MUHAMMED
BAYRAK

Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız. |
Forum İstatistikleri |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
DOWNLOADEN
AYET
FELSEFEMiZ
Raşit Tunca Sözü
GÜZEL SÖZ
Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü anhüm” Menâkıbı:
Birinci Menâkıb: Imâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ”
(Mesâbîh-i serîf) kitâbında, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri Uhud dagına çıkdılar. Ebû Bekr,
Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” da Uhud dagına
çıkdılar. Dag sallandı, ya’nî zelzele oldu. Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mubârek ayagı serîfleri
ile daga vurdu ve buyurdu ki, (Sâbit ol yâ Uhud! Senin üzerinde
bir Peygamber, bir Sıddîk, iki sehîd vardır.)
Ikinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf)de Ebû Mûsâ el
Es’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl olunmusdur.
Ebû Mûsâ el-Es’arî buyurdu ki, ben Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı serîflerinde idim. Medîne-
i münevvere baglarından bir bagda idik. Bir sahs geldi.
Kapıyı açmak taleb etdi. Hazret-i Resûl-i ekrem bana buyurdu:
(Var, kapıyı aç. Cennet ile onu müjdele!) Ben de varıp, kapıyı
açdım. Bakdım ki, hazret-i Ebû Bekrdir. Resûlullahın buyurdugu
sey ile müjde verdim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine
hamd etdi. Ondan sonra bir sahs dahâ geldi. Kapıyı açmak taleb
etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu:
(Var kapıyı aç ve Cennet ile ona müjde ver.) Ben de varıp, kapıyı
açdım. Bakdım ki, hazret-i Ömerdir. Ona, Resûlullah hazretlerinin
buyurdukları seyi haber verdim. Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerine hamd etdi. Ondan sonra bir sahs dahâ kapının
açılmasını taleb etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu: (Var kapıyı aç ve Ona Cennet ile
müjde ver ve o belâlar onun üzerine erisir.) Ben de varıp, kapıyı
açdım. Bakdım ki, hazret-i Osmândır. Ona, Resûlullah hazretlerinin
buyurduklarını haber verdim. Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd edip,
– 253 –
sonra dedi ki, (Allahül müste’ân) [Yardım ancak Allahü teâlâdan
istenir.]
Üçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf) kitâbında hasen
olarak bildirilen hadîs-i serîfde, Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmusdur. Ibni
Ömer dedi ki, biz bu üç serveri, Ebû Bekr, Ömer ve Osmânı
“radıyallahü anhüm”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
zemân-ı serîflerinde andıgımızda terdiye ederdik. Ya’nî
“radıyallahü anh” der idik.
Dördüncü Menâkıb: (Lübâb-ül elbâb) kitâbında, Ömer
Dehlekî “rahimehullahü teâlâ” rivâyet eylemisdir. Sihrîn-i
Hôseb din büyüklerindendir. Âhıret yolunun sâliklerindendir
ve âriflerdendir. Tabakât-ı mesâyıhdendir. Basîret ve derece
sâhiblerindendir. Demislerdir ki, Bir gün ögle nemâzını kılıp,
menzile dönerken [ikâmetgâhına giderken] iki merdi [kisiyi]
gördüm. Birbiri ile husûmet [münâkasa] ederler. Birbirine hos
olmıyan sözler söylerler. Ben dedim ki, Sübhânallah! Sizin elbiseniz
mü’min libâsı, ammâ sözleriniz câhillerin sözleridir. O
iki kisinin birisi dedi: Sen isitmez misin ki, bu mübtedi’ [i’tikâdı
bozuk] kötü sözler söyler. Ben dedim, ne söyler. Dedi ki,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden
sonra hilâfet, hazret-i Alînin idi. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân
galebe edip, cebren hilâfete geçdiler, diye söyler. O mübtedi’a
dedim, böyle söyleme. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinden sonra mü’minlerin büyügü Ebû Bekrdir.
Sonra Ömer, ondan sonra Osmândır. Ondan sonra Alîdir
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Diger sünnî merde [sahsa]
dedim ki, bununla münâkasayı bırak. Allahü teâlâ onun cezâsını
verir. O sünnî, Vallahi ben onu tâ benimle onun arasında
hükm etmeyince elden bırakmam, dedi. Ben, Sübhânallah!
Hazret-i Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” âhırete
intikâl buyurmusdur. Ve gökden vahy gelmesi de kesilmisdir.
Sizin aranızda ben nasıl hükm edeyim, dedim. Sünnî olan
genç bakdı gördü ki bir hamâm külhânı, ates vurup, iyice kızmıs.
O râfizîye dedi ki, insâf et ve söyledigin sözden pismân ol
ve rücû’ et. Yoksa, gel ikimiz bu atese girelim. Hak üzere olan
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile halâs olur [kur-
– 254 –
tulur]. O mübtedi’ râfizî dedi ki, insâf veremem, ben hak üzereyim.
Ammâ gel atese girelim. Ben [Sihrîn-i Hôseb] dedim,
etmeyiniz ki, Allahü tebâreke ve teâlâ bundan nehy etmisdir.
O sünnî ve dîni pâk merd dedi ki, çâresiz atese girmeli. Sonra
sünnî ve mübtedi’ her ikisi ates yanına vardılar. Sünnî, basını
yukarı kaldırıp, dedi, yâ Rabbel âlemîn! Sükr ve hamd, fadl ve
minnet Senin içindir. Seni ve melekleri sâhid etdim. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra halkın
en iyisi Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, yâr-i gâr
[magara arkadası] ve mûnis-i Resûlullah idi. Dahâ bir çok fazîletlerini
de saydı. Ondan sonra Ömer-ül Fârûkdur. Ondan
sonra Osmân-ı Zinnûreyndir. Ondan sonra Aliyyül mürtedâdır
“radıyallahü teâlâ anhüm”. Sonra, (Benim dînim ve mezhebim
budur. Eger Hak üzere isem, bu atesi benim üzerimden
halâs eyle ki, Ibrâhîm Halîl “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm”
hazretlerini yakmadıgın gibi, beni de yakma) dedi ve atese girdi.
Sonra râfizî bas kaldırıp, dedi ki, ey Bârî [ey Allahım!] Bütün
hamd ve sükrler senin içindir. Benim mezhebim ve i’tikâdım
budur ki, Resûlullah hazretlerinden sonra halkın en yüksegi
Alî bin Ebî Tâlibdir. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân zulm etdiler.
Hilâfeti ondan aldılar. Ebû Bekr, Ömer ve Osmândan bîzârım.
Eger benim sözüm dogru ise, bu atesi benim üzerime
soguk eyle, dedi ve o da atese girdi. O külhâncı, o fırının kapısını
kapadı. Sihrin-i Hôseb “rahimehullah” der ki, benim karârım
kalmadı. Hâlim mütegayyir oldu [degisdi]. Ondan buna,
bundan ona kosdum ve dolandım ve fikr ederdim ki, onların
hâli ates içinde ne oluyordu. Ikindi vakti oldu. Bakdım, o külhânın
kapagı düsdü. Düsündüm ki, simdi bu atesden selâmet
ile kim çıkar. Aglardım ve gözüm ona bakıp dururdum. Hemen
gördüm o sünnî terlemis olarak atesden dısarı geldi. Hemen
kalkdım. Onu kucakladım. Iki gözünün arasından öpdüm.
Dedim ki, Allahü tebâreke ve teâlâ seni atesde ne yapdı. Dedi
ki, beni bir bostâna iletdiler ve bir dösek üzerinde uyutdular.
Dediler, gelinlerin yatdıgı gibi yat. Ben de bu âna dek yatdım.
Tâ simdi kalkıp, uyardılar ve dediler, kalk nemâz vakti geldi.
Ikindi nemâzını cemâ’at ile kılasın. Ben de dısarı geldim. Sihrîn-
i Hôseb der ki, o sünnînin elini tutup, hemen o mekâna
oturtup, külhâncıları çagırdım. Kürek getirip, o atesi dısarı çı-
– 255 –
karıp, râfizîyi kürek ile çekdiler. Temâm vücûdu yanmıs, kömür
gibi olmus. Ancak alnı üzeri açık kalmıs, yanmamıs. Alnının
üzerinde üç satır yazılmıs. (Birinci satırda, (Bu tugyân ve
isyân eden bir kuldur.) Ikinci satırda, (Ebû Bekr, Ömer ve Osmâna
hurmet etmedi.) Üçüncü satırda, (Bu kul bâgî oldu [ısyân
etdi]. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmâna kâfir oldu dedi ve Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmetinden ümîd kesdi.)
yazılmısdı. Sihrîn-i Hôseb der ki, o gün dörtbin râfizî tevbe
edip, sünnî müslimân oldular. Üç gün boyunca etrâfdan halk
gelip, o mübtedi’ râfizîye bakdılar. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin yapdıgını ve kahrını müsâhede edip, ibret aldılar.
Uzak sehrlere nâmeler [mektûblar] yazıp, gönderdiler ki, zinhâr
ve zinhâr [kat’iyyetle], hiç kimse, Ebû Bekr ve Ömer ve
Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine kötü sözler
söyleyip, seb’ etmeye ki, böyle ahvâl vâki’ oldu. (Ibret alınız,
ey akl sâhibleri.)
Besinci Menâkıb: Istanbulda Mustafâ Pâsa Câmi’inde halka
nasîhat eden, Sünbül efendi seccâdesinde halîfe olan Hasen
efendi “rahimehullah” rivâyet eder. Arabistânda seyâhat
ederken, Hasen-i Basrî “kuddise sirruh” hazretlerinin mezârını
ziyâret etmek niyyeti ile Basraya vardım. Hâcı Ahmed
derler bir mü’min muvahhid kimsenin odasına müsâfir oldum.
Birkaç gün orada müsâfir kaldım. Konusma esnâsında,
hâcı Ahmed hikâye eyledi ki, sehrimizde Yahyâ adlı bir imâm
var idi. Gâyet ilm ve söz sâhibi bir kimse idi. Lâkin râfizîlerden
idi. Def’alarca, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer-ül
Fârûk ve hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anhüm”
haklarında nice uygunsuz sözler isitdik. Ammâ gelen
pâsaların koltuguna girmekle [onlar ile iyi geçinmek ile] kimse
ona bir sey yapmaga cür’et edemezdi. Onların ona zararı
olmazdı. Hattâ bir gün pâsaya benden sikâyet eder. Benim
onun ardında nemâz kılmadıgımı, müslimânları onun arkasında
nemâz kılmakdan, ona uymakdan men’ etdigimi söyler. O
da beni çagırıp, niçin imâma uyarak nemâz kılmazsın, dedi.
Ben de dedim ki, sultânım, ahvâline vâkıf oldugum için uymuyorum.
Pâsa ıtâb tarîkiyle [azarlama yolu ile] dedi ki, elbette
uyup nemâz kılmalısın, yoksa sen bilirsin, hâlini perîsân
– 256 –
ederim. Ben dedim ki; sultânım! Göz göre göre kisi kendini
atese bırakır mı? Bir kimsenin ahvâlini bildikden sonra, o ânda
basımı dahî kessen ona uyup [iktidâ’ edip] nemâz kılmam,
dedim, dısarı çıkdım. Birkaç günden sonra, bir gün çarsıda
otururken, o râfizî imâm Yahyâyı gördüm. Imâm durmayıp,
yüksek sesle çagırıp, yanıma gelin müslimânlar diye seslenir.
Acele ile, acaba ne haber var diye yanına vardık. Gördük ki,
avucu içine dislerini doldurmus. Ne oldu diye süâl etdik. Cevâb
verdi ki, bunlar, agzımda olan dislerimdir. Bu gece
rü’yâmda gördüm. Kıyâmet kopmus. Bana da susuzluk ârız
olmus ki, helâk olmak üzereyim [ölmek üzereyim]. Mahser
yerine giderken bir büyük havuz gördüm. Kenârında yaslı,
nûr yüzlü biri durur. Gelip-geçenlere su ulasdırır. Yanına vardım.
Süâl etdim ki, sen kimsin. Ebû Bekr-i Sıddîkım “radıyallahü
anh”, dedi. Ben dedim ki, dünyâda iken ben seni sevmezdim.
Suyundan da içmem. Sonra havuzun bir tarafını dolasdım.
Uzun boylu, salâbetli [saglam] ve mehâbetli [heybetli]
sultân durur. Gelenlere su ulasdırır. Yanına varıp, dedim
ki, sen kimsin. Dedi ki, Ömer-ül Fârûkum “radıyallahü anh”.
Ne dünyâda iken severdim, ne simdi. Suyundan içmem deyip,
havuzun bir tarafını dolasdım. Gördüm ki bir alîm ve selîm
bir pîr-i mubârek durur. Gelene ve gidene su ulasdırır. Nûr
yüzünden ısık vurur. Yanına varıp, dedim, sen kimsin! Ben
Osmân-ı Zinnûreynim “radıyallahü anh”. Ben dedim. Seni
dünyâda sevmezdim. Suyundan da içmem. Havuzun o kösesini
de dolasdım. Iri yapılı, orta boylu, uzun sakallı ve secâ’at ve
mehâbetli [heybetli] ve cesâretli bir sâhib-i se’âdet su ulasdırır.
Havuz kenârına, yanına vardım. Dedim ki, sen kimsin.
Dedi ki, Aliyyül mürtedâyım “radıyallahü anh”. Ben hemen
mubârek ayaklarına düsüp, yüzümü ve gözümü sürdüm. Dedim
ki, sultânım, meded bana. Bir içim su ihsân et ki, gâyet
susamısım. Buyurdu ki, yukarıda benim kardeslerime rast
gelmedin mi. Ben dedim, evet rast geldim. Lâkin ben onları
sevmiyorum. Sularını da içmedim. Seni severim. Suyundan içmek
isterim, deyince, Imâm hazretleri “radıyallahü teâlâ
anh” benim sûratıma bir tokat vurdu ki, o ızdırâb ile uyandım.
Bütün dislerim avucumun içine düsdü. Ey müslimânlar,
bu âna kadar dalâlet yolunda idim. Allahü teâlâya hamd ol-
– 257 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:17
sun ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ simdi hidâyet edip, dogru
yola kavusdum, deyip, çihâr yâr-i güzînin muhabbetini kalbinde
ihlâs ile yerlesdirdi. Rübâi:
Gördügü rü’yâda ki, döküldü bütün disleri,
Se’âdet yolunu buldurdu, dökülen bu disleri.
Zebânîler ona atesi hâzırlamıslar iken,
Böylece kurtuldu o elîm atesden!
Altıncı Menâkıb: Bir râfizî, ayakkabısının ökçesine, Ebû
Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin
ismlerini kazdırmısdı. Bir yola giderken basdıgı yerde bu serverlerin
ism-i serîfleri okunurdu. Bir mü’min muvahhid kimse,
onun ardında gelirdi. O serverlerin ismlerini görünce izin tutup
gitdi [ya’nî o izi ta’kîb etdi]. Mel’ûn râfizî ana yoldan çıkıp, bir
ormana sapmıs. Bir agaç gölgesinde uyumus. O mü’min sofî de
izleyip giderken, yoldan sapdıgını görünce, o da ormana teveccüh
edip [girip], o râfizîye erisip, gördü ki, yüzü üzerine yatmıs.
Ayakkabılarının altında o üç din büyügünün ism-i serîflerini
kazımıs gördü. Diledi ki o râfizîyi öldürsün. Yine düsündü ki,
belki, bu ismlerin yazıldıgından haberi yokdur, sorayım, dedi.
Sî’î gözlerini açdı. Gördü ki, bası üzerinde bir sofî durur. Sofî
sordu ki, ayaklarının altında olan ism-i serîflerden haberin var
mıdır. Mel’ûn râfizî, kötü sözler söylemege baslar. Sofînin yanında
da bir gizli kılıncı var imis. Çıkarıp (Bismillâhirrahmânirrahîm)
deyip, râfizîyi öldürür. Kılıncı kınına koyup, râfizînin
murdar lesini sürüyüp, bir çukura koyar. Üzerine biraz çör-çöp
bırakır. Sonra yoluna revân olur. Biraz yol gider. Karsıdan çok
heybetli dört atlı görünür. Sofîyi görürler. Üzerine at salıp, derler
ki, sen adam öldürmüssün, kanlısın. Çabuk lesini bize göster.
Sofî feryâd eyledi. Ben fakîrim, kâtil degilim, nice-nice özr
ve behâne ederse de, gördü ki ellerinden kurtulamadı. O dört
atlının arasından birisi gögsüne harbesini dayayıp dedi ki, dön
geri, yoksa sen bilirsin. Sofî de çâresiz önlerine düsüp, o
mel’ûnun murdar lesini gömdügü çukura gelir. Üzerinde olan
çalıyı kaldırdıgı gibi, bakdı ki, râfizînin yerinde bir büyük domuz
lesi yatar. Sofî onu gördügü gibi, hayret edip, tefekküre
vardı. Ondan sonra bu dört atlı sofîye dediler ki, sana müjde olsun
ki, Allahü teâlâ senin cümle günâhlarını afv etdi ve Cehen-
– 258 –
nem atesinden âzâd etdi. Cenneti nasîb kıldı. Sofî de sâd ve
mesrûr olup, onlara sordu ki, siz kimlersiniz. Onlar buyurdular
ki, birimiz Ebû Bekr ve birimiz Ömer ve birimiz Osmân, evvelce
gögsüne harbeyi koyan da hazret-i Alîdir “radıyallahü anhüm”.
Sofî de Allahü tebâreke ve teâlânın bu ihsânına sükr
edip, sâd ve handân olarak yoluna gitdi.
Yedinci Menâkıb: Bir zemânlar bir tâcir var idi. Ismine Eyyûb
bin Hasen derler idi. Pâdisâhlardan birine ba’zı kumas ve
meta’ satmak için huzûruna varır. Tesâdüfen o sırada pâdisâh;
emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ
anhüm” hakkında uygun olmıyan kötü sözler söyler. Tâcirin
gönlüne bu sözler hos gelmez! Pâdisâha nasîhat etmek ister.
Sonra, o sultânlara [üç halîfeye] dil uzatan zâlimlerden hayr
gelmez, belki söylersem beni öldürür; deyip, isini görüp, gider.
O gece Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini
rü’yâsında görür. O pâdisâhı da orada, huzûrlarında durmus
görür. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri,
tâcire iltifât edip, buyurur ki: (Benim Eshâbıma uygunsuz
sözler [kelimeler] söyliyen bu mudur.) Evet yâ Resûlallah
diye cevâb verdikde, bunu katl eyle diye öldürülmesini emr buyurur.
Ben dedim, (Yâ Resûlallah! Bir nesne yokdur ki onu
katl edeyim.) Resûl-i ekrem hazretleri tâcirin eline bir bıçak
verir. Tâcir de emr-i serîfine itâ’at edip, sahsı bogazlar. Rü’yâdan
uyanıp, bu rü’yâyı varıp, sâha anlatmak ister. Serâyının kapısına
varır ki, aglamak ve feryâd sesleri isitir. Bu hâl nedir diye
sorar. Cevâb verirler ki: Bu gece pâdisâhı yatagında katl etmisler.
Sekizinci Menâkıb: Tebriz sehrinde bir râfizî vardı. Dâimâ
isi-gücü bu üç serveri seb’ etmek [kötülemek] idi ve bunlara
bugz ve adâvet etmek idi. Bir gece rü’yâsında gördü ki, kıyâmet
kopmus. Bütün mahlûklar ayak üzere durur. Herkes hayret
içinde gezerken, buna gâyet susuzluk ârız olmus. Mahser yerinde
gezip, su ararken gördü ki, bir alay adam geçer. Aralarında
bir mubârek âdem vardır. Elinde bir masrapa tutar. Durmayıp,
su dagıtır. O râfizî derhâl o ihtiyâr kisinin önüne vardı. Bana da
su ver, dedi. O nûr yüzlü kisi su verdi. Içecegi sırada o pîrin
ism-i serîfini sordu. Dediler ki, bunun adına Ebû Bekr-i Sıddîk
– 259 –
“radıyallahü teâlâ anh” derler. Ne zemân ki o mubârek ismi
isitdi. Suyu içmeyip geri verdi. Ondan sonra bir alay dahâ geldi.
Onların aralarında bir nûrânî ve vakâr sâhibi adam var.
Elinde bir masrapa su tutar. Durmayıp mahser yerinde istiyene
su verir. O râfizî onun yanına varıp, su istedi. O da masrapayı
sundu. Içecegi zemân onun da, ism-i serîfini sordu. Dediler, bunun
adına Ömer-ül Fârûk derler. Ne zemân Ömer-ül Fârûkun
ism-i serîfini isitdi. Suyu içmeyip, geri verdi. Ondan sonra bir
alay dahâ adam geldi. Onların aralarında bir nûr yüzlü adam
var. Elinde bir masrapa ile su tutup, durmayıp ulasdırır. O râfizî
onun yanına varıp, su istedi. O da eline su verdi. Içecegi zemân
ism-i serîfini sordu. Dediler ki, bunun ismine Osmân-ı zinnûreyn
“radıyallahü teâlâ anh” derler. Osmân-ı zinnûreynin
ism-i serîfini isitdi. Suyu içmeyip, geri verdi. Ondan sonra bir
alay dahâ adam geldi. Onların aralarında, büyük, heybetli,
se’âdet sâhibi bir zât var. Elinde bir masrapa su tutar. Durmayıp,
dagıtır. O râfizî derhâl yanına varıp su istedi. O zemân
onun da ism-i serîfini sordu. Dediler ki, bunun adı Aliyyül mürtedâdır
“radıyallahü teâlâ anh”. Aliyyül mürtedânın ism-i serîfini
isitdi. Mubârek ayaklarına düsüp, meded yâ Alî, bana da su
ver diye feryâd etdi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü
teâlâ anh” ona, önce geçen büyüklerden niçin su taleb
edip, içmedin diye sordu. O râfizî dedi ki, ben dünyâda iken
onları sevmezdim. Dâimâ bugz ve adâvet ederdim. Onların sularından
da içmem. Ben seni severdim. Senin âsıklarındanım,
dedi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” iki mubârek parmaklarını
o râfizînin gözlerine sokup, iki gözünü de çıkardı. O
acı ile uykudan uyanıp, kendini kör buldu. Hattâ ba’zı kimselerden
mervîdir ki, merhûm Sultân Süleymân “aleyhirrahmetü
rabbihül gufrân” acem [Îrân] seferinde o köre Tebrîz sokaklarında
rast gelmisdir ki, süâl edip, bu vak’âyı bizzat kendinden,
oldugu gibi isitmisdir. Yapdıgı ise pismân olup, dâimâ tevbe ve
istigfâr ederdi. Ve halka nasîhat ederdi.
