından çok değerli  bulunan bu kitabın tevsîfi için, tarafımızdan hazırlanmakta olan  "Mevlânâ Müzesi Yazmalar Kataloğu'nun 1. cildine bk. Millî Eğitim  Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü Yayınlar, Seri:  3, No, 6. Ankara; Türk Tarih Kurumu Basımevi-1967; s. 82-84.
mektup, emir ve vasiyetlerini, 44 hikmet ve vecizeleriyle  Dîvan'larından 48 şiirlerini terceme etmiştik. Ankara'da,  Emek Basım-Yayınevi tarafından, basıldığı yıl dahi  kaydedilmeksizin "İmam-ı Ali Buyruğu" adıyla yayınlanan bu  kitabın mevcudu kalmadı. 
Elimize, 1956 da, İst. da, Saidi Borak'ın önsözüyle Ege  Mat.ında basılan "Hazret-i Ali (a.s) ve Muaviye arasındaki  Mektuplar" adlı 46 sahifelik bir kitap geçti. Gevrekzade  Hafız Hasan adlı birisi tarafından, Arapça'dan Türkçe'ye  çevrilmiş olan bu kitap, Hz. Emir'in, Tırımmah b. Adiyy ile  Muaviye'ye gönderdiği mektubu, Tırımmâh'ın Muaviye'yle  konuşmasını hikâye ediyor. Baştan sona dek bir masaldan  ibaret olan, yazarının ve müterciminin, "Nehc'ül-Belâga"dan  bile haberi olmayan, ismi haslar bile yanlış yazılan bu kitabı,  Hz. Ali adına yazıldığı için zikretmek zorunda kaldık; özür  dileriz. 
Türkçe'de Hz. Emir'in (a.s) hutbeleri ve sözleri üzerinde  bulabildiğimiz bu çalışmaları bildirdikten sonra artık  okuyuculara sunduğumuz bu eseri nasıl hazırladığımızı da  biraz anlatalım: 
Seyyid Radıy, "Nehc'ül Belâga"yı, önceden de  arzettiğimiz gibi iki kısma ve üç bölüme ayırmış, ilk bölüme  bilhassa hutbelerini, ikinci kısmın birinci bölümüne,  mektuplarını, ikinci bölümüne de vecîzelerini almıştır. Biz de  aynı esâsı kabûl ettik. Ancak bu bölümler içinde, mümkün  olabileceği kadar konu husûsiyetine ve kronolojik tertibe  riâyeti denedik. Tercemede, Şeyh Muhammed Abduh'un  "Nehc'ül-Belâga" şerhinin son basımı olan ve Beyrut'ta,  "Müesseset-ül-A'lemiyy lil-Matbûât" tarafından geçen yıl  yayınlanan son basımını esas ittihâz ettik; bu basım, dört  kısma ayrılmıştır. Birinci ve ikinci kısımda hutbeler, çeşitli  vesîlelerle söylenen sözler, üçüncü kısımda mektuplar,  dördüncü kısımda hikmetler ve vecîzeler var. Kendi  tertîbimize göre her hutbe, hitâbe ve mektubun, aslının
bulunabilmesi için, başına ilk Arapça cümleyi, cilt ve sahîfe  numarasıyla aldık. Ancak son kısım olan hikmetler ve  vecîzelerde, buna ihtiyaç görmedik. Bu kısma da numara  koysaydık, hele Arapça ilk cümleyi alsaydık, hem tertip,  hem basım bakımından kitap pek karışık olacaktı. Biz,  tercememizi üç kısma ayırdık. Birinci kısmı hutbe ve  hitabelere, ikinci kısmı mekputlara, üçüncü kısmı da hikmet  ve vecîzelere hasrettik. 1. kısmı beş bölüme ayırdık. 1.  bölümde "Allah, Hz. Muhammed (s.a.a), İman-İslâm ve  Kur'ân-ı Mecîd", 2. bölümde "Kendileri ve Ehl-i Beyt", 3.  bölümde, "Dünya ve Ahiret", 4. bölümde "İçtimâî-İktisadî  karakterde olan", 5. bölümde "İlk üç Halîfe ve kendilerinin  zamanlarına ait" olan ve târîhi aydınlatan hutbe ve  hitâbelerini dercettik. Bu kısımdaki hutbe ve hitâbelerin  sayısı 192'dir. 
İkinci kısma, mektuplarını, emir-nâme ve vasiyetlerini  aldık. Bu kısımda da kronolojik tertîbi gözettik ve bu kısmı dört bölüme ayırdık. 1. bölümü, Cemel savaşından önceki  ve sonraki devirlere ait hitâbelerine, 2. bölümü, Muâviye'ye  gönderdiği mektuplara, 3. bölümü savaş sırasındaki  hitâbelerine ve vasiyetlerine, 4. bölümü, idârî mektuplarına,  emir-nâme ve ahd-nâmelerine hasrettik. Bu kısımda da 63  hitâbe, mektup, emir-nâme ve vasiyet var. 
Üçüncü kısma kısa sözlerini, hikmet ve vecîzelerini  aldık. Bu kısımda da konuya göre bir tasnîf yapmaya  çalıştık. 1. bölüme "Din, İman, Mü'min, Müslim, Kur'ân ve  İbâdet", 2. bölüme "Hz. Muhammed (s.a.a), kendileri ve  Ehlibeyt", 3. bölüme "Dünyâ-Âhiret", 4. bölüme "Akıl-Bilgi",  5. bölüme çeşitli konulara ait vecîzeler, 6. bölüme târihi  ilgilendiren, 7. bölüme de "gerçek, adalet, geçim, insanlık ve  savaş" hakkındaki sözlerini aldık. Bu kısmın her bölümünün  sonlarına, "Nehc'ül-Belâga"da bulunmayan ve "Gurer'ül Hikem"de olan sözlerinden de katkılarda bulunduk ve 325  söz seçtik. Böylece hutbeler 192, mektup ve emir-nâmelerle
vasiyetler 63, bahisler ve vecîzeler 325, hepsinin tutarıysa  580 oluyor. 
Şunu da söyleyelim ki bu tasnîf, sözlerdeki üstün  karakterlere göredir. Yoksa meselâ, îman ve Kur'an'dan  bahsedilen bir hutbede, dünyâdan, ahiretten, dünyâ ve  âhiretten bahsedilen bir hutbede, Hz. Muhammed'den,  Ehlibeyt'ten, içtimâî-iktisâdî bölüme aldığımız bir hutbede  tarîhî bir olaydan, yahut İslâm'dan bahsedilmiştir; yâni  hutbelerde, hattâ mektuplarda ve vecîzelerde, seçtiğimiz  tasnîf, tekrâr edelim ki üstün karaktere göredir; yoksa  tedâhül, dâima vardır. 
Hutbelerde, hitâbelerde, mektuplarda, emir ve  vasiyetlerde, hattâ vecîzelerde bir âyet, bir hadise, bir olaya  işaret edilmişse, yahut birisine hitapsa, birisinden bahis  varsa, o hutbe ve hitâbenin, o sözün altına, işaret edilen  numaralarla o âyet ve hadis, o olay, yahut gereken hâl  tercemesi, yahut îzah yazılmış, kaynağı da gösterilmiştir ki  bu, oldukça etraflı bir şerh mâhiyetini taşımaktadır. 
Şeyh Radıy'nin topladığı hutbe ve hitâbeler, 233'ü  buluyor. Bunların bir kısmı, çeşitli rivâyetlerden meydana  gelmiştir; bir kısmı, duâlarını, bir âyeti ve yâ sûreyi  okuduktan sonraki sözlerini, yağmur duâlarını, ashabını
mekârim-i ahlâka, ibâdet ve itâata teşviklerini, yahut  hilkatteki hikmet ve kudretleri tazammun etmektedir ve  çoğu da birbirini tamamlar. Bir hutbede zikredilenler, başka  bir hutbede, fakat başka bir tarzda tekrarlanır. Biz, Hz.  Emir'in (a.s) hutbelerinin özünü, 192 hutbede bulduğumuz  için bunların terceme ve şerhiyle iktifâ ettik. 
S. Radıy'nin ikinci bölümünde 76 mektup, vasiyet ve  söz vardır. Bunların bir kısmı, ayrı rivâyetlerle gelmiştir. Biz,  ikinci, kısımdaki son vasiyetlerini birinci kısma aldık; bu  kısımda 72 hitâbe, mektup, emir-nâme ve vasiyet var ki  eksiğimiz hiç yok demektir.
Üçüncü kısımdaki sözler ve vecîzeler de "Gurer'ül Hikem"den seçmelerimizle, diyebiliriz, ki anlamda tekrar  olmamak üzere tamdır. Şerhlerde ve sonraki "Bibliyoğraf ya" da kaynaklarımızı bildirdiğimiz için bu hususta söz  söylemeye lüzum görmüyoruz. 
İlk olarak "Nehc'ül-Belâga"yı Türkçe sunduğumuzdan,  bizi bu emr-i hayra muvaffat ettiğinden dolayı Allah'a hamd ü senâlar eder, Rasûlüne ve onun Ehlibeytine sonsuz salât-ü  selâmlar ihdâ eyler, sözümüze son veririz. 
2 Safar'ül-muzaffer 1390
Abdülbâki GÖLPINARLI