Dokuzuncu Menâkıb: Bir mü’min muvahhid ile bir râfizî,
Mekke-i Mükerremeye giderken yol arkadası oldular. O
mü’min, râfizîye herhâlde nasîhat eder ve derdi ki: (Gel bu râfizîlikden
ferâgat eyle, bunun sonu nedâmetdir [pismânlıkdır].
– 260 –
Dünyâda yüz karalıgıdır ve âhıretde hasretdir. Göz göre göre
niçin kendine kıyarsın. Ve cânını Cehennem atesine atarsın.
Molla Câmî “kuddise sirruhüssâmî” hazretlerinin kıt’asını râfizîler
hakkında isitmemismisin. Bu kötü fi’lden vazgeç. Yoksa
son pismânlık fâide vermez. Isitmedim ki, bir kimse Çihâr
yâr-i güzîn “rıdvânullahü teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini
sevmese; Allahü tebâreke ve teâlâ saklasın; o kimse nasîhat almayıp,
aslâ ona tenbîh te’sîr etmez.) Gördü ki, insâfa gelmedi.
Hem meshûrdur: Cühûd îmâna gelmez! Mülhid kisi tevbekâr
olmaz! O mü’mine nisbet için, râfizî i’tikâdından vazgeçmedi.
Nasîhatlarını maskaralıga aldı. Hikmet-i Rabbânî, Kâ’be-i serîfeye
yaklasdıklarında, bir hınzır göründü. Hemen o mel’ûn
râfizî deve üzerinde iken, Allahü teâlânın emri ile hınzır seklinde
olup, deve üzerinden yere atlayıp, hınzırlara karısıp, onlar
ile gitdi. Bütün hâcılar bu ahvâli görüp, ibret aldılar. Aklı
olan kimse bu kıssadan hisse alıp, çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerine karsı, zerre mikdârı
bugz ve adâvetden kalbini pâk edip, hem çihâr yâr-i güzîn sevgisi
ile kalbini doldurur.
Onuncu Menâkıb: Bir zemânda bir yehûdî bir râfizî ile çekisip,
dövüsürler. Allahü teâlâ kelbi [köpegi] hınzır [domuz] üzerine
musallat eder. Yehûdî râfizînin gözünü çıkarır. Râfizî yehûdînin
etegine yapısıp, mahkemeye götürüp, kâdî huzûruna
varırlar. Râfizî der ki, bu yehûdî benim gözümü çıkardı. Efendi
hazretleri, hakkımı bu yehûdîden alıver. Kâdî efendi, yehûdîye
ıtâb edip, bre mel’ûn, bu kisinin gözünü niçin çıkardın, dedi.
Yehûdî dedi, sultânım isitdim ki, rûz-i mahserde râfizîler yehûdîlerin
merkebi olup, yehûdîler üzerine binip, Cehennem atesine
varırlar. Benim o gün binegim bu olsun diye gözünün birini
çıkardım. Zîrâ hâfızam za’îf ve görüsüm azdır. Sâyed o günde
teshîs etmem güç olup ve yaya olarak Cehenneme varmakdan
ise, bir gözlü merkebe binmek iyidir, dedi. Kâdî efendi ve meclisde
hâzır olanlar yehûdînin bu ilzâmından hoslandılar ve râfizîye
ta’zîr eylediler [azarladılar]. Muhakkak râfizîlerin Allahü
teâlâ katında ve insanlar yanında bütün milletden kötü olduklarında
sübhe yokdur. Zîrâ kâfirlerin inâdları bâtıl da olsa birer
cevâbları vardır. Ammâ bu mel’ûnların aslâ bir delîlleri yokdur.
Ondan dolayıdır ki, hazret-i Molla Câmî “kuddise sirruhüssâ-
– 261 –
mî” râfizîler hakkında söyle buyurmusdur: Kıt’a:
Râfizî olur kıyâmetde yehûdî esegi,
Yeder onu mülhid câhil, tutup elinde yularını.
Nasrânî elinde bir demir çomak ile,
Sürer onu tâ o menzile dâr-el bevâr.
Nice yüzbin la’net o Hakdan, Resûlden de,
Esege binene yedene sürene ki var.
Râfizîler kıyâmet gününde baska bir bölük olup, süâlsiz ve
azâbsız Cennete dâhil olalım diye ümîd edip, dogru Cennetin
yolunu tutup, giderler. Cennet kapılarından bir kapıya varırlar.
Görürler ki, kapıda Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
durur. Durmadan kevser serâbını ehl-i islâma içirir. Râfizîler
hazret-i Ebû Bekri görünce derler ki, dünyâda iken biz
bunu sevmezdik. Simdi de bunun oldugu kapıdan Cennete
girmeyiz. Ve bunun elinden kevser serâbını içmeyiz. Oradan
dönüp Cennetin bir baska kapısına varırlar. Görürler ki, o kapıda
hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” durur. Durmadan
mü’minlere kevser serâbı içirir. Tekrâr o hınzırlar derler ki,
dünyâda iken biz bunu sevmezdik. Simdi bunun oldugu kapıdan
Cennete girmeyiz. Ve kevser serâbını da içmeyiz. Oradan
dönüp, bir baska kapısına varırlar. O kapıda Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri durur. Müslimânlara kevser serâbı
içirir. Tekrâr o murdârlar derler ki, dünyâda iken biz bunu da
sevmezdik. Onun oldugu kapıdan da Cennete girmeyiz. Bunun
da elinden kevser serâbını içmeyiz. Oradan da dönüp,
Cennetin bir baska kapısına varırlar. Görseler ki, o kapıda duran
Imâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Bunlara
sorar ki, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osmânın
“radıyallahü teâlâ anhüm” kapılarına ugramadınız mı?
Onlardan kevser serâbını içmediniz mi? Onlar derler ki, Onları
biz dünyâda iken sevmezdik. Onun için biz bugün de onların
serâblarından da içmedik. Onların kapılarından Cennete
girmedik. Dünyâda iken biz seni severdik. Senin elinden kevser
serâbını içmek isteriz. Senin kapından Cennete girmek isteriz.
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bunları red eyleyip,
bre mel’ûnlar! Bilmez misiniz ki onlardan tezkire alma-
– 262 –
yınca kimseyi Cennete koymam ve kevser serâbını içirmem.
Yıkılın buradan, buyurur. Hazret-i Alîden yüz bulamayınca,
can baslarına sıçrar. Bilirler ki, yanlıs yola gitdiklerinden belâya
ugradılar. Yapdıkları ise pismân olup, nedâmetler çekerler.
Velâkin bu pismânlıklarının fâidesini görmezler. Bu felâketde
iken her râfizîye birer yehûdî havâle olunur. Simdiye dek sizleri
ararız, nerede gezersiniz, derler. Yine o hâlde birer nasrânî
de gelerek, birer râfizînin sakalını tutup, çeke-çeke mahser
yerinin temâmını gezdirirler. Bütün mahser halkı arasında
rüsvay olurlar. Ondan sonra Allahü teâlâ korusun, azâb için
zebânîler gelir. Temâmını bu hâl ile Cehenneme götürürler.
Beyt:
Ni’metleri fânî olan bu denî dünyâyı asagı tut,
Sonu pismânlık olan isi yapma.
Mahser ehli bunlardan yüz dönüp, nefret ederler.
Onbirinci Menâkıb: Din büyüklerinden biri rivâyet eder.
Medâyinde bulunuyordum. Her nerede bir kimse vefât etse,
varıp ona kefen sarardım. Bir kimse gelip dedi ki, Kûfe ehlinden
bir kervân geldi. Aralarında biri vefât etdi. Gelip kefen sarasın.
Hizmetçimi kefen almaga gönderdim. Ben o kimsenin
meyyitini görmege vardım. Yanına vardım. Gördüm ki, vefât
eylemis. Karnı üzerine bir kerpiç koymuslar. Âniden o meyyit
kalkıp oturdu. Feryâd edip, dedi ki, yazıklar olsun bana, vay
bana. Ben dedim ki, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah)
söyle. Bana dedi ki, bu kelime-i serîfeyi demenin fâidesi
yokdur. Zîrâ ben kavmim ile olurken, Ebû Bekr ve Ömer ve
Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine dil uzatıp, uygunsuz
sözler söylerlerdi. Ben de onlara uyar, söylerdim. Sonunda
helâk oldum. Beni Cehenneme iletip yerimi gösterdiler.
Benim rûhumu geri verdiler ki, halka haber vereyim. Sakın, sakın,
o serverlere dil uzatmayın. Bu sözleri temâm etdikden
sonra, tekrâr öldü. (Sevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmusdur.
Onikinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet
buyurmuslardır. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü
teâlâ anhüm” hazretlerine uygun olmıyan sözler söyleyen bir
– 263 –
kimse vardı. Bir gün yüzünde bir yara peydâh oldu. O yara giderek
yüzünü tutup, yüzünün temâmı kara oldu. Her dürlü ilâcı
denediler, sifâ bulmadı. Bütün insanların yanında rüsvay oldu.
Sonra bu seklde öldü. Hem dünyâda ve hem âhıretde melâmet
oldu [yüzü kara olmak bedbahtlıgına kavusdu]. (Sevâhid-
ün nübüvve)den terceme olunmusdur.
Onüçüncü Menâkıb: Büyüklerden biri rivâyet eder. Çocuklugumda
râfizî bir hocam var idi. Beni de râfizî yapmısdı. Bir
gece rü’yâmda kıyâmet kopmus. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri huzûrlarına ve mubârek hâk-i pâyelerine
bütün halk toplanmıs, sefâ’at ricâ ederler. Ben de huzûrlarına
vardım ki, sefâ’at isteyeyim. Gördüm, sag yanında
nûr yüzlü, selîm ve hilm sâhibi ihtiyâr durur. Sol yanında bir
mubârek kimse durur. O da secâ’atlı ve bahâdır ve mubârek
yüzü nûrlu bir kimsedir. Hemen beni gördüler. Dediler ki; yâ
Resûlallah! Bu adam bizden ne ister ki, her gün bize dil uzatıyor,
biz bu adama ne yapdık. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri mubârek elini uzatıp, beni tutmak istedi.
Ben kaçdım. Bu ızdırâb ile ve bu korku ile uykudan uyandım.
Gördüm ki, bütün saçım ve sakalım ve kasım ve kirpigim
dökülmüs. Dört ay dısarı çıkamadım. Dünyânın ilâcını kullandım.
Aslâ fâide vermedi. Bir gün dostlarımdan biri beni görmege
geldi. Benim hâlimi sordukda, ben de ahvâlimi oldugu gibi
anlatdım. O da dedi ki, sen meger Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine salevât getirmekden habersizsin.
Birkaç gün salevât-i serîfe getirmege devâm eyle ve Eshâb-ı güzîn
“rıdvânullahi aleyhim ecma’în” hazretlerine, derûn-i dilden
[kalbden] muhabbet eyle. Yapdıgın kabâhatlere tevbe ve istigfâr
eyle. Ümîd edilir ki, kısa zemânda bu belâdan kurtulup, halâs
olursun. Hemen ibrik getirtip, abdest alıp, sonra iki rek’at
nemâz kılıp, hâlis niyyet ile etdigim islere nâdim olup, tevbe ve
istigfâra mesgûl oldum. Bir hafta temâm olmadan saçım ve sakalım,
kasım ve kirpigim çıkıp, evvelkinden de çok oldu. Onun
için, bu sultânlara ihânet üzere olanlar, dünyâda ve âhıretde sıkıntıdan
kurtulamazlar. (Sevâhid-ün nübüvve)den terceme
olunmusdur.
Ondördüncü Menâkıb: Imâm-ı Müstagfirî (Delâil-i Nübüv-
– 264 –
ve) adlı kitâbında yazmısdır. Büyüklerden birisi rivâyet eder.
Üç nefer kimse Yemen diyârına dogru yola çıkdılar. Bu müslimânlara
bir de râfizî katılmıs idi. Râfizî, O serverler [Eshâb-ı
kirâm] hakkında uygunsuz kelimeler söylerdi. Bu müslimânlar
ona her ne kadar nasîhatlar etdiler ise de aslâ te’sîr etmeyip, râfizî
devâm ederdi. Berâberce birgün bir menzile kondular. Bir
mikdâr istirâhat etdiler. Bir zemândan sonra uykudan uyanıp,
abdest almaga kalkdılar. O bedbaht maymûn gibi yatarken,
onu da uyardılar. Hemen uykudan uyandı. Âh, âh, herhâlde
ben bu menzilde kalsam gerekdir, dedi. Müslimânlar dediler ki,
bu menzilde niçin kalacaksın, aslâ olmaz. O bedbaht dedi ki,
Peygamberi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” rü’yâda gördüm
ki, basımın ucuna geldi. Bana dedi ki, bre bedbaht, bu menzilde
senin sûretin degisse gerek. Bu müslimânlar dediler ki, ne
durursun, kalkıp, abdest alıp, tevbe ve istigfâra mesgûl olup, niyâzda
bulun. O da ayaklarını toplayıp, kalkmak istedikde, o ân
Allahü teâlânın emri ile iki ayak parmakları degisiklige ugrayıp,
maymun parmakları gibi oldu. Ondan sonra topuklarına
kadar degisdi. Ondan sonra dizine kadar, ondan sonra kusagına
kadar, ondan sonra gögsüne kadar çıkdı. Sonra, temâm vücûdu
maymûn oldu. Müslimânlar bu hâli görünce, tutup sıkıca
devenin üzerine bagladılar. Yemene yakın vardıkda, aksama
yakın bir meselik yere ugradılar. Orada çok maymûn vardı. Hemen
maymûnları gördü. Deve üzerinden zorlayıp, baglarını kırıp,
yere indi. Varıp o maymûnlara ulasdı. Biz de maymûnlardan
korkduk ki, bize hücûm edecekler diye. Sonra gördük ki,
bütün maymûnlar yakın yere gelip, durdular. Degisiklige ugrayan
aralarından ayrılıp, bize karsı gelip, durdu. Gözlerinden o
kadar yas akdı ki, vasfa gelmez [anlatılamaz]. Sonra diger maymûnlara
karsı gitdi. Simdi aklı olan kimselere hemen bu ibret
yeter. Nerede kaldı ki, o büyükler hakkında nice âyet-i kerîme
ve hadîs-i serîf vardır.
Yâ Rab, lutfün ile dâimâ bize dogru yolu göster,
Sapık yolları degil, sana varan yolu göster.
Onbesinci Menâkıb: Büyüklerden biri Sâm sehrine ugrar.
Bir mescidde sabâh nemâzını kılar. Imâm nemâzı kıldıkdan
sonra, arkasını mihrâba dönüp, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân
– 265 –
“radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin haklarında uygunsuz
sözler söylemege baslar. O büyük zât, imâmdan bu sözleri isitince
çok üzülüp ve mahzûn olarak kalkıp, yoluna gider. Bir seneden
sonra yine yolu Sâm sehrine ugrar. Tekrâr o mescide varıp,
sabâh nemâzını kılar. Nemâzı kıldıkdan sonra, imâm olan
kimse, arkasını mihrâba dönüp, O serverlerin [Ebû Bekr,
Ömer, Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin] büyüklüklerinden
bahs etmege, onları medh etmege baslar. O
büyük zât, cemâ’atden birine süâl eyler ki, bu imâm geçen sene
o serverlerin sânlarına uygunsuz sözler söyledi. Simdi de
medh ve senâ eyledi. Sebebi nedir. O müslimân dedi ki, evvelki
imâmı görmek ister misin. O büyük zât dedi, görmek isterim.
O da önüne düsüp, bir odaya girdiler. Gördü ki, bir siyâh
köpek, boynundan zincir ile baglı, yatar. O büyük dedi ki, bu
kelb [köpek] nedir. O müslimân dedi ki, geçen seneki imâm
budur. O din büyüklerine hâsâ, uygunsuz sözler söylerdi. Bir
gün arkasını mihrâba dönüp, kötü âdeti üzere kötü sözler söylerken,
degisip, bu sûrete girdi. O büyük yanına varıp, sen geçen
seneki imâm mısın. O da eli ile basına isâret edip ve gözlerinden
yas akıtdı. Bu büyük de, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine
sükr edip, iste cezânı buldun, dedi. (Sevâhid-ün nübüvve)
den terceme olunmusdur.
Onaltıncı Menâkıb: Gâzîlerden biri rivâyet eder. Bir gazâda,
cemâ’at ile gazâya giderken, aramızda Benî Temîmden Ebû
Hayyân nâmında bir kimse vardı. O serverlerin haklarında uygun
olmıyan çirkin sözler söylerdi. Hepimiz o mel’ûna nasîhat
ederdik. Fâide etmeyip, uslanmazdı. Yolda bir hâkim var idi.
Yolumuz ona ugradı. Hâdiseyi hâkime açıkladık. Hâkim bize
dedi ki, o kimseyi benim yanımda bırakın. Mümkindir, onu ıslâh
edeyim. Bir zemândan sonra yola müteveccih olup, giderken,
o bedbahtı gördük ki, arkamızdan yetisdi. O mel’ûn kisiye
hâkim hil’at giydirip, bir at bagıslamıs. Ardımızdan yetisdi. Bize
eziyyet vermek maksadı ile yine o serverlere uygunsuz sözler
söylemege basladı. Bize karsı, ey Allahın düsmanları, beni
nasıl buldunuz, dedi. Biz de dedik ki, ey bedbaht ve nasîbsiz
kimse, bizden uzak ol. Yanımızda yürüme. Tâ ki senin nasîbsizligin
bize de bulasmasın. Hepimiz üzerine yürüdük. Kovduk.
Bizden uzak yürüdü. Mel’ûn, kazâ-i hâcet sebebi ile, yoldan sa-
– 266 –
pıp, bir yerde otururken, kızıl arılar üzerine hücûm etmisler.
Mel’ûn feryâda baslayıp, bizden yardım istedikde, biz de sâyed
bundan kurtulursa, insâfa gelir diye, bu niyyet ile yardıma vardık.
Yanına vardıgımızda, o arılar bize hücûm edip, az kaldı ki,
hepimizi helâk edecekler. Biz de sokmalarına tâkat getiremeyip,
çâresiz geriye kaçdık. O arılar da bize saldırmayı bırakıp,
yine o bedbaht kisinin [râfizînin] üzerine saldırıp, bir sâatde
gövdesinin etini delik-delik edip, bagıra-bagıra ölüp, cânı Cehenneme
gitdi. Biz de bir yerde durup, bunun ahvâlini seyr
ederken ve birbirimiz ile söylesirken, gaybdan bir ses isitdik ki,
çihâr yâr-i güzîni sevmiyen kisinin dünyâda cezâsı budur. Âhıretde
yakalanacagı azâbların siddeti ve nihâyeti yokdur, diyordu.
(Sevâhid-ün nübüvve)den terceme olundu.
Onyedinci Menâkıb: Seyh-i Ekber [Muhyiddîn-i Arabî]
“kuddise sirruhül’azîz” hazretleri (Fütühât-ı Mekkiyye) adlı kitâbında
zikr etmisdir. Evliyâullahdan bir tâife vardır ki, Recebîler
derler. Onlar kırk kisi olup, fazla ve eksik olmazlar. Onların
hâli Receb ayının ilk gününde öyle olur ki, sanki gökler üzerine
konulmusdur. Harekete mecalleri olmaz. Ne ayak üzerine
durabilirler ve ne oturabilirler. Ellerini ve ayaklarını degil, gözlerini
harekete kâdir olamazlar. Recebin ilk gününde öyle olurlar.
Ammâ günden güne o hâlet bunlardan kalkar. Sa’bân ayı
girince, temâmen o hâlden kurtulurlar. Onlara Recebde Allahü
teâlânın izni ile çok kesf ve nihâyetsiz tecellîler olur. Sa’bân ayı
girince bu hâller onlardan kalkar. Ba’zan o hâllerin ba’zısı o tâifenin
ba’zısında sene temâm oluncaya kadar bâkî kalır. Hazret-
i Seyh “rahmetullahi teâlâ” der ki, o tâifeden birini gördüm
ki, onda râfizînin kesfi bâkî kalmısdı. O Recebî, râfizîleri hınzır
seklinde görürdü. Ba’zan olurdu ki, hâli örtülü bir kisiye, hiç
kimsenin mezhebini bilmedigi kimseye ugrardı. Eger o kisi râfizî
i’tikâdında ise, hınzır sûretinde görürdü. O sahsı taleb ederdi.
Ona nasîhat ederdi. Tevbe etmesini ve Allahü teâlâ hazretlerine
rücû’ etmesini ve râfizî oldugunu söylerdi. O sahs teaccüb
ederdi. Eger tevbe ederse ve tevbesinde sâdık olursa, onu
insan sûretinde görürdü. Derdi ki, dogru söylersin. Eger yalan
söylüyorsa, o sahsı yine hınzır sûretinde görürdü. Tevbe etmedin.
Yalan söylüyorsun, derdi. Bir gün, sâfi’î mezhebinde olan
ve iyi olarak bilinen iki kimse ona geldiler. Hiç kimse onların
– 267 –
râfizî i’tikâdında oldugunu zan etmezdi. Si’â cemâ’atinden de
degiller idi. Lâkin o mezhebi seçmisler idi. O iki mu’temed kimse,
o azîze [büyük zâta] vardılar. Bunları dısarı çıkarın, buyurdu.
Sebebini sordular. Buyurdu ki, ben sizi hınzır sûretinde görürüm.
Bu benimle Hak Sübhânehü ve teâlâ arasında bir alâmetdir
ki, râfizîleri bana bu sûretde gösterir. Bu ma’nâdan
te’accüb edip [sasırıp], hemen o bâtıl mezhebden ve fâsid i’tikâddan
temâmen dönüp, kurtuldular.
Onsekizinci Menâkıb: O sultânın haklarında edebsizlik etmis
ve uygunsuz sözler söylemis olan râfizî tâifesinin cezâları.
Hâce Muhammed Pârisâ “kuddise sirruhül’azîz” hazretleri
(Fasl-ül-hitâb) adlı kitâbda buyurmusdur. Hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh” buyurmuslardır ki: (Bir tâife beni Ebû Bekr,
Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin üzerlerine
tafdîl ederler [üstün tutarlar]. Gönüllerinde nifâk vardır.
Bununla ehl-i islâm arasına ihtilâf ve fitne salarlar. Bana Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri haber verdi.
Bunların katli ile bana emr eyledi. Zâhiren ehl-i islâma kardes
olduklarını söylerler. Bâtınlarında din düsmanıdırlar. Yalanı
güzel, kötülükleri temiz görürler. Mushaf-ı serîfi iptâl ederler.
[Kur’ân-ı kerîmin hükmünü kaldırırlar.] Fücûr [kötülük] üzerine
birbirleri ile yarısırlar. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine ve Eshâb-ı kirâm hazretlerinin büyüklerine
seb’ ederler. [Dil uzatırlar.] Eshâb-ı kirâm arasında olan vâkı’aları
anlatıp, anladıklarına tâbi’ olurlar. Hak Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri onları afv etmez. Küçükleri büyüklerinden bozuk
fikrleri ögrenip, o seklde terbiye olunurlar. Sünnet-i islâmı
harâb ederler. Bid’at-ı seyyieleri ihyâ ederler [yayarlar]. O zemânda
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sünnetine
yapısan kimse sehîdlerin ve âbidlerin efdalidir. Se’âdet onlarındır.
Yeryüzünde râfizîden dahâ hoslanılmıyan kimse yokdur.
Yerin gadabı onlaradır. Gök istemiyerek onların üzerine gölge
verir. O tâifenin âlimleri o günde gök altında olan kimselerin
serlisidir. Fitne onlardan çıkar ve onlarda olur. Allahü teâlâ korusun.
Onlar su kimselerdir ki, gökdeki melekler arasında pislikler
diye adlandırılırlar. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hazretlerini meclislerinde ve mahfellerinde ve
mescidlerinde seb’ ederler [kötülerler]. Bu habîs isi kendilerine
– 268 –
si’âr ederler. Hikmet kalblerinden gider. Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri râfizî, bid’at ve dalâlet ehlinin sekllerini degisdirir.)
Eshâb-ı güzîn bu sözleri isitdiler. Dediler ki, (Yâ Emîr-el
mü’minîn. Eger biz o zemâna erisirsek ne yapalım.) Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Îsâ “alâ nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinin havârîleri gibi olunuz. Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri, Nebîsine itâ’atden ve Eshâbına
muhabbetden ve o tâifeden [râfizîlerden] uzak olmakdan
baska size bir sey emr etmemisdir. Ben size derim, Hak ve sünnet
üzerine olmak, bid’at ve dalâlet üzerine olmakdan hayrlıdır.)
Rivâyet olundu ki, imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine bu haber erisdi ki; Abdüllah
bin Sebe’ seni Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ
anhüm” üzerine tafdîl eder [üstün tutar]. Alî “kerremallahü
vecheh” yemîn ederek (Vallahi onu öldürürüm) buyurdu. Dediler
ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Sana muhabbet edeni katl eder
misin! Elbette. Benim oldugum sehrde olmasın. Hemen bulundugu
sehrden sürdü. (Sevâhid-ün nübüvve)den nakl olundu.
Velhâsıl Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
aralarında bu dördü [dört büyük halîfe], mezîd-i fazîlet ve kemâl-
i mekremet ve vüfûr-i ihtirâm ve ikrâm-i tâm ve hülefâ-i
nübüvvet ve uyûn-ı ehl-i hicret ve büyüklerin büyügü ve seçilmislerin
seçilmisi olmakla en öndedirler. Bu bâbda kıyâs yapmaga
ve düsünmege hâcet yokdur. Nitekim, onları üstün bilmek,
büyüklerin sözü ve icmâ’ ile sâbitdir. Büyüklerin sözlerine
ve icmâ’a uymak lâzımdır. Bos sözlere ve bid’atlere uymamalıdır.
Allahü teâlâ bizi bunlardan korusun. (Sevâhid-ün nübüvve)
den alınmısdır.
Ondokuzuncu Menâkıb: Ebüdderdâ “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri, Süveyde bin Akîkden rivâyet eder. Süveyde
der ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine söyledim. Ben
si’âdan bir kavm üzerine ugradım ki, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerini naks ile zikr ederler [kötülerler].
Eger onlar senin kalbinde olanı bilseler idi, bu sözü
söylemege cür’et edemezlerdi. Hemen Aliyyül mürtedâ “ker-
– 269 –
remallahü vecheh” buyurdu ki: (Onlar hakkında kalbimde iyilik
ve güzellikden baska birsey bulundurmakdan Allahü teâlâya
sıgınırım). Sonra kalkdı. Mubârek gözleri yas ile doldu. Elimi
tutdu. Agladıgı hâlde gelip, minbere çıkdı. Elinde beyâz ve
güzel bir nesne tutdugu hâlde, bir belig ve muhtasâr hutbe
okudu. Buyurdu ki: Nedir o kavmlerin hâli ki, Kureysin iki seyyidini
kötü zikr ederler. Ve bana zan ederler o sey ile ki, ben o
seyden pâkım. Ve onların dediklerinden berîyim. Ve onların
dedikleri üzerine, onları Allah hakkı için cezâlandırırım. Onları
mü’min olanlar sevmez. Onlara ancak fâcirler bugz etmez.
Her kim ki o ikisini sever. Muhakkak beni sever. Her kim o ikisine
bugz eder; bana bugz eder. Ben ondan berîyim. Bilmis
olunuz ki, muhakkak cümle nâsın hayrlısı bu ümmetde, Peygamberlerden
sonra Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ
anh”. En önce müslimân olan odur. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine ondan sevgili yokdur. [En sevdigi
odur.] Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri indinde bu ümmetin
en mükerremi odur. Bu ümmetde Peygamberlerden
sonra ondan efdal ve ondan hayrlı kimse olmadı. Dünyâda ve
âhıretde ondan sonra bütün insanların hayrlısı Ömer-ül Fârûkdur.
Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyndir. Ondan sonra benim
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Allahü teâlâya benim için
ve bütün müslimânlar için istigfâr ederim. [Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri
sânlarına yakısır seklde; (Eshâb-ı kirâm), (Hak Sözün
Vesîkaları), (Mektûbât Tercemesi) ve (Se’âdet-i Ebediyye)
kitâblarında anlatılmısdır. Lütfen bu kitâblardan okuyunuz!]
Zâhidâ! Aç gözün, sahraya bak da, ibret al!
Su direksiz kubbe-i semâya bak da, ibret al!
Görmek istersen, Cenâb-ı kibriyânın kudretin,
her sabâh, seher vakti, dünyâya bak da ibret al!
Pâdisâh olsan da, derler “er kisi niyyetine”,
Var, musallada yatan mevtâya bak da, ibret al!
Bir kefendir âkıbet, sermâye-i beg ve fakîr,
varlıga magrur olan, mecnûn degil de, yâ nedir?
Birinci Menâkıb: Imâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ”
(Mesâbîh-i serîf) kitâbında, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri Uhud dagına çıkdılar. Ebû Bekr,
Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” da Uhud dagına
çıkdılar. Dag sallandı, ya’nî zelzele oldu. Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mubârek ayagı serîfleri
ile daga vurdu ve buyurdu ki, (Sâbit ol yâ Uhud! Senin üzerinde
bir Peygamber, bir Sıddîk, iki sehîd vardır.)
Ikinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf)de Ebû Mûsâ el
Es’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl olunmusdur.
Ebû Mûsâ el-Es’arî buyurdu ki, ben Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı serîflerinde idim. Medîne-
i münevvere baglarından bir bagda idik. Bir sahs geldi.
Kapıyı açmak taleb etdi. Hazret-i Resûl-i ekrem bana buyurdu:
(Var, kapıyı aç. Cennet ile onu müjdele!) Ben de varıp, kapıyı
açdım. Bakdım ki, hazret-i Ebû Bekrdir. Resûlullahın buyurdugu
sey ile müjde verdim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine
hamd etdi. Ondan sonra bir sahs dahâ geldi. Kapıyı açmak taleb
etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu:
(Var kapıyı aç ve Cennet ile ona müjde ver.) Ben de varıp, kapıyı
açdım. Bakdım ki, hazret-i Ömerdir. Ona, Resûlullah hazretlerinin
buyurdukları seyi haber verdim. Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerine hamd etdi. Ondan sonra bir sahs dahâ kapının
açılmasını taleb etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu: (Var kapıyı aç ve Ona Cennet ile
müjde ver ve o belâlar onun üzerine erisir.) Ben de varıp, kapıyı
açdım. Bakdım ki, hazret-i Osmândır. Ona, Resûlullah hazretlerinin
buyurduklarını haber verdim. Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd edip,
– 253 –
sonra dedi ki, (Allahül müste’ân) [Yardım ancak Allahü teâlâdan
istenir.]
Üçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf) kitâbında hasen
olarak bildirilen hadîs-i serîfde, Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmusdur. Ibni
Ömer dedi ki, biz bu üç serveri, Ebû Bekr, Ömer ve Osmânı
“radıyallahü anhüm”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
zemân-ı serîflerinde andıgımızda terdiye ederdik. Ya’nî
“radıyallahü anh” der idik.
Dördüncü Menâkıb: (Lübâb-ül elbâb) kitâbında, Ömer
Dehlekî “rahimehullahü teâlâ” rivâyet eylemisdir. Sihrîn-i
Hôseb din büyüklerindendir. Âhıret yolunun sâliklerindendir
ve âriflerdendir. Tabakât-ı mesâyıhdendir. Basîret ve derece
sâhiblerindendir. Demislerdir ki, Bir gün ögle nemâzını kılıp,
menzile dönerken [ikâmetgâhına giderken] iki merdi [kisiyi]
gördüm. Birbiri ile husûmet [münâkasa] ederler. Birbirine hos
olmıyan sözler söylerler. Ben dedim ki, Sübhânallah! Sizin elbiseniz
mü’min libâsı, ammâ sözleriniz câhillerin sözleridir. O
iki kisinin birisi dedi: Sen isitmez misin ki, bu mübtedi’ [i’tikâdı
bozuk] kötü sözler söyler. Ben dedim, ne söyler. Dedi ki,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden
sonra hilâfet, hazret-i Alînin idi. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân
galebe edip, cebren hilâfete geçdiler, diye söyler. O mübtedi’a
dedim, böyle söyleme. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinden sonra mü’minlerin büyügü Ebû Bekrdir.
Sonra Ömer, ondan sonra Osmândır. Ondan sonra Alîdir
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Diger sünnî merde [sahsa]
dedim ki, bununla münâkasayı bırak. Allahü teâlâ onun cezâsını
verir. O sünnî, Vallahi ben onu tâ benimle onun arasında
hükm etmeyince elden bırakmam, dedi. Ben, Sübhânallah!
Hazret-i Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” âhırete
intikâl buyurmusdur. Ve gökden vahy gelmesi de kesilmisdir.
Sizin aranızda ben nasıl hükm edeyim, dedim. Sünnî olan
genç bakdı gördü ki bir hamâm külhânı, ates vurup, iyice kızmıs.
O râfizîye dedi ki, insâf et ve söyledigin sözden pismân ol
ve rücû’ et. Yoksa, gel ikimiz bu atese girelim. Hak üzere olan
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile halâs olur [kur-
– 254 –
tulur]. O mübtedi’ râfizî dedi ki, insâf veremem, ben hak üzereyim.
Ammâ gel atese girelim. Ben [Sihrîn-i Hôseb] dedim,
etmeyiniz ki, Allahü tebâreke ve teâlâ bundan nehy etmisdir.
O sünnî ve dîni pâk merd dedi ki, çâresiz atese girmeli. Sonra
sünnî ve mübtedi’ her ikisi ates yanına vardılar. Sünnî, basını
yukarı kaldırıp, dedi, yâ Rabbel âlemîn! Sükr ve hamd, fadl ve
minnet Senin içindir. Seni ve melekleri sâhid etdim. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra halkın
en iyisi Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, yâr-i gâr
[magara arkadası] ve mûnis-i Resûlullah idi. Dahâ bir çok fazîletlerini
de saydı. Ondan sonra Ömer-ül Fârûkdur. Ondan
sonra Osmân-ı Zinnûreyndir. Ondan sonra Aliyyül mürtedâdır
“radıyallahü teâlâ anhüm”. Sonra, (Benim dînim ve mezhebim
budur. Eger Hak üzere isem, bu atesi benim üzerimden
halâs eyle ki, Ibrâhîm Halîl “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm”
hazretlerini yakmadıgın gibi, beni de yakma) dedi ve atese girdi.
Sonra râfizî bas kaldırıp, dedi ki, ey Bârî [ey Allahım!] Bütün
hamd ve sükrler senin içindir. Benim mezhebim ve i’tikâdım
budur ki, Resûlullah hazretlerinden sonra halkın en yüksegi
Alî bin Ebî Tâlibdir. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân zulm etdiler.
Hilâfeti ondan aldılar. Ebû Bekr, Ömer ve Osmândan bîzârım.
Eger benim sözüm dogru ise, bu atesi benim üzerime
soguk eyle, dedi ve o da atese girdi. O külhâncı, o fırının kapısını
kapadı. Sihrin-i Hôseb “rahimehullah” der ki, benim karârım
kalmadı. Hâlim mütegayyir oldu [degisdi]. Ondan buna,
bundan ona kosdum ve dolandım ve fikr ederdim ki, onların
hâli ates içinde ne oluyordu. Ikindi vakti oldu. Bakdım, o külhânın
kapagı düsdü. Düsündüm ki, simdi bu atesden selâmet
ile kim çıkar. Aglardım ve gözüm ona bakıp dururdum. Hemen
gördüm o sünnî terlemis olarak atesden dısarı geldi. Hemen
kalkdım. Onu kucakladım. Iki gözünün arasından öpdüm.
Dedim ki, Allahü tebâreke ve teâlâ seni atesde ne yapdı. Dedi
ki, beni bir bostâna iletdiler ve bir dösek üzerinde uyutdular.
Dediler, gelinlerin yatdıgı gibi yat. Ben de bu âna dek yatdım.
Tâ simdi kalkıp, uyardılar ve dediler, kalk nemâz vakti geldi.
Ikindi nemâzını cemâ’at ile kılasın. Ben de dısarı geldim. Sihrîn-
i Hôseb der ki, o sünnînin elini tutup, hemen o mekâna
oturtup, külhâncıları çagırdım. Kürek getirip, o atesi dısarı çı-
– 255 –
karıp, râfizîyi kürek ile çekdiler. Temâm vücûdu yanmıs, kömür
gibi olmus. Ancak alnı üzeri açık kalmıs, yanmamıs. Alnının
üzerinde üç satır yazılmıs. (Birinci satırda, (Bu tugyân ve
isyân eden bir kuldur.) Ikinci satırda, (Ebû Bekr, Ömer ve Osmâna
hurmet etmedi.) Üçüncü satırda, (Bu kul bâgî oldu [ısyân
etdi]. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmâna kâfir oldu dedi ve Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmetinden ümîd kesdi.)
yazılmısdı. Sihrîn-i Hôseb der ki, o gün dörtbin râfizî tevbe
edip, sünnî müslimân oldular. Üç gün boyunca etrâfdan halk
gelip, o mübtedi’ râfizîye bakdılar. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin yapdıgını ve kahrını müsâhede edip, ibret aldılar.
Uzak sehrlere nâmeler [mektûblar] yazıp, gönderdiler ki, zinhâr
ve zinhâr [kat’iyyetle], hiç kimse, Ebû Bekr ve Ömer ve
Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine kötü sözler
söyleyip, seb’ etmeye ki, böyle ahvâl vâki’ oldu. (Ibret alınız,
ey akl sâhibleri.)
Besinci Menâkıb: Istanbulda Mustafâ Pâsa Câmi’inde halka
nasîhat eden, Sünbül efendi seccâdesinde halîfe olan Hasen
efendi “rahimehullah” rivâyet eder. Arabistânda seyâhat
ederken, Hasen-i Basrî “kuddise sirruh” hazretlerinin mezârını
ziyâret etmek niyyeti ile Basraya vardım. Hâcı Ahmed
derler bir mü’min muvahhid kimsenin odasına müsâfir oldum.
Birkaç gün orada müsâfir kaldım. Konusma esnâsında,
hâcı Ahmed hikâye eyledi ki, sehrimizde Yahyâ adlı bir imâm
var idi. Gâyet ilm ve söz sâhibi bir kimse idi. Lâkin râfizîlerden
idi. Def’alarca, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer-ül
Fârûk ve hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anhüm”
haklarında nice uygunsuz sözler isitdik. Ammâ gelen
pâsaların koltuguna girmekle [onlar ile iyi geçinmek ile] kimse
ona bir sey yapmaga cür’et edemezdi. Onların ona zararı
olmazdı. Hattâ bir gün pâsaya benden sikâyet eder. Benim
onun ardında nemâz kılmadıgımı, müslimânları onun arkasında
nemâz kılmakdan, ona uymakdan men’ etdigimi söyler. O
da beni çagırıp, niçin imâma uyarak nemâz kılmazsın, dedi.
Ben de dedim ki, sultânım, ahvâline vâkıf oldugum için uymuyorum.
Pâsa ıtâb tarîkiyle [azarlama yolu ile] dedi ki, elbette
uyup nemâz kılmalısın, yoksa sen bilirsin, hâlini perîsân
– 256 –
ederim. Ben dedim ki; sultânım! Göz göre göre kisi kendini
atese bırakır mı? Bir kimsenin ahvâlini bildikden sonra, o ânda
basımı dahî kessen ona uyup [iktidâ’ edip] nemâz kılmam,
dedim, dısarı çıkdım. Birkaç günden sonra, bir gün çarsıda
otururken, o râfizî imâm Yahyâyı gördüm. Imâm durmayıp,
yüksek sesle çagırıp, yanıma gelin müslimânlar diye seslenir.
Acele ile, acaba ne haber var diye yanına vardık. Gördük ki,
avucu içine dislerini doldurmus. Ne oldu diye süâl etdik. Cevâb
verdi ki, bunlar, agzımda olan dislerimdir. Bu gece
rü’yâmda gördüm. Kıyâmet kopmus. Bana da susuzluk ârız
olmus ki, helâk olmak üzereyim [ölmek üzereyim]. Mahser
yerine giderken bir büyük havuz gördüm. Kenârında yaslı,
nûr yüzlü biri durur. Gelip-geçenlere su ulasdırır. Yanına vardım.
Süâl etdim ki, sen kimsin. Ebû Bekr-i Sıddîkım “radıyallahü
anh”, dedi. Ben dedim ki, dünyâda iken ben seni sevmezdim.
Suyundan da içmem. Sonra havuzun bir tarafını dolasdım.
Uzun boylu, salâbetli [saglam] ve mehâbetli [heybetli]
sultân durur. Gelenlere su ulasdırır. Yanına varıp, dedim
ki, sen kimsin. Dedi ki, Ömer-ül Fârûkum “radıyallahü anh”.
Ne dünyâda iken severdim, ne simdi. Suyundan içmem deyip,
havuzun bir tarafını dolasdım. Gördüm ki bir alîm ve selîm
bir pîr-i mubârek durur. Gelene ve gidene su ulasdırır. Nûr
yüzünden ısık vurur. Yanına varıp, dedim, sen kimsin! Ben
Osmân-ı Zinnûreynim “radıyallahü anh”. Ben dedim. Seni
dünyâda sevmezdim. Suyundan da içmem. Havuzun o kösesini
de dolasdım. Iri yapılı, orta boylu, uzun sakallı ve secâ’at ve
mehâbetli [heybetli] ve cesâretli bir sâhib-i se’âdet su ulasdırır.
Havuz kenârına, yanına vardım. Dedim ki, sen kimsin.
Dedi ki, Aliyyül mürtedâyım “radıyallahü anh”. Ben hemen
mubârek ayaklarına düsüp, yüzümü ve gözümü sürdüm. Dedim
ki, sultânım, meded bana. Bir içim su ihsân et ki, gâyet
susamısım. Buyurdu ki, yukarıda benim kardeslerime rast
gelmedin mi. Ben dedim, evet rast geldim. Lâkin ben onları
sevmiyorum. Sularını da içmedim. Seni severim. Suyundan içmek
isterim, deyince, Imâm hazretleri “radıyallahü teâlâ
anh” benim sûratıma bir tokat vurdu ki, o ızdırâb ile uyandım.
Bütün dislerim avucumun içine düsdü. Ey müslimânlar,
bu âna kadar dalâlet yolunda idim. Allahü teâlâya hamd ol-
– 257 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:17
sun ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ simdi hidâyet edip, dogru
yola kavusdum, deyip, çihâr yâr-i güzînin muhabbetini kalbinde
ihlâs ile yerlesdirdi. Rübâi:
Gördügü rü’yâda ki, döküldü bütün disleri,
Se’âdet yolunu buldurdu, dökülen bu disleri.
Zebânîler ona atesi hâzırlamıslar iken,
Böylece kurtuldu o elîm atesden!
Altıncı Menâkıb: Bir râfizî, ayakkabısının ökçesine, Ebû
Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin
ismlerini kazdırmısdı. Bir yola giderken basdıgı yerde bu serverlerin
ism-i serîfleri okunurdu. Bir mü’min muvahhid kimse,
onun ardında gelirdi. O serverlerin ismlerini görünce izin tutup
gitdi [ya’nî o izi ta’kîb etdi]. Mel’ûn râfizî ana yoldan çıkıp, bir
ormana sapmıs. Bir agaç gölgesinde uyumus. O mü’min sofî de
izleyip giderken, yoldan sapdıgını görünce, o da ormana teveccüh
edip [girip], o râfizîye erisip, gördü ki, yüzü üzerine yatmıs.
Ayakkabılarının altında o üç din büyügünün ism-i serîflerini
kazımıs gördü. Diledi ki o râfizîyi öldürsün. Yine düsündü ki,
belki, bu ismlerin yazıldıgından haberi yokdur, sorayım, dedi.
Sî’î gözlerini açdı. Gördü ki, bası üzerinde bir sofî durur. Sofî
sordu ki, ayaklarının altında olan ism-i serîflerden haberin var
mıdır. Mel’ûn râfizî, kötü sözler söylemege baslar. Sofînin yanında
da bir gizli kılıncı var imis. Çıkarıp (Bismillâhirrahmânirrahîm)
deyip, râfizîyi öldürür. Kılıncı kınına koyup, râfizînin
murdar lesini sürüyüp, bir çukura koyar. Üzerine biraz çör-çöp
bırakır. Sonra yoluna revân olur. Biraz yol gider. Karsıdan çok
heybetli dört atlı görünür. Sofîyi görürler. Üzerine at salıp, derler
ki, sen adam öldürmüssün, kanlısın. Çabuk lesini bize göster.