ALLAH RAHMET VE GUFRÂNINA MAZHAR  ETSİN, SEYYİD RADIY'NİN ÖNSÖZÜNÜN  TÜRKÇE'Sİ 
Hamd, Allah'a ki ona hamdetmeyi, nimetlerini edâya,  belâdan sığınmaya, kurtulmaya vesîle, cennetlerine ve  razılığına ulaşmaya bir yol kıldı; ihsanının çoğalmasına  sebep etti. Salât-ü Selâm, âlemlere rahmet olarak  gönderdiği, kendilerine uyulanlara bile ona uymalarını emir  ve takdir buyurduğu, ümmeti aydınlatan bir ışık olarak  yolladığı, varlığını kerem hamurundan yoğurduğu, ezelî  ululuk soyundan getirdiği, yücelik ağacının kökünden  yaratıp üstünlük dalından büyüterek dallarla, budaklarla,  meyvelerle yetiştirip geliştirdiği Rasûlüne, onun, karanlık ları aydınlatan ışıklar, apaçık din yolunun alâmetleri,  ölçülemeyecek üstünlük mîzanları olan Ehlibeytine. Onların  hepsine de öylesine salât-ü selâm ki üstünlüklerine denk ve  eşit, lütuflarına karşılık, soylarına ve asıllarına uygun ve  lâyık olsun; tanyeri doğup ağardıkça, yıldız dolunup battıkça  rahmet olsun onlara. 
Ömrümün dalı henüz terü tâzeydi, henüz yeşermişti ki,  selâm onlara, İmâmların husûsiyetlerine, güzel hâllerine ait  haberleri, onların incilere benzeyen sözlerini ihtivâ eden bir  kitap yazmaya başlamıştım. O kitapta, bu husûsu
arzederken belirttiğim gibi maksadım, Emir'ül-mü'minîn'in  (a.s) husûsiyetlerini topladıktan sonra zamânın meydana  çıkardığı engeller, o kitabı tamamlamama mâni olmuştu.  Kitabımı birkaç kısma ve bölüme ayırmıştım; son bölümde  de, uzun hutbelere değil de öğütlere, hikmetlere, edeplere  ait bâzı sözleri dercetmiştim. 
Dostlardan, kardeşlerden bir kısmı o kitabı okudu,  beğendi; Hz. Emir'in (a.s) sözlerinin eşsiz, örneksiz oluşuna,  fasâhat ve belâgatına hayrân oldu; çeşitli konulara, çeşitli  dallara ayrılan sözlerinden bir seçme meydana getirmemi  istedi. Çünkü biliyorlardı ki o Hazretin hutbelerinde,  mektuplarında, öğütlerinde, hikmetlerinde toplu olarak  mevcût olan ve Arapça'nın şaşılacak derecede belâgat ve  fasâhatını mündemiç bulunan, dine, dünyâya ait bütün  hikmetleri, o derecede toplu olarak ihtivâ eden hiçbir söz,  hiçbir kitap yoktur ve olamaz. Çünkü Emir'ül-mü'minin (a.s)  gerçekten de fasâhat ve belâgatın menşeidir; belâgat ondan  zuhûr etmiştir; fasahât kaideleri, onun sözleriyle yayılmıştır.  Hiçbir hatîp yoktur ki onun sözlerine benzer söz  söyleyebilsin; hiçbir vâiz yoktur ki onun sözlerinden yardım  dilemesin. Bütün bunlarla beraber gene de o, hepsinden de  ileridedir; gene de onlar, Hz. Emir'den (a.s) geri kalmışlardır.  Çünkü onun sözleri, Allah bilgisiyle ışıklanmıştır,  parıldamaktadır; o sözlerde Peygamber'in (s.a.a) kokusu  vardır; etrâfa yayılmaktadır. 
Hâsılı, isteklerine uydum; bu kitabı, bu kitaptaki sözleri  toplamaya koyuldum. Biliyordum ki halk, bu kitaptan pek  büyük faydalar edinecek, bu kitabın şöhreti, bütün âleme  yayılacak; ecri, sevâbı da âhiret gününde bana bir azık  olacak. 
Maksadım, o hazretin, ilim, amel, takvâ, şecâat ve di ğer üstünlüklerdeki yüceliği gibi belâgattaki yüceliğinin de  bilinmesi, kendilerinden önce gelip geçen, kendilerinden  pek az rivâyetlerde bulunulan bilginlerin, belâgat sâhiple-
rinin, hatîplerin belâgatından daha üstün bir belâgata sâ-hip  olduğunun, hiçbirinin, onunla boy ölçüşemeyeceğinin  meydana çıkmasıydı. Gerçekten de onun sözleri, ucu bucağı, kıyısı-dibi olmayan bir denizden coşmaktadır ki o  deniz, suyunun çoğalmasıyla taşmaz, başkalarının sözleriyle  de bulunmaz. Bunun meydana çıkmasını, böylece de  Ferazdak'ın, Cerîr'e dediği gibi, ben de 
Bunlardır babalarım benim ey Cerîr, 
Sende de eşitleri varsa bir yere gelince 
göster onları bana, karşıma getir 
demeyi isedim. 
Gördüm ki o hazretin sözleri birkaç mihver çevresinde  dönmede. İlk olarak hutbeleri, emirleri var; ikinci olarak  mektupları, üçüncü de hikmetleri, öğütleri. Noksan  sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın tevfîkiyle, önce  hutbelerine, sonra mektuplarına, sonra da öğüt ve  hikmetlerine birer bölüm ayırmayı, her bölümü yazdıktan  sonra, o bölüme ait olup o âna kadar elime geçmeyen,  fakat zamanla elde etmeme ihtimâl bulunan sözlerini de  ilerde yazmam için birkaç yaprağı açık bırakmayı esas  tutarak, bu bölümlerden başka bölümleri girebilecek  olanları, meselâ konuşmaları sırasında sorulara verdikleri  cevapları da yazmayı gözönünde bulundurarak işe  başladım; önce hutbelerini, sonra mektuplarını, sonra da  hikmetlerini, öğütlerini seçmeye başladım. Bu bölümlerde,  birbirine, konu bakımından uymayanlar, yahut birbirine  uyanlar bulunabilir; fakat ben, Hazretin (a.s) sözlerinin  tertîbine değil, sözlerini toplamaya çalıştığım, esas  maksadım bu olduğu için güzel ve hoş olanlarını, elime  geçtikçe yazdım. 
O Hazretin şaşılacak hallerinden biri de, hiç kimsenin,  üstünlüğünde eşitliği olmayan fasâhat ve belâgatıdır.  Zâhitlikte, öğütte, korkutmada, onun düşüncesine ulaşan
yoktur; o yücelikte söz söylemek, onun ihâtasına erişmek  imkânına hiç kimse sâhip değildir. Bu sözleri okuyup ibretle  düşünen kişi, sanır ki o hazretin, dünyâdan nasîbi, ancak  zâhitliktir; dünyayı terketmektir, Allah'a kullukta  bulunmaktır; o, bir bucağa çekilmiş, yahut bir dağ eteğine  sığınmış, halktan ayrılmıştır; kendi duygusundan başka  birşey duymaz; kendi soluğundan başka bir şey işitmez;  kendinden başka kimseyi görmez. Bu sözlerin, savaş denizlerinde dalgalar yutan, coşup köpüren, savaş deryâla
rına dalıp çıkan, elinde yalın kılıç, haktan baş çekenlerin  başlarını bedenlerinden ayıran, ünlü kahramanları, Allah  kulluğu yolunda helâk toprağına seren, kılıcından kanlar  damlaya-damlaya, canlar döküle-saçılan meydandan dönen  birisinin sözleri olduğuna aslâ inanmaz. Oysa, bu hâlle  beraber gene de zâhitlikte, gönül alçaklığında, kullukta,  dünyânın bütün zâhitlerinin zâhididir; kulluğu üstünlüğe  değişenlerin başıdır. Bu hâl, o Hazrete hâs şaşılacak  fazîletlerdendir. O zıtları nefsinde toplamıştır; yiğitlikle gönül  alçaklığını, üstünlükle kulluğu nefsinde cem'etmiştir. 
Bu kitabın ihtivâ ettiği sözleri seçerken, söz bakımın dan tereddüde düşürenlerine, mâna bakımından tekrar lanmış olanlarına çok rastladığım olmuştur. Bunun sebebi  de o Hazretin sözlerinin rivâyetlerinde ihtilâflar oluşudur.  Çok kere, bir rivâyet dayanılarak seçilen ve yazılan bir söz,  bir başka rivâyetle, bir başka tarzda da gelmiştir; onda bir  cümle fazladır; hattâ mânâ bakımından daha da güzeldir.  Bu yüzden, ihtiyâtı elden bırakmayıp seçilen sözlerden  birşeyin eksik olmamasını gözeterek, o güzelim sözlerin  terkedilmemesine gayret ederek o rivâyeti de yazdım.  Zaman uzadıkça ilk rivâyetin unutulması, yahut bilinmemesi  yüzünden, kasdî olmamak şartıyla aynı anlamda, fakat  başka bir tarzda rivâyet edilmesi de mümkündür. 
Bütün bu ihtimâma rağmen o Hazretin sözlerinden  hiçbirini bırakmadım, hepsini yazdım gibi bir dâvâya
girişmeme imkân tasavvur edilemez. Bana ulaşmayan  sözlerinin, ulaşanlardan daha fazla bulunması da  mümkündür. Ben ancak, kudretin yettiği kadar çalıştım,  çabaladım; gerçeği aydınlatıp doğru yolu apaydın göster
mek ancak Allahu Teâlâ'nın sonsuz lütfüyle olur.  Bütün bu çalışmanın sonucu olarak meydana gelen bu  kitaba, "NEHC'ÜL-BELÂGA" adını vermeyi uygun buldum;  çünkü bu kitap, okuyanlara, dileyenlere belâgat kapılarını açan, fasâhat kaidelerini onlara ulaştıran bir kitaptır; bilgin  kişinin de ihtiyâcı vardır bu kitaba, bilgi öğrenmek isteyenin  de; belâgat ve hitâbet erbâbı da ister bu kitabı, züht ve  takvâ ashabı da. Sözlerinde, tevhîd, adl ve Allah-u Teâlâ'yı mahlûklarına teşbihten tenzîh hususlarında, dileyenlerin  susuzluğunu giderecek, gönüllerdeki dertlere devâ verecek,  gözleri her çeşit şüpheden, körlükten kurtarıp aydınlatacak  mazmunlar vardır bu kitapta. 
Allah-u Teâlâ'dan tevfik, hatâdan ismet, doğruyu  bulmada yardım dilerim; dille yapabileceğim hatâlardan  önce gönülle düşebileceğim hatâlardan, ayak sürçmesinden  önce dilimin sürçmesinden O'na sığınırım; O yeter bana ve  O, ne de güzel bir vekildir.

1. KISIM 
HUTBELERİ


1. Bölüm 
ALLAH - HAZRETİ MUHAMMED 
Sallâllahu aleyhi ve âlihi ve sellem 
-İmân -İslâm ve Kur'ân-ı Mecid

Hamd, Allah'a ki övenler onu lâyıkıyla övemezler;  nimetlerini sayıp dökenler, onları söyleyip bitiremezler;  çalışıp çabalayanlar, hakkını edâ edemezler. Öyle bir  ma'buddur ki derin düşünceler onu idrâk edemez; akıl
fikir, denizine dalanlar, zâtının künhüne eremez. Bir  sınır yoktur ki sıfatını sınırlayabilsin; bir vasıf  yaratılmamıştır ki zatına lâyık bulunsun. Yoktur ona  sayılı bir an; yoktur onun için ertelenmiş bir zaman.  Yaratılanları, kudretiyle o yaratmıştır; rüzgarları,
rahmetiyle o estirmiştir; yarattığı yer yüzünü, kayalarla  perçinlemiş, pekiştirmiştir.17
Dinin evveli onu tanımaktır. Tanıyışın kemâli, onu  tasdik etmektir. Tasdik edişin kemâli, onu bir  bilmektir. Bir bilişin kemâli, ona karşı öz doğruluğuna  ermektir. Öz doğruluğunun kemâli onu noksan  sıfatlardan tenzîh etmektir. Çünkü bilmek gerekir ki ne  sıfat söylenirse söylensin, o sıfatla vasfedilemez; her  sıfat, vasfedilenden gayridir; onunla bilinemez.18
 
17 - Kur'ân-ı Mecîd'de 14. sûrenin (İbrahim a.s) 34. âyetiyle,  16. sûrenin (Nahl) 18. âyetinde Allah'ın nimetlerinin  sayılamayacağı bildirilmiş, Hz. Muhammed de (s.a.a) "Allah'-  ım, gazabından rızana, ikabından bağışlamana, senden sana  sığınırım, sana lâyık övmeyle seni övmeme imkân yok benim  için; sen, kendini nasıl övdüysen öylesin" buyurmuş-tur  (Câmi'us-Sagıyr, 1. s.50). Kur'an-ı Mecid'in 78. sûresinin  (Nebe') 6. ve 7. âyetlerinde de yeryüzü, bir yaygıya, dağlar  çivilere teşbîh edilmiştir. 
18 - Din lügatte karşılık mânasına gelir. Terim olarak, İlâhî  hükümlerin tümüne denir. Kur'an-ı Mecid'de, Allah katında  dînin ancak Müslümanlık olduğu bildirilmiş (3, Âli İmran, 19)  Müslümanlığın gerçek din olduğu anlatılmış (9, Tevbe, 33),  ayrıca her yapılan işin karşılığı verileceği vaadedilen kıyâmet  gününe de "din günü" denmiştir (1, Fatihâ,4). Birinci mânada  itâat etmek, râm olmak, öz gerçekliği mânaları da vardır (El müfredât fî Garib-il Kur'an, Tahran- Murtazaviyye matbaası,  ofset basımı s:175-176). Bu söz Kur'an-ı Mecid'de bir çok  âyetlerde geçer. 51, sûrenin (Zâriyât) 56. âyetinde, "Ve ben  cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım"
buyurulmuştur. Bu âyeti İbn-i Abbas, "Yâni, beni tanısınlar diye"  tarzında tefsir etmiştir. "Ben bir gizli defineydim, tanınmayı diledim de halkı, beni tanısınlar diye yarattım" meâlindeki  kudsî hadisi mevzû kabul edenler dahi, yukarıdaki âyetin
Onu vasfetmeye kalkışan, onu bir başkasına eşit  etmiş sayılır. Başkasını ona eşit sayan, ikiliğe düşmüş olur. İkiliğe düşen, tecezzîsini kaail olur; tecezzîsini  kaail olan, onu tanımamış olur. Onu tanımayan, ona  cihet isnat eder, ona işaret eyler. Ona işaret eden, onu  sınırlar. Sınırlayan, sayıya sokar. Her nerde derse, onu  bir yerde sanır, ona mekân isnat eder; bir yerde  diyense, başka yeri ondan hâlî sanır.19

tefsiri bakımın-dan, bu sözün, meâl itibariyle doğru olduğunu  söylemişlerdir (Aliyy'ül-Kaarî: Mevzuat-u Kebîr, Matbaa-i âmire 1289, s.62). 
Dinin usûlü, Allah'ın varlığına, birliğine, kullara lütuf olarak  içlerinden bazılarını seçip hükümlerini bildirmek, doğru yolu  göstermek için gönderdiğine, onlara Cebrâil vasıtasıyla ve  vahiy yoluyla hükümlerini bildirdiğine, bunların içinde son  peygamber olan Hz. Muhammed'in (s.a.a) Allah katında  mertebesi en yüce ve yüksek olduğuna ve peygamberliğin  onunla bittiğine, bu dünyadan sonra bir âhiret âleminin  bulunduğuna ve herkesin orada, dünyada yaptığının mükâfat  ve mücâzatını göreceğine inanmaktır. Bu üç asla "Tevhîd,  Nübüvvet, Maâd" denir. Nübüvvet'e, meleklere ve kitaplara  inanmak, maâda, ölümden sonra âyet ve hadislerde bildirilen  şeylerin hepsine inanmak girer. Bunları tasdik, herkese ve  aklen gerektir. Bunlarda taklit, yani bir müçtehidin reyine uyuş olmaz. Fürû'ı din'de, yâni namaz, oruç, hac, zekât ve saire gibi  bedenî, yahut mâlî, yahut hem bedenî, hem mâli ibadetlerle,  nikâh, talak, alım-satım gibi muâmelâtta Kur'an ve hadisten,  yani Kitap ve Sünnetten hüküm çıkarmaktan, icma' ve akılla  bir hükme varabilmekten âciz olan kişilerin müçtehidi taklit  etmeleri, onun re'yine uymaları icab eder. 
19 - Allah'ı hakkiyle tavsif mümkün değildir, çünkü sıfatları,  bizim bildiğimiz sıfatlar gibi değildir, Kitapta ve Sünnette vârid

olan sıfatlar bizim idrâkimize göredir. Ancak bizim görmemiz,  duymamız, renk, şekil, ses, uzaklık, yakınlık yönünden olduğu  gibi gözle ve kulakla mümkündür. Halbuki Allah'ın görmesi,  duyması, bir esere tâbi olmadığı, bir ihtiyaca bağlı bulunmadığı
gibi âletle de değildir, ilmi, görülen, duyulan şeyleri muhît  olduğu gibi görülmeyen, duyulmayan şeyleri de muhîttir. Bu  bakımdan, bizim bilgimizle onun sıfatlarını kıyaslamak, âdetâ  onun zâtına bir eşit kabul etmeye benzer ki vahdete, tevhid  inancına aykırıdır. Varlık ve birlik, Allah sübhânehu ve Teâlâ'nın  zatında sâbit iki sıfattır, zâtın aynı değildir. 
2. surenin (Bakara) 29. âyetinde, 7. surenin (A'râf) 54.  âyetinde, 10. sûrenin (Yunus) 3. âyetinde, 20. sûrenin (Tâbâ) 4.  âyetinde, Allah Tebareke ve Teâlâ'nın göğe, arşa istivâsı müeveldir. İstivâ iki şeyin, iki adamın eşit ve denk olmasıdır.  Sivâ, iki şey arasında hacım, ağırlık gibi hususlarda eşitliğe  denir; keyfiyet husûsunda da kullanılır. İstivâ, "alâ" ile ta'diye  edilirse kavramak, kaplamak anlamına gelir. Emri, hükmü,  tedbîri, göğü, arşı kavradı, yâni gökleri yerleri yarattıktan sonra  arşa hâkim ve mutasarrıf oldu, tedbiri orada cârî oldu  demektir. Gök her cirmi kaplayan fezâdır, arş, tavan, bir şeyin  üstünü örten şey ve çardaktır. Mecaz yoluyla padişahın meclisi,  saltanat, hüküm, yücelik ve kudretten kinâyedir. Arşı yıkıldı
demek, hükmü kalmadı, gücü kuvveti yok oldu demektir. Bu  bakımlardan bu âyetlerdeki mânâ, tedbîri, emri, kudreti, göğü,  arşı kapladı, her şeye şâmil oldu ve şâmildir tarzında anlaşılır.  Yoksa gökte veya arştadır demek değildir (El-Müfredât s. 329-
330; Tabrasî: Mecma'ul Beyan; 1, s. 71-72, 4, s.427-428, 5,  s.99). Mücessime tâifesi, Allah'ın arşta bulunduğunu kail  olmakla hata etmişlerdir. Bir yerde temekkün, başka yerde  bulunmamaktır, aynı zamanda mahdut ve cisim sâhibi  olmaktır, cisimse tecezzi eder. Bütün bunlarsa Allah için  muhâldir.
Vardır, yaratılmaksızın. Mevcuttur, yokluktan var  olmaksızın. Her şeyle biledir, beraber değil. Her şeyden  gayrıdır, ayrı değil. İşler yapar; harekete, âlete muhtaç  olmadan. Görendir, görülen yokken. Birdir, bir varlığa  muhtaç bulunmadan, hiç bir varın yokluğunu  garipsemeden. Halkı yarattı, yaratmaya koyuldu,  düşünüp kurmadan, işe deneyişten faydalanmadan, bir  harekete, âlete muhtaç olmadan işe koyulmadan,  koyulup yorulmadan. Her şeyi vaktinde yarattı,  birbirlerine aykırı olan şeyleri birleştirdi, uzlaştırdı. Her  şeyde bir istîdat, bir tabiat yarattı; her şeyin maddesini  ona göre düzdü-koştu. Her şeyi olmadan bilendir O;  sınırlarını, sonlarını kavrayıp kapsayandır O; her şeyin  gizli, açık, her yanını bilendir O.20
Tenzîh ederim O'nu noksan sıfatlardan, dâima,  yarattık-larına, şerîat sahibi bir peygamber  göndermiştir; yahut bir kitap indirmiştir; yahut gerekli  bir huccet tanıtmıştır; yahut da doğru yolu bildirmiştir.  Öylesine peygamberlerdir onlar ki ne sayılarının azlığı
yüzünden buyrukları bildirmede bir kusurda  bulunmuşlardır, ne yalanlayanların çokluğu yüzünden  bir taksîre düşmüşlerdir. Kimisi gelip geçmiştir; 
 