Sofî feryâd eyledi. Ben fakîrim, kâtil degilim, nice-nice özr
ve behâne ederse de, gördü ki ellerinden kurtulamadı. O dört
atlının arasından birisi gögsüne harbesini dayayıp dedi ki, dön
geri, yoksa sen bilirsin. Sofî de çâresiz önlerine düsüp, o
mel’ûnun murdar lesini gömdügü çukura gelir. Üzerinde olan
çalıyı kaldırdıgı gibi, bakdı ki, râfizînin yerinde bir büyük domuz
lesi yatar. Sofî onu gördügü gibi, hayret edip, tefekküre
vardı. Ondan sonra bu dört atlı sofîye dediler ki, sana müjde olsun
ki, Allahü teâlâ senin cümle günâhlarını afv etdi ve Cehen-
– 258 –
nem atesinden âzâd etdi. Cenneti nasîb kıldı. Sofî de sâd ve
mesrûr olup, onlara sordu ki, siz kimlersiniz. Onlar buyurdular
ki, birimiz Ebû Bekr ve birimiz Ömer ve birimiz Osmân, evvelce
gögsüne harbeyi koyan da hazret-i Alîdir “radıyallahü anhüm”.
Sofî de Allahü tebâreke ve teâlânın bu ihsânına sükr
edip, sâd ve handân olarak yoluna gitdi.
Yedinci Menâkıb: Bir zemânlar bir tâcir var idi. Ismine Eyyûb
bin Hasen derler idi. Pâdisâhlardan birine ba’zı kumas ve
meta’ satmak için huzûruna varır. Tesâdüfen o sırada pâdisâh;
emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ
anhüm” hakkında uygun olmıyan kötü sözler söyler. Tâcirin
gönlüne bu sözler hos gelmez! Pâdisâha nasîhat etmek ister.
Sonra, o sultânlara [üç halîfeye] dil uzatan zâlimlerden hayr
gelmez, belki söylersem beni öldürür; deyip, isini görüp, gider.
O gece Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini
rü’yâsında görür. O pâdisâhı da orada, huzûrlarında durmus
görür. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri,
tâcire iltifât edip, buyurur ki: (Benim Eshâbıma uygunsuz
sözler [kelimeler] söyliyen bu mudur.) Evet yâ Resûlallah
diye cevâb verdikde, bunu katl eyle diye öldürülmesini emr buyurur.
Ben dedim, (Yâ Resûlallah! Bir nesne yokdur ki onu
katl edeyim.) Resûl-i ekrem hazretleri tâcirin eline bir bıçak
verir. Tâcir de emr-i serîfine itâ’at edip, sahsı bogazlar. Rü’yâdan
uyanıp, bu rü’yâyı varıp, sâha anlatmak ister. Serâyının kapısına
varır ki, aglamak ve feryâd sesleri isitir. Bu hâl nedir diye
sorar. Cevâb verirler ki: Bu gece pâdisâhı yatagında katl etmisler.
Sekizinci Menâkıb: Tebriz sehrinde bir râfizî vardı. Dâimâ
isi-gücü bu üç serveri seb’ etmek [kötülemek] idi ve bunlara
bugz ve adâvet etmek idi. Bir gece rü’yâsında gördü ki, kıyâmet
kopmus. Bütün mahlûklar ayak üzere durur. Herkes hayret
içinde gezerken, buna gâyet susuzluk ârız olmus. Mahser yerinde
gezip, su ararken gördü ki, bir alay adam geçer. Aralarında
bir mubârek âdem vardır. Elinde bir masrapa tutar. Durmayıp,
su dagıtır. O râfizî derhâl o ihtiyâr kisinin önüne vardı. Bana da
su ver, dedi. O nûr yüzlü kisi su verdi. Içecegi sırada o pîrin
ism-i serîfini sordu. Dediler ki, bunun adına Ebû Bekr-i Sıddîk
– 259 –
“radıyallahü teâlâ anh” derler. Ne zemân ki o mubârek ismi
isitdi. Suyu içmeyip geri verdi. Ondan sonra bir alay dahâ geldi.
Onların aralarında bir nûrânî ve vakâr sâhibi adam var.
Elinde bir masrapa su tutar. Durmayıp mahser yerinde istiyene
su verir. O râfizî onun yanına varıp, su istedi. O da masrapayı
sundu. Içecegi zemân onun da, ism-i serîfini sordu. Dediler, bunun
adına Ömer-ül Fârûk derler. Ne zemân Ömer-ül Fârûkun
ism-i serîfini isitdi. Suyu içmeyip, geri verdi. Ondan sonra bir
alay dahâ adam geldi. Onların aralarında bir nûr yüzlü adam
var. Elinde bir masrapa ile su tutup, durmayıp ulasdırır. O râfizî
onun yanına varıp, su istedi. O da eline su verdi. Içecegi zemân
ism-i serîfini sordu. Dediler ki, bunun ismine Osmân-ı zinnûreyn
“radıyallahü teâlâ anh” derler. Osmân-ı zinnûreynin
ism-i serîfini isitdi. Suyu içmeyip, geri verdi. Ondan sonra bir
alay dahâ adam geldi. Onların aralarında, büyük, heybetli,
se’âdet sâhibi bir zât var. Elinde bir masrapa su tutar. Durmayıp,
dagıtır. O râfizî derhâl yanına varıp su istedi. O zemân
onun da ism-i serîfini sordu. Dediler ki, bunun adı Aliyyül mürtedâdır
“radıyallahü teâlâ anh”. Aliyyül mürtedânın ism-i serîfini
isitdi. Mubârek ayaklarına düsüp, meded yâ Alî, bana da su
ver diye feryâd etdi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü
teâlâ anh” ona, önce geçen büyüklerden niçin su taleb
edip, içmedin diye sordu. O râfizî dedi ki, ben dünyâda iken
onları sevmezdim. Dâimâ bugz ve adâvet ederdim. Onların sularından
da içmem. Ben seni severdim. Senin âsıklarındanım,
dedi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” iki mubârek parmaklarını
o râfizînin gözlerine sokup, iki gözünü de çıkardı. O
acı ile uykudan uyanıp, kendini kör buldu. Hattâ ba’zı kimselerden
mervîdir ki, merhûm Sultân Süleymân “aleyhirrahmetü
rabbihül gufrân” acem [Îrân] seferinde o köre Tebrîz sokaklarında
rast gelmisdir ki, süâl edip, bu vak’âyı bizzat kendinden,
oldugu gibi isitmisdir. Yapdıgı ise pismân olup, dâimâ tevbe ve
istigfâr ederdi. Ve halka nasîhat ederdi.
Dokuzuncu Menâkıb: Bir mü’min muvahhid ile bir râfizî,
Mekke-i Mükerremeye giderken yol arkadası oldular. O
mü’min, râfizîye herhâlde nasîhat eder ve derdi ki: (Gel bu râfizîlikden
ferâgat eyle, bunun sonu nedâmetdir [pismânlıkdır].
– 260 –
Dünyâda yüz karalıgıdır ve âhıretde hasretdir. Göz göre göre
niçin kendine kıyarsın. Ve cânını Cehennem atesine atarsın.
Molla Câmî “kuddise sirruhüssâmî” hazretlerinin kıt’asını râfizîler
hakkında isitmemismisin. Bu kötü fi’lden vazgeç. Yoksa
son pismânlık fâide vermez. Isitmedim ki, bir kimse Çihâr
yâr-i güzîn “rıdvânullahü teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini
sevmese; Allahü tebâreke ve teâlâ saklasın; o kimse nasîhat almayıp,
aslâ ona tenbîh te’sîr etmez.) Gördü ki, insâfa gelmedi.
Hem meshûrdur: Cühûd îmâna gelmez! Mülhid kisi tevbekâr
olmaz! O mü’mine nisbet için, râfizî i’tikâdından vazgeçmedi.
Nasîhatlarını maskaralıga aldı. Hikmet-i Rabbânî, Kâ’be-i serîfeye
yaklasdıklarında, bir hınzır göründü. Hemen o mel’ûn
râfizî deve üzerinde iken, Allahü teâlânın emri ile hınzır seklinde
olup, deve üzerinden yere atlayıp, hınzırlara karısıp, onlar
ile gitdi. Bütün hâcılar bu ahvâli görüp, ibret aldılar. Aklı
olan kimse bu kıssadan hisse alıp, çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerine karsı, zerre mikdârı
bugz ve adâvetden kalbini pâk edip, hem çihâr yâr-i güzîn sevgisi
ile kalbini doldurur.
Onuncu Menâkıb: Bir zemânda bir yehûdî bir râfizî ile çekisip,
dövüsürler. Allahü teâlâ kelbi [köpegi] hınzır [domuz] üzerine
musallat eder. Yehûdî râfizînin gözünü çıkarır. Râfizî yehûdînin
etegine yapısıp, mahkemeye götürüp, kâdî huzûruna
varırlar. Râfizî der ki, bu yehûdî benim gözümü çıkardı. Efendi
hazretleri, hakkımı bu yehûdîden alıver. Kâdî efendi, yehûdîye
ıtâb edip, bre mel’ûn, bu kisinin gözünü niçin çıkardın, dedi.
Yehûdî dedi, sultânım isitdim ki, rûz-i mahserde râfizîler yehûdîlerin
merkebi olup, yehûdîler üzerine binip, Cehennem atesine
varırlar. Benim o gün binegim bu olsun diye gözünün birini
çıkardım. Zîrâ hâfızam za’îf ve görüsüm azdır. Sâyed o günde
teshîs etmem güç olup ve yaya olarak Cehenneme varmakdan
ise, bir gözlü merkebe binmek iyidir, dedi. Kâdî efendi ve meclisde
hâzır olanlar yehûdînin bu ilzâmından hoslandılar ve râfizîye
ta’zîr eylediler [azarladılar]. Muhakkak râfizîlerin Allahü
teâlâ katında ve insanlar yanında bütün milletden kötü olduklarında
sübhe yokdur. Zîrâ kâfirlerin inâdları bâtıl da olsa birer
cevâbları vardır. Ammâ bu mel’ûnların aslâ bir delîlleri yokdur.
Ondan dolayıdır ki, hazret-i Molla Câmî “kuddise sirruhüssâ-
– 261 –
mî” râfizîler hakkında söyle buyurmusdur: Kıt’a:
Râfizî olur kıyâmetde yehûdî esegi,
Yeder onu mülhid câhil, tutup elinde yularını.
Nasrânî elinde bir demir çomak ile,
Sürer onu tâ o menzile dâr-el bevâr.
Nice yüzbin la’net o Hakdan, Resûlden de,
Esege binene yedene sürene ki var.
Râfizîler kıyâmet gününde baska bir bölük olup, süâlsiz ve
azâbsız Cennete dâhil olalım diye ümîd edip, dogru Cennetin
yolunu tutup, giderler. Cennet kapılarından bir kapıya varırlar.
Görürler ki, kapıda Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
durur. Durmadan kevser serâbını ehl-i islâma içirir. Râfizîler
hazret-i Ebû Bekri görünce derler ki, dünyâda iken biz
bunu sevmezdik. Simdi de bunun oldugu kapıdan Cennete
girmeyiz. Ve bunun elinden kevser serâbını içmeyiz. Oradan
dönüp Cennetin bir baska kapısına varırlar. Görürler ki, o kapıda
hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” durur. Durmadan
mü’minlere kevser serâbı içirir. Tekrâr o hınzırlar derler ki,
dünyâda iken biz bunu sevmezdik. Simdi bunun oldugu kapıdan
Cennete girmeyiz. Ve kevser serâbını da içmeyiz. Oradan
dönüp, bir baska kapısına varırlar. O kapıda Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri durur. Müslimânlara kevser serâbı
içirir. Tekrâr o murdârlar derler ki, dünyâda iken biz bunu da
sevmezdik. Onun oldugu kapıdan da Cennete girmeyiz. Bunun
da elinden kevser serâbını içmeyiz. Oradan da dönüp,
Cennetin bir baska kapısına varırlar. Görseler ki, o kapıda duran
Imâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Bunlara
sorar ki, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osmânın
“radıyallahü teâlâ anhüm” kapılarına ugramadınız mı?
Onlardan kevser serâbını içmediniz mi? Onlar derler ki, Onları
biz dünyâda iken sevmezdik. Onun için biz bugün de onların
serâblarından da içmedik. Onların kapılarından Cennete
girmedik. Dünyâda iken biz seni severdik. Senin elinden kevser
serâbını içmek isteriz. Senin kapından Cennete girmek isteriz.
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bunları red eyleyip,
bre mel’ûnlar! Bilmez misiniz ki onlardan tezkire alma-
– 262 –
yınca kimseyi Cennete koymam ve kevser serâbını içirmem.
Yıkılın buradan, buyurur. Hazret-i Alîden yüz bulamayınca,
can baslarına sıçrar. Bilirler ki, yanlıs yola gitdiklerinden belâya
ugradılar. Yapdıkları ise pismân olup, nedâmetler çekerler.
Velâkin bu pismânlıklarının fâidesini görmezler. Bu felâketde
iken her râfizîye birer yehûdî havâle olunur. Simdiye dek sizleri
ararız, nerede gezersiniz, derler. Yine o hâlde birer nasrânî
de gelerek, birer râfizînin sakalını tutup, çeke-çeke mahser
yerinin temâmını gezdirirler. Bütün mahser halkı arasında
rüsvay olurlar. Ondan sonra Allahü teâlâ korusun, azâb için
zebânîler gelir. Temâmını bu hâl ile Cehenneme götürürler.
Beyt:
Ni’metleri fânî olan bu denî dünyâyı asagı tut,
Sonu pismânlık olan isi yapma.
Mahser ehli bunlardan yüz dönüp, nefret ederler.
Onbirinci Menâkıb: Din büyüklerinden biri rivâyet eder.
Medâyinde bulunuyordum. Her nerede bir kimse vefât etse,
varıp ona kefen sarardım. Bir kimse gelip dedi ki, Kûfe ehlinden
bir kervân geldi. Aralarında biri vefât etdi. Gelip kefen sarasın.
Hizmetçimi kefen almaga gönderdim. Ben o kimsenin
meyyitini görmege vardım. Yanına vardım. Gördüm ki, vefât
eylemis. Karnı üzerine bir kerpiç koymuslar. Âniden o meyyit
kalkıp oturdu. Feryâd edip, dedi ki, yazıklar olsun bana, vay
bana. Ben dedim ki, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah)
söyle. Bana dedi ki, bu kelime-i serîfeyi demenin fâidesi
yokdur. Zîrâ ben kavmim ile olurken, Ebû Bekr ve Ömer ve
Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine dil uzatıp, uygunsuz
sözler söylerlerdi. Ben de onlara uyar, söylerdim. Sonunda
helâk oldum. Beni Cehenneme iletip yerimi gösterdiler.
Benim rûhumu geri verdiler ki, halka haber vereyim. Sakın, sakın,
o serverlere dil uzatmayın. Bu sözleri temâm etdikden
sonra, tekrâr öldü. (Sevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmusdur.
Onikinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet
buyurmuslardır. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü
teâlâ anhüm” hazretlerine uygun olmıyan sözler söyleyen bir
– 263 –
kimse vardı. Bir gün yüzünde bir yara peydâh oldu. O yara giderek
yüzünü tutup, yüzünün temâmı kara oldu. Her dürlü ilâcı
denediler, sifâ bulmadı. Bütün insanların yanında rüsvay oldu.
Sonra bu seklde öldü. Hem dünyâda ve hem âhıretde melâmet
oldu [yüzü kara olmak bedbahtlıgına kavusdu]. (Sevâhid-
ün nübüvve)den terceme olunmusdur.
Onüçüncü Menâkıb: Büyüklerden biri rivâyet eder. Çocuklugumda
râfizî bir hocam var idi. Beni de râfizî yapmısdı. Bir
gece rü’yâmda kıyâmet kopmus. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri huzûrlarına ve mubârek hâk-i pâyelerine
bütün halk toplanmıs, sefâ’at ricâ ederler. Ben de huzûrlarına
vardım ki, sefâ’at isteyeyim. Gördüm, sag yanında
nûr yüzlü, selîm ve hilm sâhibi ihtiyâr durur. Sol yanında bir
mubârek kimse durur. O da secâ’atlı ve bahâdır ve mubârek
yüzü nûrlu bir kimsedir. Hemen beni gördüler. Dediler ki; yâ
Resûlallah! Bu adam bizden ne ister ki, her gün bize dil uzatıyor,
biz bu adama ne yapdık. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri mubârek elini uzatıp, beni tutmak istedi.
Ben kaçdım. Bu ızdırâb ile ve bu korku ile uykudan uyandım.
Gördüm ki, bütün saçım ve sakalım ve kasım ve kirpigim
dökülmüs. Dört ay dısarı çıkamadım. Dünyânın ilâcını kullandım.
Aslâ fâide vermedi. Bir gün dostlarımdan biri beni görmege
geldi. Benim hâlimi sordukda, ben de ahvâlimi oldugu gibi
anlatdım. O da dedi ki, sen meger Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine salevât getirmekden habersizsin.
Birkaç gün salevât-i serîfe getirmege devâm eyle ve Eshâb-ı güzîn
“rıdvânullahi aleyhim ecma’în” hazretlerine, derûn-i dilden
[kalbden] muhabbet eyle. Yapdıgın kabâhatlere tevbe ve istigfâr
eyle. Ümîd edilir ki, kısa zemânda bu belâdan kurtulup, halâs
olursun. Hemen ibrik getirtip, abdest alıp, sonra iki rek’at
nemâz kılıp, hâlis niyyet ile etdigim islere nâdim olup, tevbe ve
istigfâra mesgûl oldum. Bir hafta temâm olmadan saçım ve sakalım,
kasım ve kirpigim çıkıp, evvelkinden de çok oldu. Onun
için, bu sultânlara ihânet üzere olanlar, dünyâda ve âhıretde sıkıntıdan
kurtulamazlar. (Sevâhid-ün nübüvve)den terceme
olunmusdur.
Ondördüncü Menâkıb: Imâm-ı Müstagfirî (Delâil-i Nübüv-
– 264 –
ve) adlı kitâbında yazmısdır. Büyüklerden birisi rivâyet eder.
Üç nefer kimse Yemen diyârına dogru yola çıkdılar. Bu müslimânlara
bir de râfizî katılmıs idi. Râfizî, O serverler [Eshâb-ı
kirâm] hakkında uygunsuz kelimeler söylerdi. Bu müslimânlar
ona her ne kadar nasîhatlar etdiler ise de aslâ te’sîr etmeyip, râfizî
devâm ederdi. Berâberce birgün bir menzile kondular. Bir
mikdâr istirâhat etdiler. Bir zemândan sonra uykudan uyanıp,
abdest almaga kalkdılar. O bedbaht maymûn gibi yatarken,
onu da uyardılar. Hemen uykudan uyandı. Âh, âh, herhâlde
ben bu menzilde kalsam gerekdir, dedi. Müslimânlar dediler ki,
bu menzilde niçin kalacaksın, aslâ olmaz. O bedbaht dedi ki,
Peygamberi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” rü’yâda gördüm
ki, basımın ucuna geldi. Bana dedi ki, bre bedbaht, bu menzilde
senin sûretin degisse gerek. Bu müslimânlar dediler ki, ne
durursun, kalkıp, abdest alıp, tevbe ve istigfâra mesgûl olup, niyâzda
bulun. O da ayaklarını toplayıp, kalkmak istedikde, o ân
Allahü teâlânın emri ile iki ayak parmakları degisiklige ugrayıp,
maymun parmakları gibi oldu. Ondan sonra topuklarına
kadar degisdi. Ondan sonra dizine kadar, ondan sonra kusagına
kadar, ondan sonra gögsüne kadar çıkdı. Sonra, temâm vücûdu
maymûn oldu. Müslimânlar bu hâli görünce, tutup sıkıca
devenin üzerine bagladılar. Yemene yakın vardıkda, aksama
yakın bir meselik yere ugradılar. Orada çok maymûn vardı. Hemen
maymûnları gördü. Deve üzerinden zorlayıp, baglarını kırıp,
yere indi. Varıp o maymûnlara ulasdı. Biz de maymûnlardan
korkduk ki, bize hücûm edecekler diye. Sonra gördük ki,
bütün maymûnlar yakın yere gelip, durdular. Degisiklige ugrayan
aralarından ayrılıp, bize karsı gelip, durdu. Gözlerinden o
kadar yas akdı ki, vasfa gelmez [anlatılamaz]. Sonra diger maymûnlara
karsı gitdi. Simdi aklı olan kimselere hemen bu ibret
yeter. Nerede kaldı ki, o büyükler hakkında nice âyet-i kerîme
ve hadîs-i serîf vardır.
Yâ Rab, lutfün ile dâimâ bize dogru yolu göster,
Sapık yolları degil, sana varan yolu göster.
Onbesinci Menâkıb: Büyüklerden biri Sâm sehrine ugrar.
Bir mescidde sabâh nemâzını kılar. Imâm nemâzı kıldıkdan
sonra, arkasını mihrâba dönüp, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân
– 265 –
“radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin haklarında uygunsuz
sözler söylemege baslar. O büyük zât, imâmdan bu sözleri isitince
çok üzülüp ve mahzûn olarak kalkıp, yoluna gider. Bir seneden
sonra yine yolu Sâm sehrine ugrar. Tekrâr o mescide varıp,
sabâh nemâzını kılar. Nemâzı kıldıkdan sonra, imâm olan
kimse, arkasını mihrâba dönüp, O serverlerin [Ebû Bekr,
Ömer, Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin] büyüklüklerinden
bahs etmege, onları medh etmege baslar. O
büyük zât, cemâ’atden birine süâl eyler ki, bu imâm geçen sene
o serverlerin sânlarına uygunsuz sözler söyledi. Simdi de
medh ve senâ eyledi. Sebebi nedir. O müslimân dedi ki, evvelki
imâmı görmek ister misin. O büyük zât dedi, görmek isterim.
O da önüne düsüp, bir odaya girdiler. Gördü ki, bir siyâh
köpek, boynundan zincir ile baglı, yatar. O büyük dedi ki, bu
kelb [köpek] nedir. O müslimân dedi ki, geçen seneki imâm
budur. O din büyüklerine hâsâ, uygunsuz sözler söylerdi. Bir
gün arkasını mihrâba dönüp, kötü âdeti üzere kötü sözler söylerken,
degisip, bu sûrete girdi. O büyük yanına varıp, sen geçen
seneki imâm mısın. O da eli ile basına isâret edip ve gözlerinden
yas akıtdı. Bu büyük de, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine
sükr edip, iste cezânı buldun, dedi. (Sevâhid-ün nübüvve)
den terceme olunmusdur.