20 - Bir işe koyulan, önce o işi düşünür, kurar, bilgisinden,  görgüsünden faydalanır, yaparken hareket halindedir, bir cihet  sarfeder, yorulur. Bu dört vasıf olmadan hiç bir iş yapılamaz.  Allah Tebareke ve Teâlâ ise bunlardan müs-tâğnidir,  münezzehtir, ilmi bir şeyi yaratmadan önce de ona lâhıktır,  sonunu da bilir.
kendisinden sonra geleceğin adını bildirmiştir; kimisi  çıkıp gelmiştir; ondan önceki onu tanıtmıştır.21 Bu yol-yordam üzere çağlar geçmiştir, zamanlar  aşmış-tır; atalar geçip gitmişlerdir, oğullar, yerlerine  geçip yetmişlerdir. Sonunda, noksan sıfatlardan  münezzeh olan Allah, va'dini yerine yetirmek, elçiliğini  tamamlamak için Rasulullah Muhammed'i  göndermiştir; Allah'ın sâlatı ona ve soyuna. Onu  tanımak, tanıtmak için peygamberlerden söz almıştır;  sıfatları tanınmıştır; doğumu ve doğduğu yer ve zaman  yüceltilmiştir.22
 
21 - "Kim doğru yolu bulursa ancak kendisi için bulmuştur.  Kim doğru yoldan sapmışsa kendisini saptırmıştır ve kimse, bir  başkasının yükünü yüklenmez ve biz, peygamber  göndermedikçe hiç bir topluluğu azaplandırmayız" âyeti  mucibince (17, İsrâ, 15) lütfü dolayısıyla insanlara mutlaka bir  peygamber göndermiştir, bir kitap indirmiştir, bir hüccet  tanıtmıştır, doğru yolu beyan buyurmuştur. Peygamberlerin  kimisi, 61. sûrenin (Saf) 6. âyetinde Hz. İsâ alâ Nebiyyinâ ve  âlihi ve aleyhisselâmın, Hz. Muhammed'i bildirdiği gibi  kendisinden sonra gelecek peygamberi müjdelemiştir; kimisi  bizim Peygamberimiz gibi eski peygamberleri tasdik etmiş ve  ettirmiştir. 
22 - 2. Sûrenin (Bakara) 143. âyetinde tam orta yolu  tutmuş, ifrattan, tefritten arınmış olan Muhammed (s.a.a)  ümmetinin bütün insanlara tanıklık edeceği, Hz. Peygamber' in  de ümmetine tanık olacağı, 4. sûrenin (Nisâ) 41. âyetinde,  kıyâmet günü her ümmetten bir tanık getirileceği, Muham-med  (s.a.a) ümmetinin de hepsine tanıklık edeceği bildirilmektedir.  9. sûrenin (Tevbe) 33. âyetinde, müşrikler istemese, zorlarına  gitse bile Hz. Muhammed'in insanları doğru yola götürmek için  gerçek din ile, bütün dinlere üstün olmak için gönderildiği
O gün yeryüzündekiler, ayrı-ayrı yollara sapmışlardı;  darmadağın dileklere sarılmışlardı; dağınık yollara  sapıtmışlardı. Kimisi, Allah'ı, onun yarattığı şeylere  benzetmedeydi; kimisi adını anarken batıl yola  gitmedeydi; kimisi de ona şirk koşup sapıklık  etmedeydi.23

beyan buyurulmaktadır. 61. sûrenin (Saf) 9. âyet-i kerîmesi de  aynı meâldedir ve bu âyetlerden Muhammed (s.a.a) dininin son  din, kendilerinin de son peygamber olduğu anlaşılmaktadır.  33. sûrenin (Ahzâb) 40. âyetinde ise Hz. Muhammed'in Allah'ın  Rasulü ve peygamberlerin sonuncusu olduğu tasrîh  edilmektedir. Âyette, peygamberler, sözü "nebiyyin-haber  getirenler" diye geçer. Her nebî, rasûl, yâni şerîat sâhibi  değildir, fakat her rasûl nebîdir, yâni nebî umûmîdir, rasul  husûsî ve rasûl, nebî sözünün şümulüne girer; bu bakımdan  hadislerle de sâbit olduğu veçhile Hz. Muhammed,  peygamberlerin sonuncusu-dur, dini de son dindir. Ondan sonra  peygamberlik iddiâ eden ve din kuran kişilerin hemen hepsi de  sömürgenlerin İslâm'ı bölmesine maşalık eden şarlatanlar,  yalancılardır. 
Kur'an-ı Mecıd'de, Allah'a ibâdet için kurulan ilk evin, ilk  mescidin, Mekke-i Muazzamâ'daki Kâbe olduğu bildirilmiştir  (3. Âli İmrân 96). Buhârî, Ebû-Zerr'den (r.a) tahriç eder; diyor ki:  Yâ Rasûlallah dedim, yeryüzünde ilk kurulan mescid hangi  mescittir? Mescid-i Haram buyurdular. Sonra hangi mescid  kuruldu dedim, Mescid-i Aksâ buyurdular. İkisinin arasında  dedim, ne kadar, zaman var? Kırk yıl buyurdular (et-Tecrid'us Sarih, c.2, s.41, Kitab-u-Bed'ül-halk). 
23 - Cehalet devri denen ve Hz. Muhammed'in (s.a.a)  gönderilmesinden evvelki devre ait olan sapıklıklar, saymakla  tükenmez. İnsanlar putlara tapıyorlardı; kumar, içki, fâiz alıp  yürümüştü. Kadınlar dört, beş, hattâ daha fazla erkekle  evleniyorlar, çocuğun babası, ya hakemle tayin ediliyor, yahut
Derken onunla sapıklıktan kurtardı onları,  vücudunun bereketiyle bilgisizlikten halâs etti onları;  sonra da, Allah'ın sâlâtı ona ve soyuna olsun,  Muhammed'e noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah  kendisine kavuşmayı seçti; katında ihsanda bulunmayı
diledi; dünya yurdundan almakla ikrâm etti ona;  belâlara eş olmayı reva görmedi ona. Kerem sahibi  onu kendi katına aldı; Allah'ın sâlâtı ona ve soyuna  olsun. O, sizin aranızda, peygamberlerin ümmetleri  içinde bıraktığını bıraktı. Çünkü peygamberler,  ümmetlerini başıboş bırakmadılar; apaçık bir yol  bırakma-dan gitmediler; bir bayrak dikmeden onları
terketmediler.24
Rabbinizin kitâbı sizdedir, yanınızdadır; helâlini de  apaçık göstermededir, harâmını da. Farzlarını da  apaçık bildirmededir, üstün işlerini de. Bir hükmü  kaldıran âyeti de açıklamıştır, hükmü kaldırılan âyeti  de. Ruhsatlarını da bildirmiştir, azimetlerini de. Anlamı
husûsî olan da apaçıktır, umûmî olan da. İbretleri de  meydandadır, örnekleri de. Mutlak olanı da  bildirilmiştir, mukayyet olanı da. Anlamı herkesçe  anlaşılanı da beyan edilmiştir, anlaşılmayanı da.  Kısaca anlatılanları tefsir edilmiştir, müşkül 

kur'a ile tanınıyordu. Diri hayvanların etinden parçalar kesilip  yeniyordu. Harâm, helâl bilinmiyordu. Soy-boy üstünlüğü,  yağma âdî işlerdendi. Kız çocukları diri diri gömülüyordu. Bu  hususta, tarihlerde anlatıldığı için fazla söze lüzum  görmüyoruz. 
24 - Hz. Peygamber'in (s.a.a) diktiği bayrak, Allah'ın Kitabı,  kendilerinin sünnetidir.
anlaşılanları açıklanmış, bildirilmiştir, öyle hükümleri  vardır ki, o kitabın, mutlaka bilinmesi için ahit  alınmıştır, öyle hükümleri de vardır ki kulların, onları bilmemesi de câiz sayılmıştır. Öyle âyetleri vardır ki  kitapta farzdır da neshedilişi, sünnetle bildirilmiştir.  Öyle âyetleri de vardır ki sünnetle vâcip olmuştur,  kitaptaysa terk edilmesine ruhsat verilmiştir. Bazı hükümleri vaktinde vacîptir, ileri zamanlarda hükmü  geçer. Haramlarının da hükümleri çeşit çeşittir; öyle  büyük haramlar vardır ki onları yapana cehennem  vardır; öyle küçükleri de vardır ki onları yapanların  suçlarını örter, bağışlar. Öyle hükümleri vardır ki en azı da makbûldür, en çoğu da yapılabilir.25
 
25 - Helâl, yapılabilen, yapılması suç olmayan şeylerdir.  Haram yapılması suç olan, bir kısmının cezası, dünyada da  tayin edilmiş olan şeylerdir. Farz, yapılması emredilenlerdir.  Hükmü kalkan âyete "Mensûh", o âyetin hükmünü kaldıran  âyete "Nâsih" denir. Ruhsat, bir sebep yüzünden yapılma-sına  cevaz vermektir. Azimet, manâsında tahsîs bulunan  hükümlerdir. Meselâ, içki haramdır. İçen dünyada da had  vurularak, yani dövülerek cezalanır, su içmekse helâldir. 2.  sûrenin (Bakara) 173. âyet-i kerîmesinde, ölü hayvan eti, kan  ve domuz haram edilmiştir; fakat zorda kalanın başkasının  hakkına el uzatmaması, doyuncaya dek yememesi şartıyla  yemesine cevaz verilmiştir; bu bir ruhsattır. "Kim sizden o aya,  Ramazan ayına erişirse orucunu tutsun" emriyle (2, Bakara,  181), bâliğ olmayan, aklı başında bulunmayan, hasta ve  kadınsa hayız halinde olmayan ve seferde bulunmayan  herkese oruç farz edilmiştir; bu sözde yukarıdaki  mazeretlerden biri ile mâzur olmayanlara tahsîs vardır. Mânası umumi olan, "Herkes ölümü tadar" (3. Âli İmran, 182)  âyetindeki gibi mânası herkese ve her şeye şâmil olandır. İbret,

"Bak. Allah'ın rahmetinin eserlerine, yeryüzünü nasıl da  ölümünden sonra diriltir" gibi (30, Rûm, 50) âyetleridir;  mânaları ibreti tazammun eder. Örnek, "Kendilerine Tevrat  yüklenenler, sonra da onunla amel etmeyenler, eşeğe  benzerler ki koskoca kitapları taşımada" (62; Cumua, 5),  "Dünya yaşayışı, gökten yağdırdığımız yağmura benzer ancak"
(10, Yûnus, 24) gibi âyetlerdir. Mutlak, "Bir kul azad etmelidir" tarzında nâzil olan âyetlerdir (58, Mücadele, 3); yahut, "Kadın  olsun, erkek olsun, hırsızların ellerini kesin" (5, Mâide, 38)  âyetidir ki elin nereden ve ne kadar kesileceği âyette musarrah  değildir; hadisle anlaşılır. Mukayyetse, "Bir mü'min köle azat  etmek gerek" (4, Nisâ, 92), yahut "Ellerinizi dirseklerle beraber  yıkayın" (5, Mâide, 6) meâlindeki âyetlerdir. Anlamı kesin olan  ve herkesçe anlaşılan âyetlere "muhkem" denir ve Kur'an-ı Mecid'in âyetlerinin çoğu böyledir. Mânası herkesçe  anlaşılmayan âyetler "müteşâbih" adıyla anılır; bazı sûrelerin  başlarındaki harfler gibi. 
Kur'ân-ı Mecid, bir de şu suretle anlatılmaktadır:  Bâzı âyetlerin hükümlerinin mutlaka bilinmesi, onlara  uyulması icâb eder, bunlar, muhkem âyetlerdir ve Kur'ân-ı Mecid'in ayetlerinin çoğu bu suretle nâzil olmuştur; emir, nehiy,  helâl, haram âyetleriyle vahdaniyete, risâlete, maâda îman  hükümlerini ihtiva eden âyetler gibi, fakat bazıları da  "müteşabih"dir, mânası açık olarak belli değildir. 17. sûrenin  (İsrâ) 85. âyetinde ruh hakkında verilen bilgi, yahut 24. sûrenin  (Nûr) 35. âyeti olan, "Nûr âyeti", yahut da bâzı sûrelerin  başlarındaki hurûf-ı mukattaa gibi. Bunların mânalarını kesin  olarak bilmemiz hakkında bir emir yoktur, hattâ bunların  üzerinde durmak, bunlardan hüküm çıkarmak bir bölük halkı sapıklığa da sevkeder. Çünkü çevremize, bilgimize,  tecrübemize ve zamanımıza dayanabilen akıl, Rabbânî  hikmetleri ihâtadan âcizdir. 
Bâzı âyetler de vardır ki 4. sûrenin (Nisâ), 15-16.
(Aynı hutbeden): 
Hürmeti vacip olan evini (Kâbe'yi) ziyaret edip  haccetmenizi de size farzetti; o evi halka kıble kıldı;  halk susamış yaratıkların yanıp kavrularak  koşuştukları gibi oraya varırlar; sürü-sürü güvercinler  gibi oraya sığınırlar. Noksan sıfatlardan münezzeh olan  ma'bud, kendi ululuğuna karşı gönül alçaklığını
sağlamak, yüceliğini onlara anlatmak için o evi bir  sebep olarak icâd etti. Halkın bir kısmını seçti ki onlar,  onun çağrısını duydular da icâbet ettiler; onun sözünü  gerçeklediler. Peygamberlerinin durdukları yerlerde  durdular; arşın çevresinde dolanan meleklere  benzediler; ona kulluk etme ticaret yurdunda kârlar  elde ettiler, suçları örteceğini vaadettiği yere koşuşup  gittiler. Noksan sıfatlardan münezzeh ve yüce ma'bud, 