Onaltıncı Menâkıb: Gâzîlerden biri rivâyet eder. Bir gazâda,
cemâ’at ile gazâya giderken, aramızda Benî Temîmden Ebû
Hayyân nâmında bir kimse vardı. O serverlerin haklarında uygun
olmıyan çirkin sözler söylerdi. Hepimiz o mel’ûna nasîhat
ederdik. Fâide etmeyip, uslanmazdı. Yolda bir hâkim var idi.
Yolumuz ona ugradı. Hâdiseyi hâkime açıkladık. Hâkim bize
dedi ki, o kimseyi benim yanımda bırakın. Mümkindir, onu ıslâh
edeyim. Bir zemândan sonra yola müteveccih olup, giderken,
o bedbahtı gördük ki, arkamızdan yetisdi. O mel’ûn kisiye
hâkim hil’at giydirip, bir at bagıslamıs. Ardımızdan yetisdi. Bize
eziyyet vermek maksadı ile yine o serverlere uygunsuz sözler
söylemege basladı. Bize karsı, ey Allahın düsmanları, beni
nasıl buldunuz, dedi. Biz de dedik ki, ey bedbaht ve nasîbsiz
kimse, bizden uzak ol. Yanımızda yürüme. Tâ ki senin nasîbsizligin
bize de bulasmasın. Hepimiz üzerine yürüdük. Kovduk.
Bizden uzak yürüdü. Mel’ûn, kazâ-i hâcet sebebi ile, yoldan sa-
– 266 –
pıp, bir yerde otururken, kızıl arılar üzerine hücûm etmisler.
Mel’ûn feryâda baslayıp, bizden yardım istedikde, biz de sâyed
bundan kurtulursa, insâfa gelir diye, bu niyyet ile yardıma vardık.
Yanına vardıgımızda, o arılar bize hücûm edip, az kaldı ki,
hepimizi helâk edecekler. Biz de sokmalarına tâkat getiremeyip,
çâresiz geriye kaçdık. O arılar da bize saldırmayı bırakıp,
yine o bedbaht kisinin [râfizînin] üzerine saldırıp, bir sâatde
gövdesinin etini delik-delik edip, bagıra-bagıra ölüp, cânı Cehenneme
gitdi. Biz de bir yerde durup, bunun ahvâlini seyr
ederken ve birbirimiz ile söylesirken, gaybdan bir ses isitdik ki,
çihâr yâr-i güzîni sevmiyen kisinin dünyâda cezâsı budur. Âhıretde
yakalanacagı azâbların siddeti ve nihâyeti yokdur, diyordu.
(Sevâhid-ün nübüvve)den terceme olundu.
Onyedinci Menâkıb: Seyh-i Ekber [Muhyiddîn-i Arabî]
“kuddise sirruhül’azîz” hazretleri (Fütühât-ı Mekkiyye) adlı kitâbında
zikr etmisdir. Evliyâullahdan bir tâife vardır ki, Recebîler
derler. Onlar kırk kisi olup, fazla ve eksik olmazlar. Onların
hâli Receb ayının ilk gününde öyle olur ki, sanki gökler üzerine
konulmusdur. Harekete mecalleri olmaz. Ne ayak üzerine
durabilirler ve ne oturabilirler. Ellerini ve ayaklarını degil, gözlerini
harekete kâdir olamazlar. Recebin ilk gününde öyle olurlar.
Ammâ günden güne o hâlet bunlardan kalkar. Sa’bân ayı
girince, temâmen o hâlden kurtulurlar. Onlara Recebde Allahü
teâlânın izni ile çok kesf ve nihâyetsiz tecellîler olur. Sa’bân ayı
girince bu hâller onlardan kalkar. Ba’zan o hâllerin ba’zısı o tâifenin
ba’zısında sene temâm oluncaya kadar bâkî kalır. Hazret-
i Seyh “rahmetullahi teâlâ” der ki, o tâifeden birini gördüm
ki, onda râfizînin kesfi bâkî kalmısdı. O Recebî, râfizîleri hınzır
seklinde görürdü. Ba’zan olurdu ki, hâli örtülü bir kisiye, hiç
kimsenin mezhebini bilmedigi kimseye ugrardı. Eger o kisi râfizî
i’tikâdında ise, hınzır sûretinde görürdü. O sahsı taleb ederdi.
Ona nasîhat ederdi. Tevbe etmesini ve Allahü teâlâ hazretlerine
rücû’ etmesini ve râfizî oldugunu söylerdi. O sahs teaccüb
ederdi. Eger tevbe ederse ve tevbesinde sâdık olursa, onu
insan sûretinde görürdü. Derdi ki, dogru söylersin. Eger yalan
söylüyorsa, o sahsı yine hınzır sûretinde görürdü. Tevbe etmedin.
Yalan söylüyorsun, derdi. Bir gün, sâfi’î mezhebinde olan
ve iyi olarak bilinen iki kimse ona geldiler. Hiç kimse onların
– 267 –
râfizî i’tikâdında oldugunu zan etmezdi. Si’â cemâ’atinden de
degiller idi. Lâkin o mezhebi seçmisler idi. O iki mu’temed kimse,
o azîze [büyük zâta] vardılar. Bunları dısarı çıkarın, buyurdu.
Sebebini sordular. Buyurdu ki, ben sizi hınzır sûretinde görürüm.
Bu benimle Hak Sübhânehü ve teâlâ arasında bir alâmetdir
ki, râfizîleri bana bu sûretde gösterir. Bu ma’nâdan
te’accüb edip [sasırıp], hemen o bâtıl mezhebden ve fâsid i’tikâddan
temâmen dönüp, kurtuldular.
Onsekizinci Menâkıb: O sultânın haklarında edebsizlik etmis
ve uygunsuz sözler söylemis olan râfizî tâifesinin cezâları.
Hâce Muhammed Pârisâ “kuddise sirruhül’azîz” hazretleri
(Fasl-ül-hitâb) adlı kitâbda buyurmusdur. Hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh” buyurmuslardır ki: (Bir tâife beni Ebû Bekr,
Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin üzerlerine
tafdîl ederler [üstün tutarlar]. Gönüllerinde nifâk vardır.
Bununla ehl-i islâm arasına ihtilâf ve fitne salarlar. Bana Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri haber verdi.
Bunların katli ile bana emr eyledi. Zâhiren ehl-i islâma kardes
olduklarını söylerler. Bâtınlarında din düsmanıdırlar. Yalanı
güzel, kötülükleri temiz görürler. Mushaf-ı serîfi iptâl ederler.
[Kur’ân-ı kerîmin hükmünü kaldırırlar.] Fücûr [kötülük] üzerine
birbirleri ile yarısırlar. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine ve Eshâb-ı kirâm hazretlerinin büyüklerine
seb’ ederler. [Dil uzatırlar.] Eshâb-ı kirâm arasında olan vâkı’aları
anlatıp, anladıklarına tâbi’ olurlar. Hak Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri onları afv etmez. Küçükleri büyüklerinden bozuk
fikrleri ögrenip, o seklde terbiye olunurlar. Sünnet-i islâmı
harâb ederler. Bid’at-ı seyyieleri ihyâ ederler [yayarlar]. O zemânda
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sünnetine
yapısan kimse sehîdlerin ve âbidlerin efdalidir. Se’âdet onlarındır.
Yeryüzünde râfizîden dahâ hoslanılmıyan kimse yokdur.
Yerin gadabı onlaradır. Gök istemiyerek onların üzerine gölge
verir. O tâifenin âlimleri o günde gök altında olan kimselerin
serlisidir. Fitne onlardan çıkar ve onlarda olur. Allahü teâlâ korusun.
Onlar su kimselerdir ki, gökdeki melekler arasında pislikler
diye adlandırılırlar. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hazretlerini meclislerinde ve mahfellerinde ve
mescidlerinde seb’ ederler [kötülerler]. Bu habîs isi kendilerine
– 268 –
si’âr ederler. Hikmet kalblerinden gider. Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri râfizî, bid’at ve dalâlet ehlinin sekllerini degisdirir.)
Eshâb-ı güzîn bu sözleri isitdiler. Dediler ki, (Yâ Emîr-el
mü’minîn. Eger biz o zemâna erisirsek ne yapalım.) Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Îsâ “alâ nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinin havârîleri gibi olunuz. Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri, Nebîsine itâ’atden ve Eshâbına
muhabbetden ve o tâifeden [râfizîlerden] uzak olmakdan
baska size bir sey emr etmemisdir. Ben size derim, Hak ve sünnet
üzerine olmak, bid’at ve dalâlet üzerine olmakdan hayrlıdır.)
Rivâyet olundu ki, imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine bu haber erisdi ki; Abdüllah
bin Sebe’ seni Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ
anhüm” üzerine tafdîl eder [üstün tutar]. Alî “kerremallahü
vecheh” yemîn ederek (Vallahi onu öldürürüm) buyurdu. Dediler
ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Sana muhabbet edeni katl eder
misin! Elbette. Benim oldugum sehrde olmasın. Hemen bulundugu
sehrden sürdü. (Sevâhid-ün nübüvve)den nakl olundu.
Velhâsıl Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
aralarında bu dördü [dört büyük halîfe], mezîd-i fazîlet ve kemâl-
i mekremet ve vüfûr-i ihtirâm ve ikrâm-i tâm ve hülefâ-i
nübüvvet ve uyûn-ı ehl-i hicret ve büyüklerin büyügü ve seçilmislerin
seçilmisi olmakla en öndedirler. Bu bâbda kıyâs yapmaga
ve düsünmege hâcet yokdur. Nitekim, onları üstün bilmek,
büyüklerin sözü ve icmâ’ ile sâbitdir. Büyüklerin sözlerine
ve icmâ’a uymak lâzımdır. Bos sözlere ve bid’atlere uymamalıdır.
Allahü teâlâ bizi bunlardan korusun. (Sevâhid-ün nübüvve)
den alınmısdır.
Ondokuzuncu Menâkıb: Ebüdderdâ “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri, Süveyde bin Akîkden rivâyet eder. Süveyde
der ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine söyledim. Ben
si’âdan bir kavm üzerine ugradım ki, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerini naks ile zikr ederler [kötülerler].
Eger onlar senin kalbinde olanı bilseler idi, bu sözü
söylemege cür’et edemezlerdi. Hemen Aliyyül mürtedâ “ker-
– 269 –
remallahü vecheh” buyurdu ki: (Onlar hakkında kalbimde iyilik
ve güzellikden baska birsey bulundurmakdan Allahü teâlâya
sıgınırım). Sonra kalkdı. Mubârek gözleri yas ile doldu. Elimi
tutdu. Agladıgı hâlde gelip, minbere çıkdı. Elinde beyâz ve
güzel bir nesne tutdugu hâlde, bir belig ve muhtasâr hutbe
okudu. Buyurdu ki: Nedir o kavmlerin hâli ki, Kureysin iki seyyidini
kötü zikr ederler. Ve bana zan ederler o sey ile ki, ben o
seyden pâkım. Ve onların dediklerinden berîyim. Ve onların
dedikleri üzerine, onları Allah hakkı için cezâlandırırım. Onları
mü’min olanlar sevmez. Onlara ancak fâcirler bugz etmez.
Her kim ki o ikisini sever. Muhakkak beni sever. Her kim o ikisine
bugz eder; bana bugz eder. Ben ondan berîyim. Bilmis
olunuz ki, muhakkak cümle nâsın hayrlısı bu ümmetde, Peygamberlerden
sonra Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ
anh”. En önce müslimân olan odur. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine ondan sevgili yokdur. [En sevdigi
odur.] Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri indinde bu ümmetin
en mükerremi odur. Bu ümmetde Peygamberlerden
sonra ondan efdal ve ondan hayrlı kimse olmadı. Dünyâda ve
âhıretde ondan sonra bütün insanların hayrlısı Ömer-ül Fârûkdur.
Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyndir. Ondan sonra benim
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Allahü teâlâya benim için
ve bütün müslimânlar için istigfâr ederim. [Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri
sânlarına yakısır seklde; (Eshâb-ı kirâm), (Hak Sözün
Vesîkaları), (Mektûbât Tercemesi) ve (Se’âdet-i Ebediyye)
kitâblarında anlatılmısdır. Lütfen bu kitâblardan okuyunuz!]
Zâhidâ! Aç gözün, sahraya bak da, ibret al!
Su direksiz kubbe-i semâya bak da, ibret al!
Görmek istersen, Cenâb-ı kibriyânın kudretin,
her sabâh, seher vakti, dünyâya bak da ibret al!
Pâdisâh olsan da, derler “er kisi niyyetine”,
Var, musallada yatan mevtâya bak da, ibret al!
Bir kefendir âkıbet, sermâye-i beg ve fakîr,
varlıga magrur olan, mecnûn degil de, yâ nedir?
Üçüncü halîfe emîr-ül mü’minîn Osmân-ı Zinnûreyn “r.a.” menkıbeleri 2. Bölüm
Otuzüçüncü Menâkıb: Büyüklerden birisi rivâyet eder.
Kâ’be-i serîfi tavâf ederken bir a’mâ gördüm. Hem tavâf ediyor
ve hem de, (Yâ Rab! Bilirim ki, günâhım afv olunmaz!) diyordu.
Ben de ona, böyle bir yerde, böyle söz söylenir mi, dedim.
O da dedi ki: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” sehîd
olunmazdan evvel bir arkadasım ile, hazret-i Osmân sehîd oldukdan
sonra, yüzüne bir tokat vuralım diye yemîn etdik. Sehâdet
serbetini içdi. Ben ve arkadasım hazret-i Osmânın yanına
vardık. Gördük, mubârek bası hâtununun yanında, örtülmüs
durur. Arkadasım hâtununa dedi ki, aç yüzünü, Onun yüzüne
tokat vurmaga ahd eyledik. Hâtunu dedi ki, Allahü teâlâ
hazretlerinden korkmaz mısınız. Peygamber “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin sohbetini anmaz mısınız. Hazret-
i Peygamberin iki muhterem kerîmesini aldıgını fikr etmez
misiniz. Ben hicâb edip, geri döndüm. Arkadasım orada kalıp,
vardı, hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” mubârek basını
açıp, nûra gark olmus yatarken, mubârek gül yanagına, kuruyacak
bir eliyle tokat vurdu. Hazret-i Osmânın hâtunu, elle-
– 224 –
riniz kurusun ve gözleriniz kör olsun dedigi gibi, o ânda, kapıdan
dısarı çıkamadan gözlerimiz kör oldu. Ve ellerimiz kurudu.
Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” menâkıb-ı serîfine
nihâyet yokdur. (Sevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmusdur.
Hazret-i Zeydden rivâyet olunur ki, hazret-i Osmânın “radıyallahü
teâlâ anh” katline kasd edenlerin temâmı az zemânda
cünûna mübtelâ olup [aklını kaçırıp], helâk oldular. Abdüllah
bin Mubârek “rahmetullahi teâlâ aleyh” bu haberi isitdigi zemân
(Delilik onlar için azdır) buyurmusdur.
Otuzdördüncü Menâkıb: Bir gün bir kervân Mekke-i Mükerremeye
ticârete giderken, Medîne-i Münevvereye ugradı.
Allahü teâlânın hikmeti, kervân halkı hazret-i Osmânın “radıyallahü
teâlâ anh” kabrinin yanında mola verdiler. Kervân
halkı birbiri ile, bu gece hazret-i Osmânı ziyâret etmek için
müsâvere etdiler. Ertesi günü Sultân-ı kâinât “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerini de ziyâret edeceklerdi. Bütün
kervân halkı, hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” kabrini
ziyâret için abdest aldı. Meger içlerinde bir râfizî varmıs.
Lâkin onu bilmezlerdi. Buna da teklîf eylediler. Bin dürlü behâne
bulup, ziyârete gitmedi. Çadırlardan kervân halkı gitdikden
sonra, bir büyük arslan geldi. O râfizîyi basından kavradı.
Yir iken, kervân halkı ziyâretinden döndüler. Çadırlarına gelip,
gördüler ki, bir büyük arslan, arkadaslarının basını kemirir.
Aslan bunları görünce, râfizînin murdâr lesini çadırdan dısarı
çıkarıp, fasîh lisân ile, kervân halkına dedi ki, hazret-i Osmânı
sevmiyenin sonu budur. Murdâr lesi daga dogru sürüye
sürüye alıp gitdi.
Otuzbesinci Menâkıb: Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ
anh” rivâyet eder. Hazret-i Osmânı “radıyallahü teâlâ anh” katl
edenler pismân olup, mescidde pismânlıklarını anlatırken, semâ
[gök] yüzünden bir sahs zuhûr etdi. Elini uzatıp, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hücre-i serîfesinden
bir mushaf çıkarıp, bu sözü söyledigini gördüm. (Muhammed
aleyhisselâm, dîninde ayrılık çıkaran ve böylece fırkalara
ayrılmaga sebeb olan kimselerden uzakdır. Böyle oldugunu
bilmiyor musunuz.)
– 225 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:15
Sehîd olduklarında sekseniki yasında idi. Bakî’de defn olunup,
rahmet-i rahmâna kavusdu “radıyallahü teâlâ anh”. Allahü
teâlâ hasra ve kıyâmete kadar ondan râzı olsun! Ma’lûm ola
ki, hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” fazîletlerinden bu
zikr olunan, deryâdan katre ve günesden zerre mesâbesindedir.
Dahâ genis ma’lûmât edinmek isteyen dahâ önce zikr olunan o
iki kitâba mürâce’at etsin. “Sallallahü alâ seyyidinâ Muhammedin
ve âlihî ve sahbihî ecma’în.”
Otuzaltıncı Menâkıb: Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
sânları ve serefleri için nâzil olan âyet-i kerîmeler:
1– Islâm dîni yayılmaga baslayınca, her tarafdan arablar Medîne-
i münevvereye gelmege basladılar. Mescid-i serîf dar oldugu
için, gelenler yer bulamadıgından sahrâda çadır kurup, oturdular.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Her kim bu bizim mescidimizi, bir zrâ’ dahî büyültürse,
Cennet onun içindir.) Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri, yâ Resûlallah! Benim malım ve mülküm sana fedâdır.
Ben kemter kulun [kölen] genisleteyim, dedi. Sonra kırk
zrâ’ genisletdi. Allahü teâlâ hazretleri, meâl-i serîfi; (Allahü teâlânın
mescidlerini, ancak Allaha ve âhıret gününe inanan, nemâz
kılan, zekât veren ve yalnız Allahü teâlâdan korkan kimseler
ta’mîr eder. Bu vasfdaki kimselere Cennete götürecek amelleri
yapmak lâzım olur) olan Tevbe sûresi onsekizinci âyet-i kerîmesini
gönderdi.
2– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, müslimânlara, birbirinizle
ittifâk edip, mallarınızın bir mikdârını vâcib ve bir mikdârını
tetavvu’ olarak Allah yolunda harc edin, buyurmusdu.
Onlara, ittifâklarının netîcesinin bereketinin nasıl olacagını ve
onun sevâbının haddi [mikdârı] ne kadar olacagını beyân buyurmus,
meâl-i serîfi, (Müslimânlardan mallarını cihâd veyâ dahâ
baska hayrlı isler gibi, Allahü teâlânın gösterdigi yolda sarf
etmeleri, bir dâneyi tarlaya ekip, bundan yedi basak ve her bir
basakdan yüz dâne almaga benzer. Allahü teâlâ diledigi kimselere
bu kat kat artdırmagı veyâ dahâ fazlasını kulun malını dagıtmasındaki
ihlâsı nisbetinde, sevâbını on, yetmis, yediyüz veyâ
dahâ fazla katları kadar artdırır. Allahü teâlâ vasi’dir. Alîmdir.
Allah yolunda mal sarf edenler, sarf etdiklerinde men’ ve
– 226 –
ezâ etmiyenler, Rablarının yanında büyük sevâblara kavusurlar.
Onlar için, âhıretde korku ve dünyâ islerinde üzüntü yokdur.)
olan, Bekara sûresi 261, 262.ci âyet-i kerîmeleri ile bildirmisdir.
Minnet, ni’meti yâd etmekdir. Söylemek ve saymak yolu ile
basa kakmak, o ni’metin sevâbını kesmege sebeb olur. Bunun
azı odur ki, bir kimseye in’âm ve ihsân eder. Sonra onu o kimsenin
istemedigi yerde yâd eder. Veyâ onun akebinde bir söz
söyler ki, o kimseye hos gelmez. Veyâ nice kerre sana in’âm etdim,
hiç sükrünü etmedin diye söyler. Bir kimseye hiçbir seyi
vermemek, ona birsey verip de, sonra minnet etmekle rencîde
etmekden iyidir. Zeyd bin Islâm der ki: Babam bana dedi ki,
(bir kimseye bir sey verdigin zemân, böyle bilesin ki, ona senin
selâmından bir nesne gönlüne gelir. Selâmı ondan geri tut. Tâ
ki, o ni’met halâs kalsın.) Ebû Esâmenin yanına bir kadın geldi
ve dedi ki, hakîkat üzere gazâ eden bir mertden bana haber
ver ki, bir okum vardı, ona vereyim. Ebû Esâme dedi: Allahü
teâlâ bulundugun cem’iyyetde seni mubârek etsin ki, onları;
dahâ vermezden evvel rencîde etdin. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri, kulları üzerine, iyilik edip, basa kakmayı, verdiği
ni’meti verdigini söylemegi harâm etmisdir. Ni’meti yâd ederken
basa kakmamalı, karsısındakine magrûr olmamalıdır. Hak
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri kullara ni’met verir ve onlara
minnet eder. Allahü tebâreke ve teâlânın minneti yâd etdirmek
ni’meti olur. Böylece o kimse, birsey verince magrûr olmamalıdır.
Meâl-i serîfi, (Mallarını cihâd ve hayr islerinde Allah için
harcayanlar...) olan Bekara sûresinin 262.ci âyet-i kerîmesi Osmân
bin Affân, Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anhümâ”
hazretlerinin sân-ı serîfleri için nâzil olmusdur. Abdürrahmân
bin Avf, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûr-ı serîflerine, dört bin dirhem ile geldiler. Dedi ki, yâ Resûlallah!
Yanımda sekiz bin dirhem var idi. Dört bin dirhemini
ıyâlime nafaka için alıkoydum. Dört bin dirhemini getirdim.
Allahü teâlâ hazretlerine karz-ı hasen [ödünç] verdim. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Allahü tebâreke
ve teâlâ verdigine ve hem de ıyâlin için alakoyduguna be-
– 227 –
reket versin. Fekat Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Tebûk gazâsında
buyurdular ki, techîzatı olmıyan herkesin techîzatını almak
benim üzerime olsun. Bin deve yükü ile gâzîlerin techîzâtına
sarf etdi. Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi onların sânları
için gönderdi. Abdürrahmân bin Sümre “radıyallahü teâlâ anh”
der ki: Osmân “radıyallahü teâlâ anh” bin kırmızı altın getirdi.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kucagına
dökdü. Dahâ önce de beyân olunmusdur. Hazret-i Habîb-
i ekrem mubârek eli ile o altınları döndürüp, buyurdular ki,
(Affân ogluna, bugünden sonra her ne ederse, ziyân etmez!)
Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini gördüm. Mubârek
ellerini kaldırmıs, Osmâna söyle düâ buyururdu: (Yâ Rabbî!
Ben Osmândan râzıyım. Sen de râzı ol!) Böylece, sabâh
oluncaya kadar düâ buyurdular.
3– Asagıdaki âyet-i kerîmenin inis sebebi sudur: Hazret-i
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” gündüz oruc tutardı. Gece nemâz
kılardı. Her gece iki rek’at nemâz kılardı. Bir rek’atinde
Kur’ân-ı azîm-üs-sânın temâmını okurdu. Bir rek’atinde bin
(Kul hüvallahü ehad) sûre-i serîfesini okurdu. Hak sübhânehü
ve teâlâ bu âyet-i kerîmeyi irsâl buyurdu. (Bütün gece secde
edip ve ayakda durup, devâmlı ibâdet ve itâ’at eden ile isyân
eden bir olur mu. O âhıret azâbından korkar. Rabbinin rahmetini
ümîd eder. Ey Resûlüm, de ki, hiç bilen ile bilmiyen bir olur
mu. Nitekim devâmlı itâ’at eden ile isyân eden de bir degildir.
Bildirdiklerimize ancak akl sâhibleri kıymet verir.) [Zümer sûresi
dokuzuncu âyet-i kerîmesi meâli.] Bu âyet-i kerîme, Ammâr
bin Yâser “radıyallahü teâlâ anh” sânı ve Huzeyfe tebni
Mugîre el Mahzûmî sânı içindir. Müfessîrlerin çogunun kavlince;
Osmân ibni Affân “radıyallahü teâlâ anh” sânı için nâzil olmusdur.
4– Bu âyet-i kerîmenin nâzil olmasına sebeb o idi ki, Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” hayrât etmekde, nemâzda ve orucda ve
mal vermekde devâmlı idi. Allahü teâlâ hazretleri, onun yüksek
sânı için, meâl-i serîfi, (Sübhesiz ki, kendilerine bizden se’âdet
îcâb etmis olanlar, iste bunlar Cehennemden uzaklasdırılmıslardır.
Cehennemden uzaklasdırılan O Cennetlikler, Cehenne-
– 228 –
min hısıltısını bile duymazlar. Bunlar canlarının istedigi seyler
içinde ebedî olarak kalıcıdırlar. O en büyük korku (sûra üfürülüs
ânı) bunları mahzûn etmiyecek, kendilerini melekler söyle
karsılayacaklar: Iste bu size dünyâda va’d edilen mutlu gündür!)
olan Enbiyâ sûresi 101, 102 ve 103.cü âyet-i kerîmelerini
gönderdi. Bir rivâyetde gelmisdir. Hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” bu âyet-i kerîmeyi okudular. Sonra buyurdular ki,
ben onlardanım. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Talha ve Zübeyr
ve Sa’îd ve Abdürrahmân “radıyallahü anhüm” da onlardandır.
Âlimlerin çogu, bu âyet-i kerîme, Osmân bin Affân
hakkında nâzil olmusdur, dediler.
5– Diger âyet-i kerîmede Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri
buyurdu ki: (Sâlih mü’min olanlar, Allahü teâlânın harâm etmedigi
seyleri yimelerinde zarar yokdur. Ancak harâmlardan
sakınmaları, îmânlı olmaları ve amel-i sâlih islemeleri lâzımdır.
Bundan sonra, kendilerine harâm olan seylerden sakınır, harâm
olduklarına inanırlar. Ve dahâ sonra bütün günâhlardan
devâmlı sûretle sakınır, güzel amelleri arasdırıp, onları yaparlarsa,
muhsin olurlar. Allahü teâlâ, muhsinleri, ihsân edenleri
sever.) [Mâide sûresi 93.cü âyet-i kerîme meâli.] Emîr-ül
mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurur ki: Bu
âyet-i kerîme, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hakkında gelmisdir.
Otuzyedinci Menâkıb: Hazret-i Osmânın “radıyallahü anh”
üstünlükleri hakkında bildirilen hadîs-i serîfler ve haberler hakkındadır:
1– Isnâd ile Ebû Karfesadan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
olunmusdur. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” meclis-i serîflerinde bir cemâ’at oturmuslardı. Ben de
onların içinde bir zemân oturdum. Sonra, Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” meclis-i serîflerine dâhil oldular. Bir kösede oturdular.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki: (Yâ Osmân! Bana yakın ol.) Biraz yaklasdılar. Yine buyurdu
ki: (Bana yakın ol!). O mertebe yakın oldu ki, Osmân “radıyallahü
anh” hazretlerinin dizi, Habîbullah hazretlerinin
mubârek dizine ulasdı. Osmânın yakasının bagı açık göründü.
Mubârek eli ile yakasını bagladı. Ve yüzüne bakdı. Mubârek
– 229 –
gözleri yas ile doldu. Sonra buyurdu, (Yâ Osmân! Önünde büyük
is olacagını bil! Sen kıyâmet gününde benim havzıma erisenlerin
evveli olursun! Senin damarlarından kan revân olur.
Rengi kan rengi olur. Kokusu misk kokusu olur. Ben ki, Resûlüm!
[Sana] Sübhânallah! Sana bunu kim etdi, derim. Sen, falan
ve falan etdi, dersin. Orada bir nidâ edici, Arsdan nidâ
eder ki, biliniz ki, Osmân bin Affân, pâdisâh ve emîr, dehr
[dünyâ] sürülmüs üzerine. Sonra, senin ile Allahü teâlâ ve tekaddes
arasındaki perde kalkar. Sana Allahü teâlâ tecellî edip,
buyurur! Yâ Osmân! Seni öldürenler hakkında ne düsünürsün.
Sen dersin ki, yâ Rab! Eger Sen onları azarlar isen [cezâlandırır
isen], ben de azarlarım. Eger Sen onları afv edersen,
ben de afv ederim.)
2– Câbir “radıyallahü teâlâ anh” der ki, biz muhâcirlerden
bir cemâ’at, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-
ı serîflerinde oturmus idik. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve
Alî ve Talha ve Zübeyr ve Abdürrahmân bin Avf ve Sa’d bin
Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anhüm” onların arasında idi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Sizden
herkes, kendi dost ve yârinin yanına varsın!) Onlar da öyle yapdılar.
Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Osmânın
yanına vardı ve onu kenârına aldı. Yüzünü öpdü ve buyurdu
ki: (Yâ Osmân! Sen benim dünyâda ve âhıretde dostumsun!)
3– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Osmân bin
Affâna “radıyallahü anh” buyurdular ki: (Ben Ümmü Gülsümü,
Allahü teâlâ tarafından vahy gelerek sana verdim.)
4– Ebû Imâmet-el Bahilî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
eder. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular: (Ricâlin [bir kisinin] sefâ’ati ile benim ümmetimden
Rebî’a ve Mudar kabîleleri mikdârı Cennete girer.) Rivâyet
ederler ki, o mert hazret-i Osmân bin Affândır “radıyallahü
teâlâ anh”.
5– Mugîre bin Sûbe’ rivâyeti ile gelmisdir. Mugîre tebni Sûbe
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Müsrikler Huneyn gazâsı
günü hezîmete ugradılar. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
– 230 –
sellem” bir adama buyurdugunu isitdim: (Ey Allahın düsmanı.
Allahü tebâreke ve teâlâ sana bugz eder!) Mugîre der ki, yâ Resûlallah!
Bu o kisidir ki, Kureyse bugz eder. Buyurdu ki, (Evet,
Osmân bin Affâna bugz eder!)
6– Seddâd bin Evs “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Resûlullahdan
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” isitdim, buyurdu
ki: (Ben eshâbım arasında oturmusdum ki, Cebrâîl aleyhisselâm
benim önüme geldi. Beni sag kanadı üzerine aldı. Cennet-
i Adna iletdi. Cennet-i Adnda gezerken, bir elma elime
geldi. Ben o elmaya bakıp, te’accüb ederken, nâgah, o elma
sak olup, iki bölük oldu. Arasından bir hûrî dısarı geldi. Hak
sübhânehü ve teâlâ hazretlerine tesbîh etdi. Öyle tesbîh etdi
ki, evvelden âhıre kimse öyle tesbîh etmemisdir. Ben dedim;
Sen kimsin. Dedi, ben hûrî’aynım. Allahü tebâreke ve teâlâ
beni arsın nûrundan halk etmisdir. Ben dedim, kimin içinsin.
Dedi, imâm-ı mazlûm Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ
anh” içinim.)
7– Zehrî rivâyeti ile, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ
anh” bildiriyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
bir gece kalkıp, gidiyordu. Hazret-i Osmân da ileride gidiyordu.
Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Yâ Resûlallah! Bu
kimdir ki, bu sâatde senin önünden gitdi. Buyurdular ki, (Osmân
bin Affândır). Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, bu Ebû Amrdır,
ya’nî Osmândır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdular, (Evet yâ Cebrâîl. Siz Osmânı gökde de tanır mısınız!)
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Yâ Resûlallah! O Allahü tebâreke
ve teâlâ hakkı için ki, seni halka hak Nebî gönderdi.
Günesin yer yüzünü aydınlatdıgı gibi, Osmân gökleri aydınlatır.
8– Abdürrahmân bin Ebî Leylâ rivâyet eder. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” Kanbere buyurdu ki, var mescidde yüksek
ses ile seslen. Hazret-i Osmânı seven kimse var mıdır. Kanber
varıp nidâ etdikde, bir kisi kalkıp dedi ki, ben hazret-i Osmânı
severim. Kanber dedi ki, gel, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü
teâlâ anh” seni çagırır. O kisi kalkıp, emîr-ül mü’minîn
Alînin huzûruna geldi. Emîr-ül mü’minîn buyurdu ki, Osmânı
sever misin. Dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn, Allahü tebâreke ve
– 231 –
teâlâ hazretlerinin izzet ve azameti hakkı için, ben hazret-i Osmânı
kendi cânımdan dahâ çok severim. Bir vakt Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna varmısdım. Dedim
ki, yâ Resûlallah! Bana birsey ver ki, bir hanım almısım, hiçbir
nesne yokdur ki, onun mehrini vereyim. Resûlullah hazretleri,
bana bir vekiyye altın verdiler. Bir vekiyye kırk dirhem kıymetinde
altın idi. Ebû Bekr de bir vekiyye verdi. Ömer de bir vekiyye
verdi. Osman iki vekiyye verdi. Yâ Osmân, Resûlullah ve
Ebû Bekr ve Ömer bir vekiyye verdiler. Sen niçin iki vekiyye
verdin, dedim. Hazret-i Osmân dedi ki, bir vekiyye kendimden
ötürü, bir vekiyye, Alî bin Ebû Tâlibden ötürü verdim ki, o vakt
onun hâzır bir nesnesi yokdu ki, sana versin. Ondan sonra dedim
ki, yâ Resûlallah! Bu malın bereketi olması için, bana düâ
et. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Bu
malın bereketi nasıl olmaz ki, bunu sana Peygamber ve Sıddîk
ve iki sehîd verdi.) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu
isitdigi zemân çok sevindi ve buyurdu ki, (dogru söyledin) “radıyallahü
teâlâ anh”.
9– Sa’d bin Ibrâhîm rivâyet eder. Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü
teâlâ anh”, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûrlarında oturmusdu. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhümâ”
hazretleri geldiler. Server-i âlem onları gördü. Buyurdu ki:
(Yâ Alî! Bu ikisi, ya’nî Hasen ve Hüseyn, Cennet gençlerinin
büyükleridir [üstünleridir]. Onların babaları onlardan yüksekdir.
Osmân bin Affân, Ibrâhîm Halîl-ür-rahmân aleyhisselâma
benzer.)
10– Dogru haber ile gelmisdir. Muhârık bin Semâme, kız
kardesi Ümmü Gülsüme söyledi ki, mü’minlerin anası Âisenin
“radıyallahü teâlâ anhâ” huzûr-ı serîflerine var. Benden selâm
söyle. Ümmü Gülsüm der ki, hazret-i Âise-i Sıddîkanın huzûruna
vardım. Dedim ki: Senin ogullarından birisi sana selâm
eder. Buyurdu ki: Allahü tebâreke ve teâlânın selâmı ve rahmeti
onun üzerine olsun. Ben dedim: Cenâbınızdan ricâ ederim
ki, hazret-i Osmân bin Affân hakkında, bir hadîs-i serîf
nakl buyurunuz ki, onu sehîd etdikleri vakt, herkes bir söz söylediler.
Âise “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdu ki: Ben sehâdet
ederim ki, bir soguk gecede, Osmân bin Affânı, bu ev içinde,
– 232 –
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile
gördüm. Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm vahy getirdi. Vahy gelince,
Resûlullah üzerine bir agırlık inerdi. Nitekim, Hak Sübhânehü
ve teâlâ haber verir. (Biz senin üzerine vahy ederiz.
Ya’nî Kur’ân ki o, her ne kadar dil üzerinde hafîf ise de azametde
agırdır.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
mubârek elini Osmânın arkasına vurup, buyurdu ki, (Bu makâm
kime müyesser olur. Allahü teâlâ hazretleri bu makâmı
Peygamberlerinden baska hiç kimseye vermemisdir. Ancak, o
kimseye vermisdir ki, fazlaca ikrâm edendir. Her kim ki, Osmâna
yaramazlık söyler ise, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
la’neti onun üzerine olsun.)
11– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmisdir.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular
ki: Hazret-i Lût aleyhisselâmdan sonra, hanımı ile, Allahü
teâlâ yolunda ilk hicret eden Osmân bin Affândır “radıyallahü
teâlâ anh”. Allahü teâlâ bilir ki, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în”, Mekkeden Medîneye, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna hicreti
yalnız yapmıslardır. Hazret-i Osmân, ehli ve ıyâli ile berâber
hicret etmisdir.
12– Yûsüf bin Abdüllah bin Selâm rivâyet eder: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Ben; Allahü tebâreke ve
teâlâ huzûrunda, Osmânın düsmânlarının hasmıyım) buyurmusdur.
13– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir hadîs-i
serîflerinde buyurmuslardır ki, (Biz Osmân bin Affânı, Allahü
teâlâ katında halîl ve kerîm olan babamız Ibrâhîm aleyhisselâma
benzetiyoruz.)
14– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden
rivâyet olunmusdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Osmân benim ümmetimin
en hayâlısı ve en çok ikrâm edenidir.)
15– Kelîb bin Velîd, Ibni Melbekeden rivâyet eder. Abdüllah
ibni Ömerin “radıyallahü teâlâ anhümâ” huzûruna bir adam
geldi ve sordu: Osmân ibni Affân “radıyallahü teâlâ anh”
– 233 –
Bedr gazâsına hâzır oldu mu? Abdüllah hazretleri buyurdu ki,
hâyır olmadı. Bî’at-ı Rıdvâna hâzır oldu mu. Buyurdu ki: Hâyır
olmadı. Iki asker birbirine mülâki oldukları günde, yüz
döndürdü mü? [Uhud günü, dagılanlar arasında degil mi idi.]
Buyurdu ki, evet! O kisi kalkdı gitdi. Dediler, bu kisi sizden
ba’zı seyler sordu. Cevâbınızdan anladı ki, siz Osmânı zem etdiniz
[kötülediniz]. Buyurdular ki, acele o adamı geri döndürün.
Çagırdılar, geri döndü. Buyurdular ki, benden süâl etdigin
sözleri anladın mı. O sahs dedi ki, evet. Senden süâl etdim.
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Bedr gazâsına hâzır oldu mu.
Sen dedin, yok. Süâl etdim ki, bî’at-ı rıdvâna hâzır oldu mu.
Sen dedin, yok. Süâl etdim ki, Uhudda dagılanlar arasında mı
idi. Sen dedin, evet. Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” buyurdu ki: Bedr gazâsına hazret-i Osmân hâzır olmadı,
ammâ, Allahü teâlânın ve Resûlünün hâcetinde [isinde] idi.
Hazret-i Resûlullah Osmânın nasîbini o gazâda ayırdı. Ondan
gayri hâzır olmıyanlara nasîb vermediler [hisse ayırmadılar].
Bî’at-ı Rıdvânda da, Osmân ona hâzır olmadı. Resûlullah hazretleri
Osmânı, Mekke-i Mükerremeye elçi göndermis idi. Eshâb-
ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bî’at etdiler.
Resûlullah hazretleri kendi mubârek elinin birisini digerine
tutup, buyurdu ki, bu Osmânın eli olsun. Resûl-i ekremin mubârek
eli, Osmânın elinden üstündür. Allahü Sübhânehü ve
teâlâ, kelâm-ı kadîminde haber vermisdir. (Uhud gazâsında
iki asker karsılasdıgı zemân, arka çevirip dönenleri seytân igfâl
etdi [yanıltdı]. Allahü teâlâ onları afv etdi. Allahü teâlâ
günâhları afv edici ve cezâyı gecikdiricidir.) [Âl-i Imrân sûresi
155.ci âyet-i kerîmesi meâli.] Abdüllah bin Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” o sahsa buyurdu ki: Sakın ola ki, Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” hakkında kötü düsünmiyesin. Buna gayret
et!
16– Abdüllah bin Mubârek, Ebû Mus’abdan, o da Yezîd bin
Ebî Lehebden rivâyet etmisdir. Osmân bin Affân “radıyallahü
teâlâ anh” ile kavga edenlerin cümlesi dîvâne [deli] oldular.
Abdüllah bin Mubârek der ki, onların Cehennemde tadacakları
azâb yanında delilikleri azdır.
17– Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder:
– 234 –
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular
ki: (Ey Allahım! Muhakkak ki Osmân, rızânı taleb eder.
Sen de fadl ve keremin ile Osmândan râzı ol!)
18– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyeti
ile gelmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular: (Ey Allahım! Osmâna, kıyâmet gününün siddetinden
râhatlık ve kurtulus ver. Çünki, o bizi nice sıkıntılı günlerimizde
râhata kavusdurdu.)
19– Emîr-ül mü’minîn Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hakkında
rivâyet olunur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: (Eger kırk kızım olsa idi, cümlesini birbiri
ardınca, hiçbiri kalmayıncaya kadar Osmâna verirdim.)
20– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet
eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Muhakkak istedim ki, Eshâbımdan dört kimseyi
âleme göndereyim ki, halka Kur’ân-ı azîm-üs-sânı ta’lîm etsinler.
Bizden önce de Îsâ bin Meryem aleyhimüsselâm havârîlerini
halka göndermisdi.) Osmân bin Affânı, Abdüllah bin
Mes’ûdu ve Mu’âz bin Cebeli ve Ubeyy bin Kâ’bı “radıyallahü
teâlâ anhüm” gönderdiler.
21– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet
eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri,
buyurdular ki: (Ümmetimden büyük günâh isleyip, Cehenneme
gitmesi îcâb eden yetmis bin kimseye Osmân sefâ’at eder.
Allahü teâlâ onları Cennete gönderir.)
Otuzsekizinci Menâkıb: Kıymetli kitâblarda haber verilmisdir.
Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki: Birgün
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
kerîmeleri ve hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” zevcesi
olan Rukayyenin “radıyallahü anhâ” huzûrlarına vardım.
Elinde bir tarak tutuyordu. Buyurdu ki, kıymetli babam Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri simdi yanımdan
gitdi. Bu tarak ile mubârek saçını ve sakalını taradım.
Bana buyurdular ki, (Yâ Rukayye! Ebû Abdüllah Osmân bin
Affânı nasıl buldun!). Ben dedim ki: (Hayr ile gördüm. Iyilik
ile gördüm!) Babam buyurdu ki: (Cümle Eshâbım arasında ah-
– 235 –
lâkı bana en çok benziyen odur. Osmâna hurmetde kusûr etme!)
Otuzdokuzuncu Menâkıb: Zübeyr bin Harrâs rivâyet eyler.
Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”; kızı Hafsayı “radıyallahü anhâ”
hazret-i Osmâna “radıyallahü anh” nikâhlamak istedi. Hazret-
i Osmân özr beyân eyledi. Hazret-i Ömer üzüldü. Bu haber
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine erisdi.
Hazret-i Ömere buyurdular ki: (Yâ Ömer! Kızını Osmândan
dahâ iyisi alacak. Ve Osmân Hafsadan iyisini zevce edinecek.
Sen kızını bana nikâh et! Ben de kızımı Osmâna nikâh edeyim!)
[Hafsa “radıyallahü teâlâ anhâ” hicretin üçüncü senesinde,
genç yasında, Bedr gazâsında bulunan Huneysden dul kalmıs
idi.]
Kırkıncı Menâkıb: Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Üç nesne vardır ki, her kim onlardan kurtulursa
muhakkak kurtulur. Benim vefâtım, Deccâlın ve hak üzere
olan halîfenin katli.) Ebû Hüreyre buyurdu ki, hak üzere olan
halîfenin kim oldugunu Leyse ve Ibni Lehî’aya sordum. Bu halîfe
Osmân bin Affândır “radıyallahü teâlâ anh”, dediler.
Kırkbirinci Menâkıb: Ukbe bin Âmir el Cühenî “radıyallahü
teâlâ anh” bildiriyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri birgün buyurdular ki: (Yâ Ebâ Bekr ve
Ömer! Sizin ikiniz, dünyâda ve âhıretde kardeslersiniz. Simdi
her ikiniz, birbirinize selâm veriniz ve müsâfeha ediniz.) Hazret-
i Ebû Bekr, hazret-i Ömerin elini tutdu. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” tebessüm edip, buyurdu: (Yâ Ebâ
Bekr! Sen Ömerin önünce olursun!) Ya’nî dahâ önce halîfe
olursun. Sonra buyurdular. (Yâ Zübeyr ve Talha! Siz de geliniz.
Sizin aranızda da kardeslik vereyim. Her ikiniz, dünyâda
ve âhıretde kardeslersiniz. Simdi birbirinize selâm verip, müsâfeha
ediniz.) Nasıl buyurdu ise öyle yapdılar. Sonra buyurdu.