âyetlerinde, kötülük de bulunan kadının, dulsa ölünceye dek  hapsi, kızsa ta'ziri emredilmişken sünnetle, evli olanın recmi,  olmayana had vurulması takarrür etmiştir. Öyleleri vardır ki  sünnetle muayyen iken kitapla değişmiştir. İslam'ın ilk  zamanlarında Beyt-i Mukaddes'e teveccüh edilerek namaz  kılınırken 2. sûrenin (Bakara) 144. âyetinde Mescid-i Harâm'a  teveccüh farzedilmiş, sünnet de buna tâbi olmuştur. Öyleleri de  vardır ki 4. surenin (Nisâ') 101. âyetinde olduğu gibi seferde  namazın kasrına ruhsat verilmişken sünnetle vücûbu sabit  olmuştur. Vaktinde vâcip, yâni farz olan, ileride hükmü geçen  âyetlerse mensûh âyetlerdir. 
Yapanın karşılığı cehennem olan haramlar, büyük  günahlardır; suçluları bağışlananlar da küçük günahları işleyip  nâdim olanlardır. Azı makbûl olan, fakat çoğu da yapılabilen  emirler, meselâ namazda Hamd'den sonra en kısa sureyi  okumaktır; fakat insan, en uzun sûreyi de okuyabilir.
o evi, İslâm için bir alem kıldı; sığınanlara orasını bir  harem kıldı. Orayı ziyaret etmeyi farzetti; hakkını tanıyıp korumayı gerekli saydı. Oraya varmanızı farzetti  de o noksan sıfatlardan münezzeh olan ma'bud  buyurdu ki: "İnsanlardan oraya gitmeye gücü yetene,  Allah için o evî ziyaret ederek haccetmesi farzdır; inkâr  eden eder; Allah, şüphe yok ki bütün âlemlerden  müstağnîdir." (Kur'an-ı Mecid, 3, 97).26
* * * 

SIFFÎN'DEN DÖNDÜKTEN SONRA OKUDUKLARI 
 
26 - Kur'ân-ı Mecid'in 2. sûresinin (Bakara) 158, 189, 196- 200, 3. sûrenin (Âli İmrân) 97, 9. sûrenin 3. âyetinde haccın  farz olduğu bildirilmektedir. Haccın iktisâdî ve içtimaî faydaları pek çoktur. İslâm'ın merkezi olan yerde, her taraftan gelip  toplanmak, İslâm ülkelerinin imârını, terfihini sağlaya-cağı gibi  imân edenlerin bir araya toplanmaları, birbirleriyle tanışmaları,  görüşmeleri yılda bir kere umûmi bir İslâm kongresi mâhiyetini  taşır. Beytullah, İslâm'ın kıblesi, toplum yeridir. Orası Müslümanlara haremdir; hürmeti vâcip yerdir. Hac esnasında  ihrâma bürünen, âdeta ferdiyetinden ölmüş, beşeriyetten  çıkmıştır; meleklere benzemiştir. Eli-kolu yoktur; canını Hakk'a  teslîm etmiştir. Hiç bir şeyi, hiç bir yaratığı incitemez; tam bir  teslîmiyettedir. Bu da ayrıca terbiyevî ve ahlâkî yönüdür.  Bundan dolayıdır ki hacca, İslâm dininde büyük bir ehemmiyet  verilmiş, bedenî ve malî durumu iyi olanın, yol da eminse bu  farîzayı terketmesi, küfürle eşit tutulmuştur (3, 97).
HUTBE 
Hamdederim Allah'a, nimetini tamamlamak için;  yüceliğine uymak için: O'na isyân etmekten kurtulmak  için; O'ndan yardım dilerim yokluktan, yoksulluktan  kurtulmak için. Gerçekten de O, doğru yola sevkettiğini  saptırmaz, ona karşı düşmanlıkta bulunanı da  kurtarmaz, ihtiyaçtan kurtardığı kişi yoksul olmaz. O'na  hamdetmek, tartılıp ağır gelen her şeyden daha ağırdır  gerçekten; üstündür saklanıp korunan değerli  şeylerden. 
Bilirim, bildiririm ki Allah'tan başka yoktur tapacak;  ortağı yoktur, birdir ancak. Bu biliş, bildiriş, sınanmış olarak candandır, gönülden; inancı hâlistir, özden. Sağ kaldıkça ona yapışır, sarılırız; uğradığımız korkulardan  onunla aman buluruz. Bu inançtır îmân için gerekli  olan, lütfe, ihsana başlangıç bulunan; Rahmân'ın  razılığını sağlayan; şeytanı sürüp kovan.27
Ve bilirim bildiririm ki Muhammed kuludur,  rasûlüdür. Onu tanınmış bir dinle gönderdi; üstünde  yalım-yalım ateş yakılan, yol yitirenlere yol bulduran  dağ gibi belirli âlâmetle, hükmü kesin kılınmış kitapla,  parıl parıl parlayan, ışıkla, alev alev balkıyan aydınlıkla, 
 
27 - Yokluktan, yoksulluktan kurtulmak için; yâni O'ndan  yardım dilerim herhalde ve O'dur her hâceti revâ eden, O'na  hamdetmekten mahrûm olmamak, bu mânevî yoksulluktan  kurtulmak için O'ndan yardım isterim demektir.
bozulması mümkün olmayan emirle yolladı şüpheleri  gidermek, apaçık gerçekleri kesinleştirmek, delillerle  halkı kötülüklerden çekindirmek, belâlardan  korkutmak için yolladı. 
İnsanlar sınanma içindeydiler; öylesine ki din ipi, o  yüzden üzülürdü, kopardı; gerçek inanç direkleri  yıkılırdı, yatardı. Dinin aslına karışıklıklar düşmüştü; iş darmadağın olmuştu; çıkılıp kurtulunacak yer  daraldıkça daralmıştı; vehimlerden sıyrılmak için  görecek gözler köreldikçe körelmişti. Doğru yolun adı sanı kalmamıştı; Körlük her yanı kaplamıştı. Rahmân'a  isyân ediliyordu; şeytana yardımda bulunuluyordu.  İman hor-hakir olmuştu; dayanakları yıkılmış-gitmişti;  nişâneleri tanınmaz hale gelmişti; yolları görünmez  olmuştu; geçitleri silinip gitmişti. Şeytana itâat etmişti  insanlar; onun yollarını tutmuştu canlar; onun  kaynaklarından içiyorlardı susayanlar. Şeytanın  bayrakları onlarla yürüyordu; sancağı dikilmişti,  dalgalanıyordu. İnsanlar öylesine sınanmalar  içindeydiler ki o fitneler, tabanlarıyla eziyordu onları;  tırnakları altında kırıp geçiyordu onları. Neşesinden  tırnaklarının ucuna basmış, kalkınmıştı fitneler;  insanlarsa o fitneler arasında yollarını yitirmişler,  şaşırıp kalmışlar, bilgisiz bir hale gelmişler, fitnelerin  içine düşmüşlerdi. 
En hayırlı yerde, en şerr komşular arasından  gönderdi O'nu, bir haldeydiler ki uykuları uykusuzluktu;  sürmeleri göz yaşlarıydı; bilginin ağzına gem
vurulmuştu, bir söz söyleyemezdi; bilgisizi ağırlanırdı,  sayılırdı, bir sözü iki edilemezdi.28
(Bu hutbeden):
O'nun soyu, sırrına sahiptir. O'nun, buyruğu  onlardan öğrenilir. Bilgisinin heybesidir onlar;  kitaplarının konduğu, korunduğu yerdir onlar; dinin  dağlarıdır onlar; dinin beli bükülürse onlarla doğrulur;  eli ayağı titrerse onlarla dincelir, dertten kurtulur. 
(Aynı hutbeden: Onların düşmanlarıysa,) 
Kötülük tohumlarını ektiler; yalanlar, aldanışla  suladılar; helâk olup gitmeyi biçtiler, azâba uğramayı derdiler, devşirdiler. Bu ümmetten hiç kimse  Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem'in  soyuyla kıyaslana-maz; boyuna onların nimetlerine 
 
28 - İnsanların, Hz. Muhammed'in (s.a.a) gönderilme-sinden  önceki hallerini anlatmaktadır. Hidâyet gerçekten de bilinmez  olmuştu. Şeref soya sopa bağlıydı, üstünlük ancak kahırla,  zulümle elde edilirdi. Elle yapılan putlara kulluk etmek, fakat  istenilen elde edilemezse onlara hakarette bulunmak âdetti.  İlk kız çocuğu olanın onu, diri diri gömmesi, şerefini korumak  için bir vecîbe idi. Kölelik câriyelik bir geçim vasıtasıydı,  hürriyet adı anılmaz bir mefhumdu; fazilet bir muammadan  ibaretti; batıl inançlar revaçtaydı. Arap yarımadası bu halde  olmakla beraber yeryüzünün başka tarafları da sapıklık  içindeydi. Mûsevîlik, ırk üstünlüğünü güden, âhireti  düşünmeyen, düzeni, başka milletler hakkında mubah sayan  bir din haline gelmiş, Hristiyanlık, putperestlik olmuştu.  Temizliğin adı sanı yoktu. Din namına ahlâksızlık ve zulüm  herkesi bezdirmişti. 
En hayırlı yer, Mekke ve Beytullah'tır; o evin en kötü  komşuları da müşriklerdir.
ulaşan kişiyle hiç bir zaman onlar eşit olamaz. Onlar  dînin temelidirler, tam inancın direği; ileri giden döner,  onlara katılır da yola girer; geri kalan gelir, onlara uyar  da murâda erer. Onlarındır vilâyet hakkının özellikleri  elbet, onlardadır vasiyet ve verâset. Şimdi hak ehline  döndü; yerine geldi; sâhibini buldu.29
* * * 
 
29 - Vilâyet ve vasiyet, Hz. Peygamber'in (s.a.a) yerine geçen  zâtın, Allah'ın emri ve Hz. peygamber'in (s.a.a) tebliği ile  ümmetin imâmı ve Peygamberinin vasisi olup din ve dünya  işlerinde ümmet içinde veliyy'ül-emr oluşudur ki bu inanç  "İmâmiyye", yahut On iki İmâm'ın vilâyet ve imâmetine  inandıkları için "İsnâ-Aşeriyye" denen, diğer mezhepler, İmâm  Muhammed'ül Bâkır (a.s) ve oğlu İmâm Ca'fer'üs Sâdık'ın (a.s)  zamanında çıktığı ve Ehl-i beyte uyanların İmâm Ca'fer'e (a.s)  uydukları için "Ca'feriyye" diye de anılan mezhebi, diğer  mezheplerden bilhassa ayıran inançtır. 
(Bu hutbenin son fıkrasına nazaran Emir'ül-Müminin'in (a.s),  hemen halife oluşundan sonra irâd edilmiş olması ihtimâli de  vardır.)
49 
Hamd Allah'a ki işlerin gizliliklerini örttü, gizledi;  fakat ona bütün gizlilikler âşikâr, her şeyden kudretini,  sanatını bildiren bir delil eder izhâr; her yanda delilleri  berkarar. Gören O'nu göremez; ama görmeyen göz de  inkâr edemez; nitekim O'nun varlığını ispat eden gönül  de onu göremez. Yücelikte en üstündür; O'ndan üstün  bir varlık olamaz; yakınlıkta en yakındır; O'ndan yakın  bir var bulunamaz. Ne yüceliği, yarattığı bir şeyden  uzaklaştırır O'nu; ne yakınlığı yarattıklarıyla eşit eder  O'nu. Akıllara sıfatlarını sınırlamayı bildirmemiştir;  ama O'nun varlığını, birliğini tanımaktan da onları perdelememiştir. Öyle bir vardır, birdir ki varlık  nişaneleri, O'na şehâdet eder, inâdına inkâr edenin  gönlü bile varlığını ikrâr eyler. Allah, O'nu yaratıklara  benzetenleri, yahut inat edip inkâr edenlerin  söyledikleri sözlerden yüce mi, yücedir.30
 