Ubeyy bin Kâ’b ve Abdüllah bin Mes’ûd da öyle yapdılar.
Sonra Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve Sâlimi, ki Sâlim Ebû Huzeyfenin
kölesi idi, onlara da buyurdu. Onlar da öyle yapdılar.
Sonra Üsâme tebni Zeyd ile Ebû Hind öyle yapdılar. Ebû
Hind Haccâm ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel-
– 236 –
lem” hazretlerinden hacâmat çekerdi. [Kanını alırdı.] Ve mubârek
kanını içerdi. Hazret-i Resûlullaha ziyâde muhabbetden
onların yanında kardeslik etdi. Onlar da öylece yapdılar.
Sonra Abdürrahmân bin Avf yüzünü hazret-i Osmân bin Affân
tarafına döndürüp dedi ki: (Innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn!).
Bize ne olmusdur ve ne islemisiz ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri benim ve senin tarafımıza
iltifât etmedi. Allahü teâlâ hazretlerinin hısmından ve Resûlünün
azarından; yine Allahü teâlâya sıgınırız, dedi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onlar tarafına
bakıp, buyurdular ki: (Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin
izzi ve celâli ve kudreti ve azameti hakkı için, Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri sizin üzerinize hısmlı [gadablı] degildir.
Ve Resûli de sizin üzerinize azarlı [sizi azarlamıs] degildir.
Allahü teâlâ ve Resûlü ve melekleri yanında ikrâm görenlerdensiniz!
Velâkin, ben sizi yâd etmek istedigim zemân, Hak
Sübhânehü ve teâlâ bir melek göndermisdir. Beni men’ etdi ve
dedi ki, onları sonra yâd et ki, onların ikisi de ganîdir [zengindir].
Ben de ondan dolayı sizi sonra yâd etdim. Bunun gibi, kıyâmet
gününde hesâb ederler. Fakîrlerin hesâbını evvel yaparlar.
Zenginlerin hesâbını sonra yaparlar. Ve sonra siz, dünyâda
ve âhıretde kardeslersiniz. Siz de birbirinize selâm verip,
müsâfeha ediniz.) Onlar da öyle yapdılar. Sonra Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki,
(Râzı oldunuz mu!). Onlar dediler ki: (Evet, râzı olduk. Allahü
teâlâ hazretlerine sükr ederiz ki, bizi rüsvâ etmedi.) Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki:
(Sizin üzerinize dahâ ilâve edeyim mi!) Evet, dediler. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu: (Siz ikiniz dünyâda
ve âhıretde kardeslersiniz! Cennetde benim kardesim Ilyâs
aleyhisselâmdır. Ilyâs aleyhisselâm, Allahü teâlâ hazretlerine
bütün halkın en sevgilisi idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri
Cebrâîl aleyhisselâmı Ilyâs hazretlerine gönderdi ki, Hak
sübhânehü ve teâlâ hazretleri sana kardeslik verdi; bir kulun
halâsıyle ki, onu zulm ile öldürürler. Ben ki, Resûlullah olarak
Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerini sizi sâhid tutarım ki, size
dünyâda ve âhıretde kardeslik verdim. Siz bugün cümlenin iyisisiniz.)
– 237 –
Kırkikinci Menâkıb: Dogru rivâyet ile gelmisdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sordular.
Cennetde berk [ısık, simsek] olur mu? Buyurdular ki, evet olur.
Osmân bin Affân bir kasrdan bir kasra giderken yüzünün nûru
ısık olur. Bundan dolayıdır ki, ona zinnûreyn derler. Ülemânın
ba’zının kavliyle, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” uzun
gecelerde tâ’at yapıp ve Kur’ân-ı azîm-üs-sân tilâvet etmekden
geri kalmazdı [ya’nî tilâvet ederdi]. Mubârek pehlûsunu yere
koymazdı. Mubârek gözü aglamakdan kuru olmazdı. Ahmed
bin Attâr “rahimehullahü teâlâ” bu ma’nâda su si’ri söylemisdir:
Yumuk durmakdan gözlerim kurudu,
Sanki göz kapaklarım kısa imis gibi.
Kapakları dikenle delik-desik olmus gibi,
Gözlerimin uyuyacak hâli yok.
Gece uzadıkça uzayınca derim ki,
Ey gecem, gündüz dahâ çok uzakda!
Kırküçüncü Menâkıb: Nu’mân bin Besîrden “radıyallahü
teâlâ anh” dogru rivâyet ile gelmisdir. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Içinizde hayâ
bakımından en sâdıkınız, Osmân bin Affândır.) Bu haber
zâhir delîldir ki, hiç kimsenin hayâ ve hicâbı bu ümmetde Osmân
bin Affânın “radıyallahü teâlâ anh” hayâ ve hicâbından
dahâ çok ve üstün degildir. Hazret-i Âdem aleyhisselâmın zemânından
bu zemâna gelene kadar, güzel ahlâkdan herkesde
zuhûra gelmisdir. O güzel ahlâkdan hayâ, o ahlâkların esreflerindendir.
Bu sözün ma’nâsı odur ki, hayrdan ve serden her
nesne ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri halk etmisdir,
onu çift halk etmisdir. Kur’ân-ı kerîm onunla nâtıkdır. (Her
seyden çift yaratdık...) buyurulmakdadır. [Zâriyât sûresi 49.cu
âyet-i kerîmesi meâli.] Açlıgı yaratdı. Toklugu onun çifti kıldı.
Sıhhati yaratdı. Hastalıgı ona çift kıldı. Fakîrligi yaratdı. Zengin
olmagı ona çift kıldı. Kimseye muhtâc olmamak ile, baskalarına
yük olmagı çift kıldı. Gönlü [kalbi] yaratdı. Rûhu ona
çift kıldı. Nefesi yaratdı. Râyihâyı ona çift kıldı. Dîni yaratdı.
Kemâli ona çift kıldı. (Bugün dîninizi temâm etdim!) [Mâide
– 238 –
sûresi 3.cü âyet-i kerîme meâli]. Dünyâyı yaratdı. Zevâli [yok
olmagı] ona çift kıldı. (Dünyâ malından yanınızda olanlar fânîdir.
Allahın indinde, Cennetdeki sevâb, oradakilerle bâkîdir!)
[Nahl sûresi 96.ci âyet-i kerîme meâli.] Topragı yaratdı.
Sükûnu [ızdırâbsızlıgı] onun çifti eyledi. Atesi yaratdı. Hareketi
onun çifti eyledi. Yer altını yaratdı. Darlıgı ve karanlıgı
onun çifti eyledi. Yeri yaratdı. Açılmagı, yayılmagı onun çifti
eyledi. (Allahü teâlâ sizin için arzı dösek yapmısdır. [Yeri genis
eyledi ki, üzerinde genis yollar açasınız.]) [Nûh sûresi 19.cu
âyet-i kerîme meâli.] Gökü yaratdı. Yüksekligi [mertebeyi]
onun çifti eyledi. (Yedi kat gökleri çok kuvvetli saglam kıldık.
Zemânla bozulmaz.) [Nebe’ sûresi 12.ci âyet-i kerîme meâli.]
Cenneti yaratdı. Maddî ve ma’nevî sıkıntıları ona çift kıldı. Nitekim
Seyyid-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdu ki: (Cennet, istenmiyen, sıkıntı veren seyler ile
örtülüdür. Cehennem de, sehvetler, arzûlanan seyler ile örtülüdür.)
Îmânı yaratdı. Hayâyı onun çifti eyledi. Çesidli haberlerde
gelmisdir. Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmusdur
ki: (Hayâ ve îmân bir arada bulunur.) Ya’nî hayâ
ve îmânı birbirinin çifti eyledi. Lâkin hayâyı gözde yaratdı. Ne
kadar ki, hayâ gözdedir. Îmân da gönüldedir. Allahü teâlâ korusun,
hayâ gözden zâil olunca [gidince], îmân da gönül [kalb]
de za’îf olur. Bu ikisi de kat’î delîl ile sâbitdir. Sek ve sübhe
yokdur.
Osmân Zinnûreyn hazretlerinin zemânında, yeryüzünde ondan
fazîletli ve azîz, yüksek hâlli kimse yok idi. Osmân “radıyallahü
anh” hazretlerinin yüksek hâlleri ve hayâsı ve sehâveti ve
sâir menâkıbları sayısızdır. Hayâ, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin
sıfatlarındandır. Mahlûklara da bu sıfat gelmisdir.
Halka gelen o hayâ sıfatı birkaç çesiddir.
Birinci çesidi hayâ-i hacâletdir. Ya’nî utanmak seklindeki
hayâdır. Âdem alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm hazretlerinin
hayâsı gibi. Bugday dânesi yidi. Üzerinde elbise [Cennet
elbisesi] kalmadı. Hacil oldu [utandı], yüzünü döndürdü. Allahü
teâlâ hazretleri. (Bizden kaçıyor musun!), buyurdu. Hâyır,
yâ Rabbî! Elbiselerim çıkarıldıgı için utanıyorum. O utanmadan
dolayı yüzümü döndüm.
– 239 –
Ikinci nev’i, hayâ-i azametdir. Isrâfîl aleyhisselâmın hayâsı
gibi. Haberde gelmisdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular: (Isrâfîl her gün yetmis kerre
yüzünü kendi kanadı ile örter ve der ki, yâ ilâhel âlemîn! Ne yapabilirim
ki, herkes gibi sana lâyık bir secde ve bir rükû’ etmege
kâdir degilim.)
Üçüncü nev’i, heybet hayâsıdır. Melekler ve Nebîler hayâsı
gibi ki, (Yâ Rabbî! Seni tesbîh ve tenzîh ederiz. Sana hakkı ile
ibâdet edemedik), derler.
Dördüncü nev’i hayâ, hürmet ve hizmetdir. Mûsâ bin Imrân
alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm hayâsı gibi. Mûsâ aleyhisselâm
buyurdu ki: (Yâ Rabbel âlemîn. Bana Cennet gerekdir.
Senden isterim. Senin dîdârın gerek. Onu da senden isterim.
Lâkin her vakt ki, bana tuz, ekmek ve koyun için lâzım
olan hakîr seyler gerekince, bunları ben senden nasıl isterim.)
Allahü teâlâ hazretleri, (Yâ Mûsâ! Maksad budur. Ya’nî onları
istemekdir. Kul, her vaktde bir sebeble, bir ihtiyâc ile huzûra
gelsin. Münâcât etsin. O behâne ile [o sebeble] kullugunu
yerine getirsin. Vefâsını tâze tutsun.) Bu kıssa uzundur. Bu
makâmda bundan ziyâde mümkin degildir. Ammâ o hayâ ki,
Allahü teâlâ hazretlerinin ni’met ve sıfatıdır. Günâhları örter
ve afv eder. Kullarının günâhlarını görür, örter, afv eder. Birçok
haberde gelmisdir. Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ
anh” rivâyet etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurmusdur ki: (Bir mü’min ve günâhkâr kul kabrden
kalkar, Sırat heyecânı ve Cehennem korkusu ile mahsere
gelirken, iki yol basına erisir. Korkarak ve aglı(Zeker), sükûnet
ve karâr ile, yolun birisine girer. Kimse ondan bir söz süâl etmez.
Dosdogru Cennet kapısına erisir. Sag ayagını kapıdan
içeri koyup, sol ayagını yerinden kaldırmazdan evvel, Allahü
teâlâ ve tekaddes, bilâ-vâsıta [vâsıtasız] o kulun sag eline bir
nâme verir. Kulum, sen al bu nâmeyi oku ve o nâme içindekileri
ögren. Ondan sonra, hükm senin hükmündür. Cennet-i
ebediyyeye gir ve ondaki senin himmetin ve murâdındır. Orada
ebedî olarak kal, buyurur. O kul da nâmeye bakar görür ki,
(ey benim kulum, her ne yapdın ise, gördüm ve bildim. Lâkin
– 240 –
yapdıgın islerini, tekrâr sana göstermege hayâ etdim,) yazılmıs,
görür.) Bu haberin benzeri Ebû Süleymân-ı Dârânî rivâyeti ile
baska bir vaktde gelmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurmusdur ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ ve azze
ve celle buyurmusdur. Gökden indirilen kitâbların ba’zısında,
benim kulum, her ne kadar ki, sen günâhkârsın ve günâhından
korkarsın ve hayâ edicisin. Izzim ve celâlim hakkı için ayblarını
ve günâhlarını Âdemoglunun gözünden ve gönlünden gizli
ederim. Ve gözünün hâinliklerini, bedeninin gizli günâhlarını
meleklerin anlayısından saklarım. Ben yanılmalarını ve günâhlarını
levh-i mahfûzda, kirâmen kâtibinden gizli tutarım. Ve kıyâmetde
seni muhâsebe makâmına getirir ve hesâbını kolay
eylerim!)
Her kimse ki, günâhkâr olur. Günâhları sebebi ile utanır
ve korkar. Onun hesâbı çetin olmaz. Hazret-i Osmân bin Affân
“radıyallahü teâlâ anh” her günâhdan kaçınır, her iyiligi
yapar, hilm, vefâ ve hayâ sâhibi idi, utanır idi. Osmân bin Affân
hazretlerine hesâb olmaz. Osmânın dostlarına da hesâb az
olur. Birçok haberde gelmisdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Allahü teâlâ kıyâmet gününde
yüzyirmidörtbinden ziyâde nebîyi “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü
vesselâm” ümmetleri ile muhâsebe yerinde durdurur.
Herkesi mesgûl oldugu sey mikdârı [ameline göre] çok
müddet veyâ az müddet o yerde durdurur. Osmân bin Affân
hazretlerini ve onu sevenleri hesâbsız mahserden geçirir.)
Herkesi makâmı ne olursa olsun, sıdk [dogruyu söyleyecek]
makâma getirir. Allahü teâlâ Resûllere ve Nebîlere çok fazîletler,
menâkıbler vermisdir. O haslet ve fazîlet ve fahr-i sehâdet
ki [sehîd olmak ki], Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri
Zekeriyyâ ve Yahyâ “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm”
hazretlerine vermisdir. [Hazret-i Osmâna da vermisdir.] Ikinci
haslet, fadl-ı zühd ve fahr-i hicretdir ki, Allahü teâlâ Îsâ bin
Meryeme “ala nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” vermisdir.
Üçüncü haslet, mukâleme fazîleti ki, Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretleri onu Mûsâ kelîme “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü
vesselâm” vermisdir. Dördüncü haslet, hüsn-i cemâl fazîleti
ki, Rabbil âlemîn onu Yûsüfe “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü
vesselâm” vermisdir. Besinci haslet, cömertlik [sehâ-
– 241 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:16
vet] fazîletidir. Allahü teâlâ onu Ibrâhîm halîl “alâ nebiyyinâ
ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine vermisdir. Altıncı haslet,
yaslılık, pîrlik [ihtiyârlık] üstünlügü ki, Allahü teâlâ onu
Nûh “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine
vermisdir. Yedinci haslet, hayâ ve hicâb fazîletidir ki, Allahü
tebâreke ve teâlâ onu Âdem safiyyullaha ve Muhammed
Mustafâ “aleyhi efdalüssalât ve ekmelüttehıyyât” hazretlerine
vermisdir. Allahü teâlâ bu fazîletlerin temâmını ve bu menâkıbın
mahsûlünü Osmân bin Affân hazretlerine vermisdir.
Onun hayâsı fazîletlerine isâretdir.
Simdi diger hasletlerinin fedâilinden de birer harf isit. Allahü
teâlâ pîrlik [ihtiyârlık] hil’atini [elbisesini] Nûh aleyhisselâm
hazretlerine vermisdir. Nûh aleyhisselâm o sebebdendir ki,
Resûllerinin pîri olmusdur. Bunun gibi, Allahü teâlâ azze ve
celle pîrlik hil’atini [elbisesini] Osmâna verdi. Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri de o sebeble kendi zemânında ümmetin
pîri oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin ömr-i serîfleri altmısüç idi. Ebû Bekr-i Sıddîk ve
Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü anhümâ” da ömr-ü serîfleri altmısüç
oldu. Lâkin Osmân-ı Zinnûreyn hazretlerinin ömrü onlara
muvâfık olmadı. Sekseniki yasında vefât etdi. Onun ömrünün
uzun olmasını, ömrünün sonunda, kahr ve zulm ve cevr
görmesini Allahü teâlâ âlimdir, bilir. Yahyâ bin Zekeriyyâ “alâ
nebiyyinâ ve aleyhimessalâtü vesselâm” gibi; mubârek basını
keserler. Allahü tebâreke ve teâlâ, Osmân “radıyallahü anh”
hazretlerinin ömrünü uzun irâde etmis ki, o sebeble cân teslîm
etdigi vaktde râhat olsun. Ma’lûmdur ki, ham meyve tâze agaçdan
zor ayrılır. Bunun gibi genç olan kisinin rûhu da bedeninden
zor çıkar. Kemâl bulmus [olgunlasmıs] meyve agacından
tez [kolay] ayrılır. Pîr [yaslı] olan kimsenin de rûhu bedeninden
kolay çıkar [ayrılır].
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Fütüvvet ve sehâveti
Peygamberlerin önderi olması için, Ibrâhîm “alâ nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine verdi. Bunu Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine de verdi ki, böylece zemân-ı serîfinde
Evliyânın önderi olsun!
(Isâret): Râhib Mugîrenin Tâifde bir bagı vardı. Kâfirler,
– 242 –
her hafta basında o bagda bir meyvenin turfandası yetisir, diye
ögündüler. Mü’minler de, Medîne-i münevverede, hazret-i Osmânın
“radıyallahü teâlâ anh” serâyı var. Bir yıl ki üçyüzaltmıs
gündür. Hergün o serâyda, garîblere ve miskînlere bir yeni
da’vet ve açıkdan [âsikâre] müsâfir kabûl olunur, diye ögündüler.
Sâir onu nasıl övmüsdür. Si’r:
Bu fânî dünyâda ümîd edilen ne varsa,
Onun kapısında kavusulur!
Çünki, Allahü teâlâ böyle yaratmısdır,
Cennetde azâb bulunmadıgı gibi, onda cimriligin zerresi bile çok garîb düser.
Cihânda vefâ olarak ne varsa,
Onun adâletli kapısında temâm olur.
Onun cömertlik anberi sarka ve miski Sâma ulasdı,
Ona iftihâr elbisesi giydirilip, tekrâr selâm verildi.
Nasıl ki Ibrâhîm aleyhisselâmın putlara tapması mümkin degilse,
Onun için de cimrilik mümkin degildir.
Kırkdördüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Cebrâîl aleyhisselâm bana
söyledi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ, Yûsüf-i Sıddîk aleyhisselâm
hazretlerine vermis oldugu güzelligin benzerini Osmân bin
Affâna da vermisdir. Her kim Yûsüf aleyhisselâmın cemâlini
görmek isterse, Osmânın cemâlini görsün. Fekat, her kim Yûsüf
aleyhisselâmın cemâlini gördü, fitneye düsdü. Her kim Osmânın
cemâlini gördü, hürmet eder oldular. Bir haberde de gelmisdir
ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmusdur:
Ben nice kerre istedim ki, Osmânın yüzünü kemâli
üzere göreyim, kâdir olmadım. Bir gün Cebrâîl aleyhisselâma
dedim, Yâ Cebrâîl! Ben ne kadar istedim, Osmânın cemâlini temâmen
göreyim. Cebrâîl aleyhisselâm dedi. Ben de kâdir olamadım
ki, Osmânın cemâlini göreyim. Yâ Resûlallah! O kadar
hurmet ve büyüklük ve hasmeti, biz meleklerin kalbinde zuhûra
gelmisdir ki, gözlerimiz Osmânın cemâlini müsâhede etmekden
alıkoymusdur. Yâ Resûlallah! Her gece yarısı ki, Osmân
evinden mescide gelir. Göklerin ve yedi yerin meleklerine, Osmânın
hasmet ve hayâsından hacâlet gelir [utanırlar, mahcûb
olurlar].
– 243 –
Kırkbesinci Menâkıb: Câbir ve Enes “radıyallahü teâlâ anhümâ”
hazretleri rivâyet etmislerdir. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Ben mi’râc
gecesi dünyâ gökünde bir mihrâb gördüm. Dört mil uzunlugu,
bir mil eni ve mercân dânesinden idi. O mihrâbın içinde Osmânın
hüsn ve cemâlinin sûretini gördüm. Ikinci gökün üzerinde
bir mihrâb gördüm. Kırk mil uzunlugu ve on mil eni ve
bir dâne inciden idi. Onun da içinde Osmânın hüsn ve cemâlinin
sûretini gördüm. Üçüncü gökün üzerinde bir mihrâb gördüm.
Dörtyüz mil uzunlugu ve yüz mil eni ve bir firûzeden idi.
O mihrâbın içinde Osmânın güzel sûretini gördüm. Dördüncü
gök üzerinde bir mihrâb gördüm. Ikibin mil uzunlugu ve bin
mil eni ve bir yâkut dânesinden idi. O mihrâbın içinde Osmânın
güzel yüzünü gördüm. Besinci gök üzerinde bir mihrâb
gördüm. Üç bin mil uzunlugu, ikibin mil eni, bir dâne kırmızı
yâkutdan idi. O mihrâbın içinde Osmânın genç cemâlini gördüm.
Altıncı gök üzerinde bir mihrâb gördüm. Dört bin mil
uzunlugu ve bin mil eni ve bir dâne zebercedden idi. O mihrâbın
içinde Osmânın hüsn-ü sûretini gördüm. Fevc fevc, tâife
tâife, gürûh gürûh, her ân ve her sâat mukarreblerden ve rûhânîlerden
ve kerûbîlerden [melekler] gelirler ve o mihrâbın
berâberinde durup, Osmânın hüsn-i sûret ve cemâline karsı
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine senâ ederler. Ben dedim
ki, yâ Cebrâîl! Mihrâbların sadrında [içinde] olan Osmânın bu
sûret, hüsn ve cemâli ne zemândan beri zûhura gelmisdir.
Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm dedi: O Allahü teâlâ hakkı için
ki, Âdem safîyullah “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”
halk olunmazdan dörtyüz bin sene önce, Osmânın bu sûret ve
cemâli bu yedi gök üzerinde mihrâblarda zuhûr etmisdir.
Amel-i sâlihînin bereketinden ve hayrâtından zuhûra gelmisdir.)