30 - "Kendileri de bunlara adamakıllı inandıkları, bunları  iyice bilip anladıkları halde zulümle, ululanmayla inâdına inkâr  ettiler; bak da gör bozguncuların sonu ne oldu" (Neml,14).
65 
Hamd Allah'a; sonradan O'na bir hâl târî olmaz ki  âhır olmadan önce evvel olsun, bâtın olmadan önce  zâhir bulunsun; O, zevâli olmamak üzere her şeyden  evveldir, her şeyden âhır, O'ndan başka birlikle  vasfedilen her şey azdır, kimsesizdir; üstün denen her  varlık zebundur, âcizdir; kuvvetli denen, zayıftır,  kuvvetsizdir; bir şeye sâhip denen, köledir, kuldur.  O'ndan başka her bilgi sahibi, bilgisini başkasından  elde etmiştir; O'ndan başka her gücü yetenin, gücü  yeter de, yetmez de. O'ndan başka her duyan, hafif  sesleri duymaz da; çok yüce seslerse kendisini sağır  eder, uzaktan söylenenleriyse işitmez de. O'ndan  başka her gören, gizli renklere, latîf cisimlere karşı kör  olur, görmez de. O'ndan başka her görünen  görünmemeyi beceremez de; her görünmeyen,  görünmeyi başaramaz da. yarattığını, kudretini  sağlamak yüzünden, zamanın sonundan korkmak  yönünden, bir benzerinin yardımını dileyerek, bir eşinin  emeğini isteyerek, yahut yaptığını istemeyen bir zıdda  üstünlük göstererek yaratmamıştır. Fakat bütün  yaratıklar, O'nun yarattıklarıdır; O'nun lütfüyle gelişip  yetişmededirler; kullardır; O'na karşı alçalmadadırlar.31
 
31 - "O'dur evvel ve âhır ve zahîr ve bâtın ve O'dur her şeyi
Eşyaya hulûl etmez32 ki ordadır densin; eşyâdan  ayrı değildir ki aykırıdır, ayrıdır denebilsin. yaratmak  ağır gelmez O'na; yarattığını tedbîr ve tasarruf, yormaz  O'nu. Hüküm ve takdirinde şüpheye düşmez; takdiri  yerindedir, bilgisi tamdır, muhkemdir, emri mutlaka  yerine gelir. Azâb eder, kahreder; ama gene de  bağışlaması, lütfü umulur. Nimetler verir, lütuflar eder;  ama gene de azâbından korkulur. 

bilici." (57, Hadid, 3) Kadîm olması, kendisinden başka her  şeyin sonradan yaratılmış bulunması bakımından, vakit  mefhumu düşünülmeksizin evveldir; her şey fenâ  bulunduğundan ve bâki yalnız kendisi olduğundan âhırdır;  evveline bir evvel tasavvur edilemediği gibi zevâli de yoktur.  Her şey O'nun tasarrufu altındadır; O'ysa her şeyden üstündür,  bu bakımdan zâhirdir; her şeyi künhiyle, yaratmadan ve  yarattıktan sonra bildiğinden ve O'ndan başka bilen  olmadığından bâtındır; delilleriyle zâhir, yarattıklarının  duygularından bâtındır; hiç bir şeye, zâhirî yakınlığı olmamak  üzere zâhir kudreti, her şeyde göründüğü cihetle bâtındır  diyenler, yaratış bakımından evvel, rızık veriş bakımından âhır,  hayat veriş bakımından zâhir, öldürüş bakımından bâtındır  tarzında tefsir edenler de olmuştur. Ezelî oluşuyla evvel, ebedî  oluşuyla âhır, birliğiyle zâhir, hiç bir şeye ihtiyacı olmamakla da  bâtındır da demişlerdir. Evveline evvel olmaması dolayısıyla  kadîmdir; yâni evveldir; iman edenler âhirette rahmeti şâmil  olmakla âhırdır; hikmetiyle zâhirdir; bilgisiyle bâtındır da  denmiştir. 
32 - Hulûl, bir şeyin başka bir şeye girmesidir; iki şey  birleşirse buna ittihâd denir. Allah tebâreke ve Teâlâ hiç bir  şeye hulûl etmediği gibi 'Onun için ittihâd da mümkün değildir,  bu çeşit bir inanç beslemek, Müslümanlığın esasına aykırıdır.
72 
HAZRETİ PEYGAMBER'E (S.A.A) SALAVÂT  GETİRMEYİ BİLDİREN HUTBELERİ 
Ey yayılacak şeyleri yayan, ey yüceltilecek şeyleri  yücelten, ey gönülleri, yaratılışına, istîdadına göre kötü,  yahut iyi kabiliyette halkeden, kulun ve Rasûlün  Muhammed'e en yüce rahmetlerinle rahmet et; en  fazla bereketlerinle bereketler ver. O'dur kendinden  önce gelip geçen peygamberlerin sonuncusu olan;  kapanmış şeyleri açan; hakkı hak üzere ilân edip  yayan, ortaya koyan. O'dur batılların coşup  köpürüşlerini gideren; sapıklıkların saldırışlarını kırıp  geçiren. Peygamberliği yüklenmiştir de senin emrini  yerine getirmiştir; tez davranmıştır da razılıkların  neredeyse, ne ise onlarda acele etmiştir. İleri  gitmekten geri kalmamıştır; azminde gevşek  davranmamıştır. Vahyine mazhar olmuş, bildirmiş,  ahdini yerine getirmiştir; emrin ne ise o yola gitmiştir.  Sonunda din ateşini yalım yalım alevlendirmiş, ana  yoldan itmeyenlere yol göstermiştir de gönüller,  sınanmalara, suça batmalara uğradıktan sonra  hidâyete ermiştir. Apaçık bayrakları dikmiştir, apaydın  hükümleri bildirmiştir.
O'dur emniyete eriştirilmiş, amana kavuşturulmuş eminin, O'dur senin gizlenmiş, saklanmış bilginin  hazînedârı. O'dur herkese yaptığını karşılığı verilecek  günde tanığın; O'dur hak üzere gönderdiğin; O'dur  halka Rasûlün. 
Allah'ım, manevî gölgende geniş mi geniş bir yer  ver ona, ihsanından olasıya hayırlar üstüne hayırlar  ihsan et O'na. Allah'ım, kurduğu yapıyı yapı yapanların  yapıların-dan daha yücelt; derecesini katında  yükselttikçe yükselt; ışığını ışıttıkça ışıt; onu elçi olarak  gönderdiğinde karşılık tanıklığını kabûl et; sözünü  razılığınla makbûl et. Sözü adalete tam uygun olsun;  gerçeği batıldan ayırsın, bölsün. Allah'ın, güzel yaşayış,  nimetler elde ediş yurdunda, dilenen zevklere, istenen  lezzetlere nâil olarak, tam inanca, yücelikler  bağışlarına kavuşarak O'nunla bizi buluştur, bizi O'na  kavuştur. 
90 
Hamd Allah'a ki görülmeksizin bilinmiştir;  düşünmek-sizin yaratıcıdır. Öylesine bir yaratıcıdır ki  her an yaratmaktadır, tedbîr ve tasarruf etmektedir;  her an vardır, kaaimdir, dâimdir. Burçları bulunan  gökler yaratılmamıştı; büyük kapıları örten perdeler  gerilmemişti; kapkaranlık gece kararmamıştı; durgun  denizse serilmemişti; geniş yolları olan dağlar
dikilmemişti; küçük ve eğri büğrü, şahrem şahrem  yollar açılmamıştı; döşenmiş yer yüzü yoktu; güvenç,  dayanç sâhibi yaratılmış yoktu; gene de O kaaimdi,  dâimdi. İşte budur, böyledir eşsiz-örneksiz olarak halkı
yaratan ve onlardan sonra da bâkıy olan; yarattık larının mâbudu olan ve rızıklarını veren. Güneş ve Ay  O'nun rızasını dileyerek yürür giderler, her yeniyi  yıpratırlar, köhne kılarlar; her uzağı yaklaştırırlar, yakın  ederler. 
Yaratan, yarattıklarının rızıklarını pay etmiştir;  eserlerini amellerini soluklarının sayısını, hâince  bakışlarını, kendilerinden bile gizledikleri gönüllerinden  geçen şeyleri, analarının rahimlerinde  konaklayacaklarını, babalarının bel-lerinden zuhûr  edeceklerini, zamanların sonuna, çağların nihayetine  dek saymıştır, bilmiştir. Öylesine bir mâbuddur ki  rahmetinin genişliği içinde düşmanlarına olan kahrı,  azâbı daralmıştır, çetinleşmiştir; kahrının, azâbının  darlığı, çetinliği içinde dostlarının rahmeti  genişlemiştir. 
Kendisine karşı üstünlük güdeni kahredicidir;  O'nunla savaşa girişeni helâk edicidir; O'nunla  düşmanlık edeni, O'ndan uzaklaşanı hor hakir bir hâle  kor. O'nunla düşman-lığa girişene üstün olur. Kim O'na  dayanırsa O, yeter ona; kim O'ndan dilerse O verir ona;  kim O'nun yolunda borç verirse O, öder onu, kim O'na  şükrederse O karşılığını verir onun. 
Allah'ın kulları, yaptıklarınız tartılmadan siz tartın  kendinizi; hesâbınız görülmeden siz görün hesâbınızı.  Boğazınız sıkılmadan önce soluk alın; zorla sürülüp  götürülmeden önce râm olun ve bilin ki kim kendisine
yardım etmez, öğüt vermezse, kim kendisini  korkutmazsa, korkmazsa, başka bir korkutucu ona  fayda vermez; başka bir öğütçünün öğüdü ona tesir  etmez. 
91 
(Mes'ade b. Sadka, İmâm Câ'fer b. Muhammed'is Sâdık Aleyhimesselâm'dan rivâyet etmiştir: Bir gün  birisi gelmiş, Yâ Emir'el-Mü'minin; bize Rabbimizi anlat  da O'na sevgimiz çoğalsın, O'nu daha iyi tanıyalım  demişti. Hazret bu söze hiddet etmiş, halkı namâza  çağırtmış, Kûfe Mescidinde halkı toplamış, mescid  dolunca, hiddetleri benizlerinden anlaşılır bir hâlde  minbere çıkıp Allah'a hamd ü senâ, Rasûlullah'a salât  ü selâmdan sonra bu hutbeyi okumuşlardır. Bu  hutbeye "Hutbet'ül-Eşbâh" yâni cisimleri, yaratıkları  anlatan hutbe derler ve en beliğ hutbelerinden biridir.)
Hamd Allah'a ki kısmak, vermemek, nimetini  çoğaltmaz; vermek ve cömertlikte bulunmak, hayrını lütfünü azaltmaz. Çünkü O'ndan başka her verenin  nimeti azalır ve O'ndan başka her vermeyen kötülükte  kalır. O'dur nimetlerle kullara bağışta bulunan; O'dur  nimetlerin faydalarıyla onları faydalandıran. O'dur  ihtiyaçlarından fazla veren, haketmediklerini lütfeden,
halk ayâli sayılır O'nun, O'dur rızıklarını vermeyi  vaadeden; O'dur rızıklarını takdir eyleyen. Kendisine  yönelenlerin yollarını, O'nun nimetlerini dileyenlerin  hareketlerini apaçık bildirmiştir; belli-beyan  anlatmıştır. Kendisinden isteyene karşı ne kadar  cömertse o kadar cömertlikte bulunur. 
Öyle bir evveldir ki O'ndan önce hiçbir var yoktur;  öyle bir âhırdır ki O'ndan sonra hiçbir var yoktur.  Gözbebek-lerini, zâtını görmekten, künhünü  anlamaktan âciz kılmıştır. Zâtına nisbetle bir çağ
yoktur ki halden hale dönsün, bir mekânı yoktur ki  ordan ayrılıp bir başka yere gitmesi mümkün  görünsün. Dağlardaki madenler, ne kadar soluk alıp  veriyorlarsa, denizlerdeki sedefler, ne kadar ağız açıp  gülüyorlarsa, onların sayısınca gümüş ve altın  bağışlasa, inciler saçsa, mercanlar devşirip verse, gene  de bu bağış, cömertliğine tesir etmez, katındaki  hazîneler bitmez; katındaki bütün halkın dileklerine  yetecek nimetler öylesine mevcuttur ki tükenmez de  tükenmez. Çünkü O öyle bir cömerttir, öyle bir vericidir  ki, isteyenlerin istekleri nimetini azaltmaz; ısrarla  dileyenlerin dilekleri O'nu nekes kılmaz. Bir bak da gör,  Kur'an, O'nun sıfatlarından sana ne bildiriyorsa ona uy  ey soru soran, O'nun doğru yolu gösteren ışığı ile  ışıklan. 
Şeytanın, sana bilmeni teklif ettiği bilgi, kitapta  sana farz edilmemiştir; Peygamber sallallahu aleyhi ve  âlihî ve sellem'in, ve hidâyete götüren imâmların  sünnetinde de eseri belirmemiştir. O'nu bilmeyi,  noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'a bırak;  gerçekten de budur Allah'ın sana yüklediği hak. Bil ki
bilgide ileri olanlar, o kişilerdir onlar, örtülüp gizlenmiş şeyleri tefsîr etmekteki bütün bilgisizliklerini ikrâr  onları gizlenmiş şeylerin yüzüne çekilen perdeleri  açmak, o perdelerin ardında neler olduğunu bilmek  hevesinden alıkor. Yüce Allah da bilgi bakımından  kavrayamadıkları, anlayamadıkları şeylerdeki acizlerini  söylemeleri yüzünden onları över ve künhünden  bahsetmeleri emrolunmayan şeylerde derine  gitmemelerine, bilgide ileri gidiş adını takar. Artık bu  kadarını yeter say; noksan sıfatlardan münezzeh olan  Allah'ın büyüklüğünü aklınla ölçmeye kalkışma; yoksa  helâk olanlara katılırsın; sen de onlardan biri olur,  kalırsın. 
Öyle bir kudret sâhibidir ki vehimler, kudretinin  sonunu bilmeye atılıp koşsa, vesveselerden arınmış düşünceler, O'nun kudret âlemindeki gizliliklere dalıp  gitmeye kalkışsa, gönüller, aşka kapılıp sıfatlarının  niteliğine ermeye uğraşsa, akıllar, sıfatların da  varamayacağı zâtını bilmeye özenip inceden inceye  kavramaya çalışsa bile, onları geri çevirir; noksan  sıfatlardan münezzeh olun Allah, onları gizliliklerinin  kapkaranlık derinliklerine baş aşağı düşmekten  kurtarır; onlar da anayoldan çıkıp başka yollara-bellere  sapmakla onun zâtını bilmenin, düşüncelere dalmakla  üstünlüğündeki ululuğu ölçmenin imkânı
bulunmadığını anlarlar; bunu da söylerler, anlatırlar.33
 
33 - Bu kısımda Allah Süphanehu ve Teâlâ'nın zâtını düşünmemek esası vardır. Hz. Peygamber'in (s.a.a), "Allah'ın  halkında düşünün, Allah hakkında düşünmeyin, sonra helâk  olursunuz" buyurduğunu Ebû-Zerr (r.a) ve İbn-i Abbâs (r.a),
Öyle bir yaratıcıdır ki kendinden önce bir yaratıcı mâbud yoktu ki onun örneğine uysun da yaratsın, onun  takdirini örnek alsın. Yaratan O'dur ancak, O'ndan  başka yaratıcı yoktur mutlak. Bizlere kudretinin tedbîr  ve tasarrufunu göstermiştir; hikmetinin eserleri,  şaşılacak şeyleri söylemiştir, yaratılmışların O'na  muhtâç olduklarını söylemeleri ancak O'nun kudretiyle  var olabileceklerini bildirmiştir; aczimiz O'nun  kudretini, noksanımız O'nun kemâlini bize tanıtmıştır;  O'nu ikrâr etmekten başka bir şey yapamayacağımızı izhâr etmiştir; eşsiz-örneksiz yarattığı, yoktan var ettiği  şeylerde, sanatının eserleri, hikmetinin delilleri 

"Halkı düşünün; Hâlıkı düşünmeyin; çünkü O'nun zâtını takdir  edemezsiniz" buyurduğunu gene İbn-i Abbas rivayet etmiştir  (Cami'üs Sagıyr, 1, s.111). Bu hadisler, Allah'ın kudretini,  hikmetini, eserlerini, sun'unu, rahmetini, lütfunu, ihsanını
düşünmeyi, yaratılanlarla O'nun varlığına, birliğine, kudretine,  hikmetine yol bulmayı men etmemekte, fakat zâtının künhünü  aklın idrâk edemeyeceğini, böyle bir düşünceye kapılanın  aklına uyup sapıklığa düşeceğini bildirmektedir. Aynı zamanda,  "Öyle bir mâbud-dur ki sana kitap indirdi. Onun bir kısmı,  mânası apaçık âyetlerdir ve bunlar, kitabın temelidir. Diğer  kısmıysa çeşitli mânâlara benzerlik gösterir âyetlerdir.  Yüreklerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve yorumlamak için  mânaları açık olmayan âyetlere uyarlar. Halbuki onların  yorumlarını ancak Allah bilir. Bilgide şüpheleri olmayacak  kadar kuvvetli olanlarsa derler ki: Biz inandık O'na, hepsi de  Rabbimizdendir; bunu aklı tam olanlardan başkaları  düşünemezler" âyetine de işaret vardır (3, Âli İmran, 7).  Mânaları apaçık âyetlere "Muhkemât", mânaları açık olarak  belli olmayan âyetlere "Müteşâbihât" denir; bunları 1. hutbenin  9. notunda izah etmiştik; bakınız.
belirmiştir; her yarattığını, varlığına bir tanık, birliğine  bir delil kılmıştır. Yarattığı, sussa da yaratıcısının onu  tedbir ve tassarrufu bir delildir ki söyler, durur; eşsiz
örneksiz yaratıcısına delâleti de öylece durur, kalır.  Tanıklık ederim, bilirim, bildiririm ki seni, yarattık larının, birbirinden ayrı uzuvları gibi uzuvlara sahip  sanıp onlara benzeten, hikmetinle ete, deriye  bürüdüğün kemiklere benzer şeylere sâhip sanan,  sana cisim isnad eden, seni tanımaya dâir içinden  geçen düşünceleri bir şeye bağlaya-mamış, gönlü, eşin,  örneğin olmadığına dâir tam bir inanca ulaşamamıştır.  Böyle kişi, sanki bu düşüncelere uyanların, O'na eşit  tuttuklarına söylediklerini duymamıştır bir an: "And  olsun ki gerçekten de biz, apaçık bir sapıklık  içindeydik; sizi Âlemlerin Rabbiyle bir tuttuğumuz  zaman."34 yalan söylerler seni putlarına benzetenler,  vehimleriyle sana, yaratılmışların sıfatlarını verenler;  zanlarıyla seni, cisme sâhip sananlar, onlar gibi seni  cüzü'lere bölenler; akıllarıyla kuvvetleri ayrı ve aykırı cisim isnâd edenler. Tanıklık ederim, bilirim, bildiririm  ki, seni yaratıklarından bir şeye denk tutan, seni  onunla bir sayar; seni bir şeyle denk sayan, hükmü  yerinde ve apaçık olarak indirdiğin âyetlerine kâfir olur  gider; apaçık deliller olan ve sana şehadet eden 
 
34 - 26. sûrenin (Şuarâ') 97-98. âyetleridir. Bu kısmında  Mücessime ve Müşebbihe'ye, yâni Allah Süphanehu ve  Taâla'ya cisim isnâd etmek, O'nu insana benzetmek, O'na  mekân isbâtına kalkmak gibi sapık inançlara kapılanlara,  putları, O'na eşit, yâhut O'ndan daha kudretsiz, fakat O'nun  katında şefaatçi sayanların da küfrüne işaret vardır.
sözlerini yalanlar, inkâr eder. Gerçekten de sen, öyle  bir Allah'sın ki, akıllara sığmazsın; hatırlara gelen  düşüncelere girmezsin; bu yüzden de sınırlanmazsın,  bir hâlden bir hâle dönmezsin. 
(Bu da aynı hutbeden): Yarattığını takdir etti;  takdirini tahkim etti; hikmetiyle tedbîr etti; tedbîrini  lütfüyle tedvîr etti; yönelmesi mukadder yere yöneltti  onu; o da durağını aşmadı; varacağı yere dek de vardı;  taksirde bulunup şaşmadı. Buyruğu neredeyse vardı,  gitti; direnmedi. Gerçekten de bütün işler, onun  dileğiyle oldu; irâdesi yerini buldu. Eşyanın bütün  sınıflarını, onlara dâir bir düşünceye dalmaksızın  halketti; bir tasarlamaya girişmeksizin yarattı;  yaratışta, çağların meydana getirdiği olaylardan doğan,  bir tecrübeden faydalanmadı; şaşılacak şeyleri yoktan  ver ederken bir ortağın yardımına dayanmadı.  Yarattıklarının yaratılışlarını iradedesiyle tamamladı;  onlar da itâatte bulundular ona; dâvetine uydular  O'nun; bu hususta ne bir geri kalan oldu, ne bir ağır  davranan. Herşeyi düzene soktu; sınırını belirtti;  kudretiyle aykırı olanları uzlaştırdı; birbirleriyle  bağdaşma sebeplerini ulaştırdı; miktarları, hadleri,  tabiatları, durumları bakımından çeşit-çeşit,  birbirlerinden ayrı cinslere ayırdı. Yaratıklar meydana  getirdi; sanatlarını pekiştirdi; dilediği gibi yoktan var  etti onları, icad etti. 
(Bu hutbede gökyüzü ve yıldızları anlatırken buyur muşlardır ki)
Gökleri, bir yere tutturmaksızın yarattı, yollarını tanzim, gediklerini termim etti; buyruğuyla gökten  inenlere, yarattıklarına amelleriyle göğe ağanlara,
onları râm etti. Bir duman yığınıyken çağırdı onları, bir  araya geldiler; sesleri duyulmayan kapılarını açtı;  yollarına parıl-parıl parlayan şihaplardan gözcüler dikti;  boşlukta titrememeleri için onları kudretiyle kavradı;  buyruğuyla durmalarını sağladı. Güneşini, gündüzü için  her şeyi gösteren, ayını, gecesi için parlaklığı giderilen  bir delil kıldı; ikisini de akıp gidecekleri yerlerde  yürüttü; yürüyecekleri yerlerde konaklarını takdir etti  de onlarla geceyle gündüzün ayrılmasına, onların  yürüyüp gitmesiyle yılların sayısını, sayıların  sayılmasını bildirmeyi diledi; dileği de yerine geldi.  Sonra bulundukları boşlukta hareket ettikleri medârı tayin etti; göğü yıldızlarla bezedi; öylesine yıldızlar var  ki uzaklıkları yüzünden gözlere görülmezler; öyleleri var  ki ışıklarıyla göğü bezerler; bazılarını durdukları yerde  döndürdü; bazılarını sürdü, yürüttü; kimisini iner,  kimisini çıkar bir hale getirdi; kimisini kutlu kıldı,  kimisini kutsuz kıldı; hepsi de emir ve irâdesine uydu.35
 
35 - Bu kısımda gök denen şeyin, boşluk olduğunu,  boşluktaki cirmi saran hava tabakası bulunduğunu, yıldızların  da, Güneş ve Ay'ın da döndüğünü, yürüdüğünü, medarları olduğunu, henüz göze görünmeyecek kadar uzak yıldızların  mevcudiyetini bildirmektedirler. Nitekim 36. sûrenin (Yâ-Sîn)  38-40. âyetlerinde, "Ve Güneş de karar edeceği yere akıp gider;  bu, üstün hüküm ve hikmet sahibi Mâbûd'un takdiridir. Ve Ay  için de muayyen zamanlarda konaklar tayin ettik; her devrin  sonunda, eski, kuru ve eğri hurma salkımının çöpüne döner.  Ne Güneş, Ay'a yetişebilir ve ne gece, gündüzü geçebilir; hepsi  de bir gökte yüzüp durur" buyrulmaktadır. Aynı bölümde, 38.  sûrenin (Sâffât) 6. âyetine de işaret edilmektedir. 
Yıldızların kutlu, kutsuz oluşuna gelince:
 
Hazret-i Emir'ül-Mü'minîn (a.s), Haricilerle, Nehrevan  savaşına giderlerken Eş'as b. Kays-ı Kindî'nin kardeşi Afif b.  Kays, Yâ Emir el-Mü'minîn, şimdi gidersen korkarım, üst  olamazsın; yıldız bilgisi bunu gösteriyor demişti. Bu adam,  yıldız bilgisi bilgini geçinirdi. Hazret-i Emir (a.s) buyurdular ki: 
Sen sanır mısın ki bir saat var, o saatte gidene kötülük  erişmez ve bir saat da var ki o saatte gidene, korkarsın, zarar  erer? 
Kim bu sözünü tasdik ederse Kur'ân'ı tekzib eder; zanneder  ki dilediği, sevdiği şeye ermek, erişmek için Allah'ın yardımına  muhtaç olmaz, kötülüğü gidermek için O'nun yardımına ihtiyaç  duymaz. Senin bu sözüne uyanın, Rabbine değil, sana hamd  etmesi gerekir. Çünkü sen, zannınca onu, fayda elde edecek  yola götürmedesin, zarardan da emin etmedesin. 
(Sonra halka dönüp buyurdular ki:) 
Ey insanlar, sakının yıldız bilgisi öğrenmekten; ancak  karada, denizde, yıldızlarla yol bulacak kadar bir bilgi  belleyebilirsiniz. Çünkü yıldız bilgisi, insanı gaybden haber  vermeye götürür; müneccim, gaybden haber verene benzer;  gaybden haber veren büyücü gibidir; büyücü ise kâfir gibi.  Kâfirse cehennemdedir. Yürüyün Allah'ın adıyla (Muhammed  Abduh Şerhi, 1, s. 128-129). 
Gaybden haber vermek davasında bulunmaya "Kehânet",  bu davayı güdene "Kâhin" denir. Hazretin sözlerinde de böyle  geçmektedir; remil, cefr vesaire gibi bilgileri bildiklerini iddia  edenler de bu hükme girer. 
Hz. Peygamber (s.a.a), büyü, üfürükçülük, kuşların  uçuşundan hüküm çıkarmak, kâhînlik, yıldız bilgisi, muska  takmak gibi batıl inançları tamamıyla men etmiştir. Câmi'us Sagıyr, 1, s.31, 67, 123, 2. 116, 140, 148, 142, 187; Künûz'ül Hakaaık, 2, s.87, 120). Hattâ Hz. Ali'ye (a.s), "Yâ Ali, yıldız  bilgisi bildiğini iddia eden kişi ile düşüp kalkma" buyurmuştur  (Künuz'ül-Hakaaık, 2, s.206).
(Sonra Melekleri anlatmışlardır; bu beyanlarından dır bu sözler):
Onlar ancak, Allah'ın kadirlerini yücelttiği kulladır;  O'ndan izinsiz bir söz etmezler; emrine uyarlar da iş görür-ler, kendiliklerinden bir işe girişmezler. 
Onları vahyine emin etmiştir, emrine, nehyine dâir  emanetleri onlara yüklemiştir de peygamberlere  göndermiş-tir. On'ları şüphelerden korumuştur,  arıtmıştır; onların içinde onun razılık yolundan sapan  bulunmaz; rızasına aykırı iş gören olmaz.36
94 
Uludur, kutludur O Allah ki yüce himmetler bile onu  idrâk edemez; en doğru ve temiz anlayışlar bile onun  künhüne eremez. Bir evveldir ki evveline bir ön olamaz;  bir ahirdir ki sonuna bir son bulunamaz. 
(Bu hutbelerinde Hz. Ali (a.s) peygamberleri (s.a.a)  şöyle anlatmaktadırlar):
 
Bütün bunlara nazaran kutlu, kutsuz yıldız, arza tesîrî  bakımındandır; yoksa yıldızlar da Allah'ın mahluklarıdır;  kutluları, kutsuzları yoktur. 
36 - Mes'ade b. Sadka, İmâm Muhammed'ül-Bâkır ve  Ca'fer'üs-Sâdık'a ulaşmıştır. Emir'ül-Mü'minin'in hutbelerini  hâvi bir kitabı vardır (Tenkıyh, c.3, s.212).
Onları en üstün kişilere emanet olarak vermiştir;  en hayırlı rahimlerde karar ettirmiştir. Onları en yüce  bellerden en temiz rahimlere aktarmıştır; onlardan  geçenler geçtikçe Allah dinini kurmak ve korumak için  yerlerine gelecekleri getirmiştir. Böylece de noksan  sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın lütfü, Allah'ın  rahmeti ona ve soyuna olsun, peygamberlik,  Muhammed'e erişmiştir. Onu yetişmek bakımından en  üstün yerden yetiştirmiş, dikip boy atmak bakımından  en yüce yerden izhâr etmiştir. Bir ağaçtan yetiştirmiştir  ki peygamberlerini o ağaçtan meydana getirmiştir;  emin kişilerini o kökten seçmiştir. Onun boyu, boyların  hayırlısıdır; onun soyu, soyların hayırlısıdır. Ağacı,  ağaçların en iyisidir; haremde bitmiştir; kerem  alanında boy atmıştır. O ağacın upuzun dalları,  budakları vardır; meyvesine herkesin elinin  uzanmasına imkân yoktur. O, Allah'tan çekinenin,  imâmıdır; doğru yolu bulanın can gözüdür. Bir ışıktır ki  parıl parıl parlar; bir yıldızdır ki ışığı balkır durur; bir ışık  verir ki parıltısı nurlar saçar. Yolu dosdoğrudur; orta bir  yoldur; yordamı gerçektir; sözü hakla batılı ayırır,  hükmü adaletin ta kendisidir. Onu, peygamberlerin  gönderilmesinin arası kesildiği, halkın iyi işlerden  ayakları kaydığı, ümmetlerin bilgisizliğe düştüğü bir  çağda göndermiştir.37
 
37 - Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a) "Gerçekten de Allah  mahlûkatını yarattı ve beni onların en hayırlı bölüğünden kıldı.  Sonra kabilelerden hayırlısını seçti; beni en hayırlı kabileye  mensup etti; sonra evleri seçti; beni en hayırlı eve verdi; ben  hem en hayırlınızım, hem en hayırlı evdenim" ve "Allah İsmâil
Allah size acısın, apaçık delillere uyun; yol  aydınlıktır, doğrudur, sizi esenlik yurduna çağırmada.  Fırsat ve mühlet elinizdeyken uyun o doğru yola. Amel  defterleri açık, kalemler yazıp duruyor. Vücutlar sağ
esen, diller tutulmamış. Tövbe kabûl edilmede, ameller  makbûl olmada. 
* * * 

evlâdından Kinâne'yi, Kinâne'den Kureyş'i, Kureyş'ten  Hâşimoğulları'nı seçti; beni de Hâşimoğulları arasından seçti"  buyurmuşlar (Câmi'us-Sagıyr, 1, s.56, 58) ve atalarını saydıktan sonra kendisine ve atalarına câhiliyyet kirleri  bulaşmadığını, Âdem'den îtibâren atalarının, nikâhla doğdu ğunu, soy ve baba bakımından en hayırlı bulunduklarını bildirmişlerdir (aynl, s. 89).
179 
(Dı'lib-i Yemâni, yâ Emir'el-Mü'minin, rabbini  gördün mü diye sorunca, görmediğime kulluk mu  ederim buyurdular. Nasıl gördün onu sorusuna karşılık  da buyurdular ki):
Onu gözler, apaçık görüşle göremez; fakat gönüller,  İman gerçekleriyle görür. O, her şeye yakındır, fakat  onlarla birleşerek değil. Her şeyden ayrıdır, fakat  onlara zıt olarak değil. Söyleyicidir, fakat düşünerek,  dille, damakla değil. İrâde edicidir, kasıtla, azimle  değil. Eşyâyı yapandır, yaratandır, âletle değil. Latîftir,  gizlilikle vasfedilemez. Büyüktür, irilikle değil.  Görücüdür; duyguyla tavsife imkân yok. Acıyıcıdır,  gönül yumuşaklığıyla tarifine imkân yok. Yüzler, onun  ululuğuna karşı eğilmiştir, alçalmıştır; gönüller, onun  korkusuyla dolmuştur, titrer-durur.38
 
38 - Dı'bil, Hazret-i Emrî'nin (a.s) ashabından bir zattır.  "Gözler apaçık göremez" sözünde, 6. sûrenin (En'âm), "Gözler  onu göremez, O, gözleri görür, O'dur lütfu bol ve herşeyden  haberdar" meâlindeki 103. âyet-i kerîmesiyle 7. sûredeki  (A'raf), Hz. Mûsâ'ya (a.s), "Beni kesin olarak göremezsin sen"
meâlini taşıyan 143. âyet-i kerîmesindeki beyana işaret vardır.  Bu âyette, Rabbin dağa tecellîsini İbn-i Abbâs, nûrunun  tecellisi, Hasen, vahyinin tecellisi olarak tefsîr etmişlerdir. 75.
Hazreti Muhammed 
sallâlhahu aleyhi ve âlihi ve sellem 
Hakkında
95 
Allah onu öyle bir çağda yolladı ki, insanlar sapmış lardı, şaşırmışlardı. Fitne yoluna ayak atmadaydılar;  olmayacak şeyler, onları doğru yoldan alıkoymuştu.  Büyükler (büyük sandıkları kişiler), onları gerçek 

sûrenin, "O gün yüzler parlar; güzelleşir ve Rablerine bakarlar";  meâlindeki 22. ve 23. âyetlerinin tefsîrinde, 23. âyetteki  "Nâzıra" sözünü, "Rablerinin, lütfunu, nimetini beklerler lütuf  ve ihsanlarına bakarlar" denmiştir; bu tefsir, yukarıdaki iki  âyet-i kerîmenin meâline uyar. Görülen şeyin bir mekânda olup  görenle arasında, görülebilecek bir mesâfenin bulunması,  görüşün bir zaman dahiline girmesi, görülen şeyin cisim, hayyiz  sahibi olması, bu takdirde mürekkep olup tahallülüne de  imkân tasavvur edilebilmesi düşünülerek Allah-u Teâlâ'nın bu  gibi evsaftan münezzeh olduğunu kaail bulunanlar, rü'yeti  münteni' kabul etmişlerdir ki Eimme-i Hüdâ  (Aleyhimüsselâm)dan gelen haberlerin hepsi, bunda  müttefiktir. Allah'ın maiyeti, kurbeti, mekân ve zaman  kayıtlarından müberrâ olup ilmiyledir; kelâmı, vahiy  sûretiyledir; ilmiyle duyulan, görülen şeyleri semî ve basirdir;  nitekim dirliği de zâtidir; bu bakımdan, hayydır, ezelî ve ebedî,  yani kadîm ve bâkidir. Kudretiyle irâde eder, irâdesiyle  mükevvindir. Hülâsa sıfatları da zâtı gibi idrâk edilemez; O'nu  tavsif, teşbîhi icab eder ki bu da batıldır.
yoldan saptırmış-lardı; bilgisizler, bilgisizlikle onları aşağılatmışlardı. İşlerinde şaşkına dönmüşlerdi; cehil  yüzünden belâya düşmüşlerdi. 
Onlara öğüt vermede direndi; doğru yola yürüdü;  onları hikmete, güzel öğüte çağırdı. 
* * * 
96 
Hamd Allah'a ki evveldir, ondan evvel bir var yok;  âhırdır, ondan sonra kalan yok. Zâhirdir, fevkinde bir  varlık bulunamaz; bâtındır, ondan başka bâtına erişen  olamaz. 
Hz. Muhammed'in, (s.a.a) Karar ettiği yer, karar  edilecek yerlerin en hayırlısıdır; yetiştiği yer, yetişilen  yerin en yücesidir. Kerâmet mâdenlerinde yetişmiş,  selâmet yaygısının yayıldığı yerlerde gelişmiştir. İyi  kişilerin gönülleri ona yönelmiştir; inananların gözleri,  ona meylet-miştir. Allah, eski kinleri onunla  gömmüştür; gönüllerdeki düşmanlıkları, onunla  söndürmüştür. Onunla, inananları uzlaştırmıştır, kardeş etmiştir. O'nunla şirki îmandan ayırmıştır. O'nunla,  alçalışı yüceltmiştir; onunla yüceliği alçaltmıştır. Sözü  anlatıştır. O'nun; susması, söz söyleyişidir.39 
 
39 - "Hep birden Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın,  bölük, bölük olmayın ve anın Allah'ın size verdiği nimeti, anın o
160 
 
 
Bir hutbesinden Hazret-i Rasûl-i Ekrem sallallahu  aleyhi ve âlihi ve sellem’i anlatan sözleri 
Sen de tertemiz olan Peygamberinin huylarıyla  huylan; çünkü O'nda uyulacak huylar, yaslanacak  kişiye yaslanacak şeyler vardır. Kulların Allah'a en  sevgilisi, Peygamberine benzemeye çalışan, O'nun izini  izleyen kişidir. 
O, dünyada ağız dolusu bir lokma yemedi, dünyaya  gözünün ucuyla bile bakmadı. Dünya ehlinin en  zayıfıydı bedence; karnı en açıydı yemek bakımından.  Dünya ona arzedildi, O kabûl etmedi bile. Noksan  sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın buğzettiği şeyi bildi,  ona buğzetti; horladığı şeyi bildi, horladı; küçük  gördüğü şeyi küçük gördü, küçülttü. Bizde hiç bir ayıp  olmasa da yalnız Allah'ın Rasûlünün buğzettiğini  sevsek, Allah'ın ve Râsûlünün küçülttüğünü büyültsek, 

zamanı ki düşmandınız birbirinize, kalp-lerinizi uzlaştırdı;  nimetiyle kardeş oldunuz. İçinde ateş dolu bir çukurun tam  kıyısındaydınız, sizi kurtardı ondan. Allah doğru yolu bulursunuz  diye delillerini böyle açıklar size" (3. Âl-i İmran, 103). 
Alçalışı, yâni gönül alçaklığını, mânevî yücelik etmiş,  yüceliği, yâni soy-boy şerefini alçaltmıştır.
Allah'a karşı durmak, Allah'ın emrinden çıkmak için bu  yeter bize. 
Yeryüzünde yemek yerdi; kul gibi otururdu; ayakka bısını kendi tâmir ederdi; elbisesini kendi yamardı;  eğersiz merkebe binerdi; biri daha varsa ardına  bindirirdi. Evinin kapısına, üstünde resimler bulunan bir  perde asılmıştı; zevcelerinden birine, şunu kaldır  buyurmuştu; baktıkça dünya ziynetlerini hatırlıyorum.  Dünyayı gönlünden çıkarmıştı; onu anmayı hatırından  geçirmezdi; ziynetini gönlünden yitirmişti; dünyayı o  kadar gözden çıkarmıştı ki ne gönül bağlayacağı güzel  bir elbisesi vardı, ne üstünde oturacağı beğenilecek bir  yaygısı. 
Dünyayı gönlünden sürüp atmış, gözünden yitirip  gitmişti. Bir şeyi sevmeyen kişi böyledir; ne onu  görmek ister, ne adının anılmasını diler. Allah'ın salâtı ona ve soyuna olsun, Allah katında bu kadar yüce  mertebesi varken, dünya ve dünyadakiler, onun yüzü  suyu hürmetine yaratılmışken; Rasûlullah, dostlarıyla  beraber dünyada aç yaşardı; bu da dünyanın  kötülüklerine, ayıplarına delâlet eder sence. 
Bakıp görenin, aklıyla düşünmesi, can gözüyle  görmesi gerek: Allah Muhammed'e (s.a.a) bu  çekinmeyi vermekle onun kadrini mi yüceltti, yoksa  onu alçalttı mı? Alçalttı diyen, andolsun ulular ulusu  Allah'a; iftira eder, yalan söyler. Kadrini yüceltti denirse  bilinmesi gerektir ki dünyayı O'nun için yayıp döşediği  halde O'na ve O'na en yakın olanlara, dünyayı hor hakir  göstermiştir. Şu halde Peygamberin yolunu tutan  kişinin de O'nun izini izlemesi, O'nun konduğu yere  konması gerekir, yoksa helâk olmaktan kurtulamaz.
Gerçekten de Allah, Muhammed'i, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, kıyâmete bir delil, cennete  müjdeci, azaptan korkutucu olarak gönderdi; O'ysa  dünyadan karnı boş olarak çıkıp gitti; âhirete  ayıplardan, suçlardan esen olarak vardı; bir taşı bir taş üstüne koymadan yolunu tuttu, Rabbinin dâvetine  icâbet etti. Allah bize ne büyük bir lütufta bulunmuştur  ki Onu bize muktedâ olarak gönder-miştir; O'nun izini  izlemekteyiz; yolunda gitmekteyiz. 
Andolsun Allah'a ki şu yünden dokunmuş abamı kendim yamadım; yamattığım kişiden utandım artık;  çünkü bana bu kadar yamadan sonra hâlâ mı giyeceksin, atmayacak mısın artık bunu dedi. Ben de,  uzaklaş benden dedim ona; sabah olup gün ışıyınca  halk, gece yol alanları över.40 
 
40 - Sabah olup... tez giden hakkında söylenen ata-sözüdür.
161 
HAZRET-İ PEYGAMBER SALLALLAHU ALEYHİ VE ÂLİHİ VE  SELLEM’İ, ÖVEN HUTBELERİNDEN 
Onu apaydın ışıkla, görünüp duran, şüpheleri  gideren, delille apaçık yolda, insanları sapıklıktan  kurtaran, doğru yola sevkeden kitapla gönderdi.  Mensûp olduğu boy, en hayırlı boy; ağacı en hayırlı
ağaç, dalları, budakları güzel ve doğru; dileyenler  meyvelerinden kolayca yiyebilirler. Doğduğu yer  Mekke, göçtüğü yer, tertemiz şehir, Medîne. Anlayışı orada yüceldi; ünü ordan duyuldu. 
O'nu, yeter bir delille, şifa veren öğütle, halkı düzene sokacak bir dâvetle gönderdi; bilmeyen ilâhî  hükümleri O'nunla belirtti, bildirdi; noksan ve  ayıplanacak bid'atları, âdaletleri, onunla söktü, attı;  uyulması gereken şeyleri O'nunla tebliğ etti. 
İslâm'dan başka bir din arayanın kötülüğü  meydandadır; onun kutluluk bağları kopar; başaşağı düşer gider, uzun bir hüzne daldıktan, çetin bir azâba  uğradıktan sonra belki döner gelir.41 
 
41 - Allah katında din, ancak İslâm dinidir. Kendilerine kitap  verilenler, bunu adamakıllı bildikten sonra aralarındaki azgınlık  ve haddini aşma yüzünden ihtilâfa düştüler ve kim Allah'ın
163 
Hamd kulları yaratana, yeryüzünü döşeyene, suları yeryüzünde akıtana, yerleri sellere düzleyene. Evveline  bir başlangıç, ezelî oluşuna bir son yok. Evveldir, zevâli  olmaz; bâkidir, sonu olmaz. Alınlar ona secde eder;  dudaklar birliğini söyler. Yarattığı şeyleri sınırladı,  benzerlerinden ayırdı. Vehimler, düşünceler, sınırlarla,  hünerlerle O'nu takdir edemez; akıllar, uzuvlara  âletlere benzeterek O'nu bilemez; O'na bir zaman vardı denemez; zaman isnâd edilemez; hakkında ne vakte  dek diye de soru sorulamaz. Görünendir, eserleriyle;  neden ve nereden diye bir suâle imkân yok.  Görünmeyendir zâtiyle, nerede gizlidir diye de sorulsa  buna da bir beyân yok. Ne cismi vardır, görünür; ne bir  hicâp altına girer; bilinir. Ne zâtiyle eşyâya yakındır ki  bir şey densin; ne kudretiyle eşyadan ayrıdır ki  ayrılmıştır densin. Kullarının bakışları, geceleyin adım  atışları, karanlıkta dinlenişleri, karanlıklara dalışları,  gizli değildir O'ndan. Aydınlatıcı Ay, O'nun bilgisiyle,  irâdesiyle doğar, âlemi aydınlatır. Ardından aydın 
âyetlerine inanmazsa bilsin ki Allah pek tez hesap görendir (3,  Âl-i İmran, 19). Her doğan çocuk, yaratılış dininde (İslâm  dininde) doğar; dili konuşmaya yatıncaya dek de böyledir;  sonra anası, babası, onu Yahûdi yapar, Hıristiyan eder, Mecûsî  kılar (Hadis, Câmi'us-Sagıyr, 2, s.79).
güneş doğar, âlemi ışıtır, batar. Zamanlar döner;  günler, geceler geçip gider. Gece yüz gösterir, gelir;  gündüz olur, biter; O hepsini bilir, hepsini görür. Bilgisi,  her şeyin, her işin sonunu ve müddetini, zamanını ve  sayısını kaplar, kavrar. O, sıfat takdir edenlerin, mekân  tayin eyleyenlerin takdirinden münezzehtir; tayininden  yücedir. Sınır, O'nun yarattıklarına aittir. O'ndan  başkalarına mensuptur. Eşyâyı, ezelî olan, ebedî  maddelerden yaratmamıştır; yaratılanı O yaratmıştır, O  sınırlamıştır; şekil ve sûret sahibi olanların şekillerini,  sûretlerini o tasvîr etmiştir; ne de güzel şekil vermiştir,  ne de güzel sûretle bürümüştür. Hiç bir şey O'ndan  çekinemez; hiç bir şeyin baş eğmesi O'na fayda  vermez. Ölüp gidenleri bilmesi, diri kalanları bilmesi  gibidir; yüce göklerde olanları bilmesi, aşağılık yerlerde  olanları bilmesi gibidir. 
(Aynı Hutbeden): 
Ey doğru, düzen yaratılmış mahluk, ey rahimlerin  karanlıklarında yetiştirilen çocuk, toprağın özünden  yaratılmaya başladın, kuvvetli bir karar yerine kondun,  bilinen bir zaman, orada durdun; takdir edilmiş bir  müddet içinde de dünyada kaldın. Ana karnında bir  yavrucaktın, oynar dururdun; ama ne çağırana  seslenebilirdin, ne söyleneni duyardın. Sonra o karar  ettiğin yerden, hiç görmediğin âleme çıkarıldın; oranın  faydalanılacak şeylerinden de haberin yoktu senin.  Ananın memesinden gıdalanmayı kim öğretti sana?  Arama, isteme yerlerinden ihtiyacını gidermeyi kim  belletti sana?.42
 
42 - "And olsun ki biz, insanı balçık mayasından yarattık,
Bir sûrete, bir şekle, bir heyete bürünmüş, âzâya  sâhip olmuş bir yaratığın sıfatlarını bile bilmekten âciz  olanın, yaratıcısının sıfatlarını bilmesi ne kadar da  uzak; elbette yaratılan, bu hususta daha da âciz  olacak. Yaratılmışların hadlerini anlamak imkânı
yokken yaratan hakkında söz söylemek; ne de boş; bu,  öyle bir şey ki mümkün değil, olmayacak. 
176 
KUR'AN-I MECİD'İ VASFEDEN BİR HUTBELERİ 
Allah'ın beyanıyla faydalanın; Allah'ın öğüdüyle  öğüt-lenin; O'nun öğüdünü kabûl edin, tutun. Çünkü  Allah, sizin özürler getirmenize karşı açık deliller  serdetti; sevdiği işleri size bildirdi; hoşlanmadığı şeyleri  anlattı; bütün bunları da buyruklarına uymanız,  nehyettiği şeylerden kaçınmanız için izhâr etti. 
Gerçekten de Allah'ın Rasûlü, Allah'ın salâtı O'na  ve soyuna olsun, şüphe yok ki cennet hoşa gitmeyen  şeylerle kaplanmıştır, cehennem de isteklerle 

sonra onu sağlam bir karar yurdunda bir katre su kıldık. Sonra  o bir katre suyu kan pıhtısı haline getirdik, derken kan pıhtısını  bir parça et hâline soktuk, der-ken ette kemikler yarattık,  derken kemiklere et giydirdik, sonra da onu başka bir yaratışla  meydana getirdik..." (Kur'an-ı Mecid 23, Mü'minûn, 12-14).
kaplanmıştır buyur-muştur.43 Bilin ki hiç bir tâat yoktur,  ancak tabiatın hoşlan-madığı şeye dayanır ve hiç bir  isyân ve suç yoktur, ancak nefsin isteğine, dileğine  bağlanır. Allah rahmet etsin şehvetinden kaçınan,  nefsinin dileğini söküp atan kişiye; çünkü şu nefis,  insanı olmayacak şeylere sürükler, götürür; insan, onun  dileklerini söküp atmadıkça boyuna onun dileğine  uyar, suça, isyâna düşer gider. Bilin ki Allah kulları,  inanan, nefsinden zanlara düşerek, onun düzeninden  emin olmadan sabahlar, akşamlar; boyuna nefsini  ayıplar, onu kınar durur. 
Sizden öncekiler gibi olun; sizden önce gidenlere  uyun; onlar, dünyada, göçecek kişiler gibi çadır  kurdular, konaklardan göçen kişiler gibi konakları bırakıp göçtüler. 
Bilin ki şu Kur'ân, öğüdünde aldatmayan, yol  gösterme-de insanı azdırmayan, söyleyişte yalan  söylemeyen bir öğütçüdür. Kur'ân'la oturup kalkan,  doğrulukta, fazla bir şeye ulaşmayan, körlükte  noksana erişmeden oturup kalkar. Bilin ki hiç kimseye  Kur'ân'dan sonra bir ihtiyaç, bir yoksulluk gelip çatmaz;  hiç kimseye ona uyduktan sonra bir zenginlik ulaşmaz.  Dertlerinize O'ndan şifâ dileyin; güçlüklerinize O'ndan  yardım isteyin; çünkü O en büyük derde bile devâdır ki  o da küfürdür, nifâktır, azgınlıktır, sapıklıktır. Allah'tan  Kur'ân'la dileğinizi dileyin; O'nunla Allah'a yönelin; O'nu 
 
43 - Câmi'us-Sagıyr, 1, s.124, yâni Cennet, insanı dünyadaki  zevkten, şehvetten alıkoyan, disiplin altına alan, dileklerini  kısan kişiye verilir; Cehennemse dünyada zevkine, şehvetine  uyanların yeridir.
vesile ederek halktan bir şey istemeyin; çünkü kullar,  Allah'a, O'na benzer, O'nun değerine denk değerli  başka bir şeyle yönelemezler. 
Bilin ki O şefaatçidir, şefaati kabûl edilir; öylesine  bir söz söyleyendir ki sözü tasdik olunur; Kur'ân  kıyâmet gününde kime şefâat ederse şefâati kabûl  olur ve Kur'ân, kıyâmet gününde kimin aleyhinde söz  söylerse sözü makbûl sayılır.44
Çünkü kıyâmet günü bir nidâ eden nidâ eder de der  ki: Bilin, Kur'ân'dan başka bir şey eken, ektiğini  biçerken belâlara uğrar. Artık siz de O'nu ekin, O'na  uyun; Rabbinize O'nu delil eden; nefislerinize O'nu  öğütçü yapın; kendi reyleriniz O'na uymazsa reylerinizi  töhmetleyin; dilekleriniz O'na aykırıysa dileklerinize  hıyânette bulunun. 
İyi işe koyulun, iyi işe; sonra da sona dek çalışın,  sona dek. Doğru olun, doğru; sonra da dayanın da  dayanın; sakının da sakının. Bilin ki size bir son vardır,  sonunuza yönelin. Bilin ki size alâmetler dikilmiştir,  onlara uyun da yol alın; bilin ki İslâm için bir son durak  vardır; o durağa yürüyün. 
Allah'a, size hakkından vâcip ettiği şeyleri edâ  ederek, bildirdiği vazifeleri yaparak ulaşın. Ben tanıkım  size, kıyâmet gününde de hüccet getiren, delil azhâr  edenim size. Bilin ki kader, olup biter, kazâ gelir çatar.  Ben Allah'ın vaadiyle, deliliyle konuşuyorum sizinle. 
 
44 - Kur'ân, ilâçtır, dermandır (Ayni, 2, s.74), Kur'ân şefâat  edicidir, şefâati kabûl edilendir, ona uyanı gerçekleyicidir; O'nu  izleyeni cennete götürür; O'nu ardına atanı cehenneme  sevkeder (Aynı, 2, s.74).
Yüce Allah buyurmuştur ki: "Rabbimiz Allah'tır diyen,  sonra da doğru yürüyen kişilere melekler inerler de  korkmayın, mahzûn olmayın, muştuluk size, size  vaadedilen cennetle derler."45 Siz de Rabbimiz Allah'tır  dediniz ya, o halde kitabına uyun da doğru olun;  emrine uyup kulluğunda doğru yola gidin de doğrulukta  bulunun. Sonra da o doğru yoldan ayrılmayın; o yolda  bidatler meydana getirmeyin; o yola aykırı harekette  bulunmayın. Çünkü ayrılanlar, gerçekten ayrılırlar;  kıyâmet gününde, Allah katında, rahmetine  ulaşamazlar. 
Bundan sonra da halkı ayırmaktan sakının, dilinizi  uz tutun; gönlünüz başka düşüncede, diliniz başka  sözde olmasın. Herkesin dilini zaptetmesi gerektir.  Çünkü bu dil, serkeştir; sâhibini eğri yola götürür,  saptırır. Andolsun Allah'a ki ben, çekinen kulun, dilini  zaptetmedikçe çekinmesinden faydalandığını
görmedim. Çünkü inananın dili, gönlünün ardındadır;  münafığın gönlüyse dilinin ardında. İnanan, bir söz  söylemek istedi mi, önce gönlünden geçirir o sözü, bir  düşünür, hayırsa söyler, şerse vazgeçer. Münâfıksa  diline gelini söyler; hangi söz kendisine fayda verir,  hangi söz zarar, düşünmez bile. Allah'ın salâtı O'na ve  soyuna olsun, Rasûlullah, "Bir kulun îmânı, gönlü doğru  olmadıkça doğru olmaz; gönlü de, dili doğru olmadıkça  doğrulmaz" buyurmuştur.46
 
45 - Kur'ân-ı Mecîd, 41, Fussilet, 30. 
46 - "Câmi'us-Sagıyr" deki "Diline sâhip olmayan kul, imânın  hakıykatine ulaşamaz" meâlindeki hadise uyar (2, s.74).
Kim yüce Allah'a, avucu Müslümanların  kanlarından, mallarından tertemiz olarak ulaşmak  isterse, dilini onların ayıplarından korusun, bunu  yapsın. 
Bilin ey Allah kulları, gerçekten de inanan bu yıl  helâl bildiğini geçen yıl da helâl bilir; geçen yıl hâram  saydığını bu yıl da hâram sayar. Harâm olan şeylerden,  insanların helâl saydıkları, size helâl olmaz; helâl,  Allah'ın helâl ettiği şeydir, harâm da Allah'ın harâm  ettiği şey. 
İşlerde tecrübeniz var, onlarda tedbirde  bulundunuz; öğütler verildi sizden öncekilerin halleriyle,  örnekler gösterildi size; apaçık işe çağrıldınız; bunu  ancak sağır duymadı, kör görmedi. 
Allah'ın belâlarla sınadığı, tecrübelerle denediği  kişiye hiç bir öğüt fayda veremez, tanımadığı, inkâr  ettiği kusûr, önüne çıkagelir; tanıdığı şey, önünde  belirir; o vakit inkâr ettiğini anlar, ikrâr ettiğini tanır,  bilir. 
İnsanlar iki bölüktür: Bir bölüğü şeriata uyar; öbür  bölüğü bidate sapar. Bu ikinci bölüğün, noksan  sıfatlardan münezzeh Allah'tan ne bir delili vardır, ne  bir ışığı. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, hiç  bir kimseye Kur'an'a benzer başka bir şeyle öğüt  vermez; çünkü Kur'ân, Allah'ın sağlam ipidir, emin  sebebidir; gönüllerin bahârı ondadır; bilgilerin  kaynakları onda; gönüle ondan başka bir şeyle cilâ  olamaz; ondan başka bir şey gönlü parlatamaz. Böyle  olmakla beraber gene de ondan öğüt alanlar, ona uyup





Signing of RasitTunca

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Cevapla


Hızlı Menü:


Konuyu Okuyanlar: 2 Ziyaretçi