Bu sâlih amellerin birincisi odur ki, Osmân “radıyallahü
anh” dâimâ oruc tutardı. Ikincisi, gece yatmaz. Bütün gece nemâz
kılardı. Üçüncüsü, elbisesi olmıyanlara elbise alarak giyindirir.
Dördüncüsü, açların karnını doyurur. Besincisi, Sûre-i ihlâsı
çok okur. Altıncısı, hazret-i Osmân gönlünde müslimânlara
bir zerre gıl ve gıs, kin, hased, sû-i zân tutmaz. Yedincisi, her
– 244 –
acz, her belâ, her musîbet Osmânın önüne gelir. O hâlde hısmını
yutup, sabr eder ve kimseye sikâyet etmezdi.
Kırkaltıncı Menâkıb: Ebû Osmân Hayrî “rahmetullahi
aleyh” (Letâif) kitâbında yazmısdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Mi’râc gecesi beni göke götürdüler.
Dünyâ göküne vardım. Osmânın sûretini gördüm. Dedim,
bu mertebeye ne ile erisdin. Dedi, gece nemâzı ile. Ikinci
göke vardım. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye
ne ile erisdin. Dedi, Kur’ân-ı azîm-üs-sân okumak ile. Üçüncü
göke erisdim. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye
ne ile erdin. Dedi, sûre-i Ihlâs okumak ile. Dördüncü göke vardım.
Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye ne ile
erisdin. Dedi, Âl-i Resûle [Resûlün akrabâsına] nasîhat etmekle.
Besinci göke erisdim. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu
mertebeye ne ile erisdin. Dedi, Mescidde i’tikâf etmekle. Altıncı
göke vardım. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye
ne ile erisdin. Dedi, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden
hayâ etmek ile. Yedinci göke erisdim. Osmânın sûretini gördüm.
Dedim, bu mertebeye ne ile erisdin. Dedi, Musîbetler ve
mihnetler çekmekle.)
Kırkyedinci Menâkıb: Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine
Zinnûreyn denilmesinden bir mikdâr anlatılmısdı.
Lâkin, dahâ da ziyâde [çok] beyan edelim. Ma’lûmdur ki, Allahü
teâlâ hazretleri Mûsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm”
hazretlerine iki nûr vermisdi. Biri Tevrât nûru. Biri Yed-i Beydâ
nûru. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine de iki nûr
vermisdi. O sebeble Zinnûreyn derler. Bir kavl de sudur ki, iki
nûr, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
iki kerîmelerini, biri Rukayye ve biri Ümmü Gülsümdür
“radıyallahü teâlâ anhünne”; almısdır. Aliyyül mürtedâ “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinin ögünmesi Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin bir kerîmesiyle idi. Osmân
“radıyallahü anh” hazretlerinin ögünmesi ondan ziyâde
olur. O iki nûr iki hicretdir ki, Osmân bin Affâna nasîb olmusdur.
Bir kavl de odur ki, o iki nûr iki gazâdır. Biri Bedr gazâsı,
biri Hudeybiye gazâsıdır. Ammâ Bedr gazâsında Resûlullah
– 245 –
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Osmân bin Affân
hazretlerine buyurdular ki, (Yâ Osmân! Ben sendenim, sen
bendensin!) Hem kendi nûrunu tutasın ve hem benim nûrumu
tutasın. Hudeybiye gazâsında Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, iste bu iki elimin biri
benim elimdir. Ve biri Osmânın elidir. Dogru Bî’at-ı Rıdvân
etdim. O vaktde Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin iki mubârek eli birbirine ulasdı. Bir elinden günes
gibi bir nûr ve bir elinden ay gibi bir nûr parladı. Buyurdular
ki, (Bu iki nûr Osmânın nûrudur. Osmân benim ile ebedî
olarak Cennetde refîkdir.) Bir kavl de odur ki, iki nûrun biri,
gündüz oruclu olmanın, biri gece nemâz kılmanın nûrudur. Bir
kavlde odur ki, o iki nûrun biri îmân nûru ve biri Kur’ân nûrudur.
Bir kavl de odur ki, iki nûrun biri zâhirinin nûru ve biri
bâtınının nûrudur. Herkesin ittifâkıyla Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” hem seyh-i ehl-i îmân idi ve hem seyh-i Kur’ân idi.
Su sebebden Seyh-i ehl-i îmân idi ki, yetîmler babası idi. Dertliler
yardımcısı idi. Ihtiyâr kadınların yardımcısı idi. A’mâlara
yardım ederdi. Medîne-i münevvere beldesinde bir aç veyâ bir
çıplak var ise, o aç kimseyi doyurmayınca kendi yimez, o çıplak
kimseyi giyindirmeyince, kendi giyinmezdi. Seyh-i Kur’ân
idi. Ya’nî Kur’ân-ı azîmüssânı kendi haddı ile dört mushaf-ı serîf
yazdı. Âlemin dört tarafına gönderdi. Yirmi küsür sene aksam
nemâzını kıldıkdan sonra, dört rek’at nemâz kıldı. Her
rek’atde sûre-i Fâtihâdan sonra kırk kerre Kulhüvallahü ehad
sûresini okurdu. Ondan sonra ihlâs ile dörtbin tesbîh, tehlîl ve
düâ okurdu. Bunları yerine getirdikden sonra, bütün Kur’ân-ı
azîmi ki, yüzondört sûre, altıbinaltıyüzaltmısaltı âyetdir, bir
kavle göre; tertîb ve tertil ile her gece vitr nemâzında okurdu.
Bu mertebelerden sonra, bir de sehâdet mertebesine kavusdu.
Haberde gelmisdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu ki, (Ben mi’râc gecesi dedim ki, yâ
Rabbî! Osmân bin Affân senin hesâbın için hayâ eder. Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu: Yâ Muhammed! Ben
cümle mahlûku hesâba çeksem de Osmâna hesâb etmem, ben
Osmândan hesâbı ref’ etmisim [kaldırdım].)
Isâret: Her kim bes nesneyi yapar; ondan bes nesneyi men’
– 246 –
etmezler. Her kim hayâ eder. Ondan hayâ ederler. Her kim
rahm eder [rahmet eder], ona rahmet ederler. Her kim malını
Cennete bedel verir. Cenneti ona bedel verirler. Her kim afv
eder. Onu afv ederler. Her kim Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerini
tanıdı. Ya’nî bilip korkdu. Isleri temâm olur. Allahü teâlâ
hazretlerini bulup, vâsıl olur. Bu bes nesneyi Osmân bin Affân
“radıyallahü anh” yapardı.
Nükte: Büyüklük dünyâda dört sey ile olur. Âhıretde de
dört sey ile olur. Dünyâda hüsn ve cemâl ile olur. Sehâvet ve
mal ile olur. Asîret ve Âl [yakınlar] ile olur. Âhıretde iyi sünnet
ve iyi ibâdet ile, iyi huy ile ve iyi sîret ile olur. Emîr-ül mü’minîn
Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinde, bu
sekizi de mevcûd idi. Mal ve cemâl sâhibi idi. Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” yakın akrabâsından idi. Emîr-ül
mü’minîn idi. Sünneti iyi bilirdi ki, Kur’ân-ı azîm-üs-sânı toplayıp,
dört tarafa gönderdi. Kıyâmete kadar tilâvet edenlerin sevâbına
ortak oldu. Ahlâkının güzel olmasından dolayı, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” muhterem kerîmeleri
Ümmü Gülsümü “radıyallahü teâlâ anhâ”, hazret-i Osmâna
“radıyallahü teâlâ anh” tezvîc buyurduklarında söyledikleri dahâ
önce beyân olunmusdur. Ibâdeti ve iyiligi de dahâ önce bildirildi.
Sîreti, iyiligi odur ki, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ
anh” kalkdı, Osmân bin Affân hazretlerinin huzûruna gitmek
için çıkdı. Giderken yolda bir kadın gördü. Tekrâr ona bakdı.
Sonra huzûrlarına vardı. Osmân “radıyallahü anh” buyurdular
ki, (Yâ Ebâ Hüreyre! Gözlerinizde zinâ eseri görürüm!) Ebû
Hüreyre dedi, yâ Emîr-el mü’minîn! Resûlullahdan “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” sonra vahy inmis midir? Buyurdular,
vahy inmedi. Velâkin, mü’minin firâseti dogrudur. Nitekim,
Seyyid-il âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular
ki: (Mü’minin firâsetinden kaçınınız. Çünki, mü’min,
Allahü teâlânın nûru ile bakar.)
(Isâret): Islâmın bekâsı dört nesne iledir. Kırâet ile, tahâret
ile ve ibâdet ile ve mücâhede ile. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri,
bu dördünü de hazret-i Osmâna “radıyallahü teâlâ anh”
müyesser eyledi. Bu dört dâimâ onun için olur: Kur’ân-ı azîmi
kırâ’et için cem’ etdi. Rûme kuyusunu, mü’minlerin su içmesi
– 247 –
için satın aldı. Mescid-i serîfi ibâdet için genisletdi. Tebûk gazâsında
askeri mücâhede için techîz etdi.
Kırksekizinci Menâkıb: Haberde gelmisdir. Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” bir gün, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin, kendi evlerine hiç yiyecek
[ta’âm] göndermedigini isitmisdi. Evdekilerin rengi açlıkdan
degismisdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
mescid-i serîfe tesrîf buyurmus ve nemâz kılıyorlar idi.
Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” bu hâli haber aldı. Hazret-i
Selmâna ıtab eyledi ki, niçin acele haber vermedin. O sâat bir
semîz koyun, bir mikdâr bal ve bir dank un getirdip, Âise-i Sıddîka
“radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin hücre-i serîfine
[evine] gönderdi. Yâ Âise, yâ ümmül mü’minîn! Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin bunu, hanımları
[evleri] arasında taksim edecegini biliyorum! Sen söyle ki
taksim etmesin. Ben her eve bu kadar gönderdim. Âise-i Sıddîka
“radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki, ben emr etdim. Koyunu
bogazladılar. Ekmegi pisirdim. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri, devletle ve se’âdetle mescid-i serîfden
geldiler. Bu unu, ekmegi ve balı gördüler. Bunlar nereden
geldi diye sordular. Hâdiseyi söyledim. Istedi ki, diger evlere
[hânelerine] de taksim etsin. Hazret-i Osmânın söyledigini
haber verdim. Mubârek ellerini kaldırıp, buyurdu ki: (Yâ Rabbî!
Osmânın gelmis ve gelecek gizli ve âsikâr günâhlarını afv
et!)
Kırkdokuzuncu Menâkıb: Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden süâl etdiler. Yâ Emîr-el mü’minîn! Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri hakkı için söyle ki, bu makâma ne ile
ulasdın. Cevâb verdi ki, Kitâbullahı sag tarafıma koydum. Sünnet-
i Resûlullahı sol tarafıma koydum. Bilirdim ki, Allahü teâlâ
hazretleri benim sırlarımı bilir.
Haberde gelmisdir. Hazret-i Alî kerremallahü vecheh ve radıyallahü
anh”, Fâtimâ-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” üzerine
bir baska hanım dahâ almak istedi. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine kerîh gelip, hazret-i Alîye
üzüldüler. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sefâ’at etdi.
Afv etmedi. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” sefâ’at
– 248 –
etdi. Afv etmedi. Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” sefâ’at
etdi. Afv buyurdular. Sonra sordular ki, yâ Fahr-i âlem ve
yâ seyyid-i veledi benî âdem! Neden Ebû Bekr ve Ömerin sefâ’atini
kabûl etmediniz de Osmânın sefâ’atini kabûl edip, afv
etdiniz. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki, (Bir kimsenin sefâ’atini kabûl etdim ki, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerine hitâb edip dese ki, yâ Rab! Bu
yer ile gökü yer degisdir, yer degisdirir. Veyâ dese ki, yâ Rab!
Ümmet-i Muhammedin cümle âsîlerine rahmet eyle! Allahü
teâlâ ve tekaddes hazretleri sefâ’atini kabûl edip, cümlesini afv
eder.)
Ellinci Menâkıb: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri, Âise-i Sıddîkanın “radıyallahü teâlâ anhâ”
hücresinde [evinde] otururdu. Hazret-i Osmân “radıyallahü
anh” dört deve yükü bugdayı Fahr-i kâinâta hediyye etdiler.
Hizmetcileri geri gelip dediler ki, yâ efendi, bugdayı Habîb-i
Rabbil âlemîn, muhâcirîne verdiler. Hazret-i Osmân dört deve
yükü dahâ bugdayı gönderdi. Onu da Resûl-i ekrem hazretleri
Ensâra dagıtdılar. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
dört deve yükü bugdayı dahâ gönderdi. Fahr-i kâinât onu da
ıyâli arasında taksîm edip, evlerine gönderdiler. Getiren hizmetcilere
sordular ki, seyyidinize kaç deve yükü bugday getirmislerdi.
Hizmetciler dediler, oniki yük. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular. (Temâmını bize gönderdi.
Kendi için bir mikdâr alıkoymadı.) Mubârek ellerini kaldırıp,
buyurdu: (Yâ Rab! Ben Osmânın ihsânından âciz oldum. Her
kim bana ihsân etdi, Ben ona mükâfatını verdim. Ammâ Osmânın
mükâfâtından âcizim yâ Rab. Sen Osmâna karsılıgını
ver.) Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Buyurdu, (Yâ Muhammed!
Cebbâr-i âlem sana selâm eder. Buyurdu ki, Osmâna
benden selâm söyle. Söyle ki, biz ondan râzı olduk. Onu
Cennetde Muhammede refîk etdik. Arasat hesâbını ondan ref’
etdik. Eger sen ona mükâfatdan âciz isen, biz ona mükâfatdan
âciz degiliz.)
Ellibirinci Menâkıb: Bir gün hazret-i Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” yedi tabagı altın ile doldurup, yedi hizmetcinin eline
verdi. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
– 249 –
hazretlerine hediyye gönderdi. Hizmetciler, tabakları huzûruna
koydular. Hazret-i Resûl-i ekrem buyurdular ki, geri gidin,
efendinize selâm götürün. Hizmetciler [köleler] dediler ki: Yâ
Resûlallah, efendimiz bizi de tabaklar ile size hibe etmisdir. Resûlullah
hazretleri buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Osmânı sana havâle
etdim.) Hemen Cebrâîl aleyhisselâm geldi ki, (Allahü teâlâ
sana selâm eder ve buyurur ki, Osmâna benden selâm erisdir
ve de ki, Huld ve Na’îm Cennetini bu hediyyesine karsılık olarak
ona bagısladım.)
Elliikinci Menâkıb: Aliyyül-Mürtedâ “radıyallahü teâlâ
anh” Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerine
dügün yapmak istedi. Dünyâlıkdan hiçbir nesnesi yok idi ki,
harc etsin. Kendi zırhını pazara gönderdi. Satıp, dügününe harc
edecekdi. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” pazarda gezerken,
hazret-i Alînin zırhını tanıdı. Dellâlı çagırıp dedi ki, bu
zırha, sâhibi ne behâ [fiyât] ister. Dellâl dedi, dörtyüz dirhem ister.
Osmân “radıyallahü anh” buyurdu ki, gel akçasını al.
Se’âdethânesine vardı. Zırhı dellâldan alıp, behâsını verdi. Bir
dörtyüz dirhem de sayıp, zırhı da üzerine koyup, hazret-i Alîye
gönderdi. Buyurdu ki, bu zırh senden gayriye lâyık degildir. Bu
akçayı da dügüne harc et. Bizim özrümüzü de kabûl et.
Elliüçüncü Menâkıb: Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ
anh” Sâmdan yüz deve yükü bugday getiren kervânı geldi. Medîne-
i münevverede kaht [kıtlık] var idi. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” isitdiler ki, hazret-i Osmânın
kervânı gelmis, satlık bugdayı varmıs. Varıp müsterî oldular.
Bir menn’ine yedi dirhem verdiler. Hazret-i Osmân satmam,
dedi. Niçin dediler. Sizden dahâ fazla fiyât ile alıcı var. Her kim
dahâ fazla verirse ona veririm, dedi. Sahâbe-i kirâm magmûm
[gamlı] ve mahzûn dönüp, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinin huzûruna varıp, söylediler. Dediler, yâ
Sıddîk, yâ halîfe-i resûl-i muhtâr; bilmezsin ki, Osmân bu gün
bize neyledi. Biz bugdayını almaga vardık. Her menn’ine yedi
dirhem verdik. Vermedi. Bize, sizden dahâ fazla fiyât ile müsterî
var. Ona verecegim diye de cevâb verdi. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin eshâbına böyle cevâb
vermesi lâyık mıdır. Eshâbdan ve Muhâcir ve Ensârdan olarak
– 250 –
kim vardır ki, böyle ihtiyâc mahallinde malını satmayıp, ziyâde
[çok] para ister. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ
anh” buyurdular, sizin Osmân ile münâkasanız olmamısdır.
Onun hakkında kötü düsünmeyiniz ki, o Cennet-i Me’vâda Resûlullahın
refîkidir. Resûlullahın dâmâdıdır. Siz Osmânın sözünü
düsünmemissinizdir. Sonra Sahâbe-i güzîne buyurdular ki,
benim ile geliniz. Se’âdet ile kalkıp, hazret-i Osmânın yanına
geldiler. Hazret-i Osmâna buyurdular ki: Yâ Osmân! Eshâb sizden
sikâyet edip, sizin bir sözünüze üzülmüsler. Hazret-i Osmân
dedi ki; yâ halîfe-i Resûlillah, söylediklerim hakkında ne
söylerler. Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki: Sen demissin ki,
sizden dahâ fazla fiyât ile almak istiyen var. Hazret-i Osmân dedi
ki: Evet yâ halîfe-i Resûlillah! O fazlaya alan, onun birini yediyüze
alır. Bunlar biri yediye alır. Biz bu bugdayı ona verdik
ki, biri yediyüze alır. O yüz deve yükü bugdayı Medîne fukarâsına
tasadduk edip ve develeri de kurban etdi. Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” bunu görüp, sâd oldu. Kalkıp, Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin alnından öpdü. Buyurdu
ki: Ben bilmisdim ki, Eshâb senin sözünü anlamamıslardır
ve murâdının ne oldugunu bilmemislerdir. O gece emîr-ül
mü’minîn Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rü’yâda gördü. Hulleler
giymis, mubârek basına sarıgını sarmıs; mubârek elinde bir
demet menekse ile, nâzik civânlar gibi gülerek bagdan geliyordu.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki,
(Yâ Resûlallah! Nereden tesrîf edersiniz.) Buyurdular: (Osmân
bin Affânın ziyâfetinden geliyorum. Iyi sadaka verdi. Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri dörtyüz yük misk ve anber hazret-i
Osmâna verdi.)
Ellidördüncü Menâkıb: Haberde gelmisdir. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Osmân
bin Affânın sehîd oldugu vaktde, kıyâmet gününe kadar her
kim müslimânların erkeginden ve kadınından, Osmânın sehâdetini
okuyunca; yâhud dinleyince, yâhud fikr edince [düsününce],
onun sebebi ile mahzûn ve magmûm [gamlı] olup, gözünden
yas gelirse, o kimsenin kulagı, ölüm zemânında Lâ büsrâ
[müjde yok] nidâsını isitmez. Onun gözü kabrde ve kıyâmetde
karanlık ve körlük görmez. Onun gönlü dünyâda ve âhıretde
– 251 –
ayrılık derdi ile dertlenmez.) [Ya’nî müjde var nidâsını isitir.
Kabr ve karanlıkda görür. Gönlü açık olur.]
Ellibesinci Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü
vecheh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden
sordu: (Yâ Resûlallah! Kıyâmet günü evvelâ kimin
hesâbını görürler.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki, (Evvelâ hesâbı görülen benim.
Sonra Ebû Bekr, sonra Ömer, sonra sen yâ Alî!). Hazret-i Alî
dedi ki, (Osmânın hesâbı nasıl olur?) Buyurdular ki, (Benim bir
vakt Osmâna bir hâcetim düsdü [ihtiyâcım oldu]. O hâceti Osmândan
gizli taleb etdim [Gizlice yapmasını istedim]. Osmân o
hâcetimi [istegimi] gizlice yerine getirdi. Ben Hak sübhânehü
ve teâlâdan ricâ etdim [istedim], Osmânın hesâbı gizli olsun.)
(Düâ): Emîr-ül mü’minîn Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
dâimâ bu düâyı okurdu: (Allahım! Dînimi, islâmımı, emânetimi
ve îmânımı, fercimi [hayâmı] muhâfaza eyle!)
Osmân; üçüncü meh-i hilâfet,
mazlûm-ü sehîd-ü zü se’âdet.
Dâmâd-ı Nebî, kemâl pîse,
ferhunde likâ, seh-i firâset.
Ol himmet edip, becân ol dem,
techîz olundu, ceys-i usret.
Bu dîn-i mübîne, her cihetle,
hizmetle buldu, fevz-u rif’at.
Eylerdi hayâ, Melâik, ondan,
tashîh olundu, bu rivâyet.
Nûreyni sahâbet etdi; oldu,
mahsûs ona, bu büyük devlet.
Sevmek gerek, ol bihin kadrî,
Islâma budur, büyük alâmet.
Ayrılma! O sem’i râh-ı dinden,
lâzımsa sana eger hidâyet.
Etsin o sehin Hudây-ı mennân,
rûhuna hezâr ravh-u ihsân.
Üçüncü halîfe emîr-ül mü’minîn Osmân-ı Zinnûreyn “r.a.” menkıbeleri 1. Bölüm
Üçüncü halîfe emîr-ül mü’minîn Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü
teâlâ anh” menâkıbı hakkındadır:
Hayâ sâhibi olan hazret-i Osmân, ikrâm ve iyilik menba’ı,
Kur’ân-ı kerîmin toplayıcısıdır. Neseb-i serîfleri, Osmân bin
Affân bin Ebîl’as bin Ümeyye bin Abdil’sems bin Abd-i Menâfdır.
Neseb-i serîfleri Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin neseb-i serîfleri ile dördüncü atada birlesir
ki, Abd-i Menâfdır. Neseb cihetinden hazret-i Osmân, hazret-
i Ebû Bekr ile hazret-i Ömerden evvel Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ile birlesir “radıyallahü anhüm”.
Künye-i serîfleri, islâmdan evvel Ebû Abdüllahdır. Lakab-ı serîfleri,
zinnûreyndir. Iki nûr sâhibi demekdir. Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin iki muhterem
kerîmelerini [kızlarını] aldıgı için iki nûr sâhibi denilmisdir. Birinin
ism-i serîfi Rukayye, birinin Ümm-ü Gülsümdür “radıyallahü
anhünne”. Önce hazret-i Rukayyeyi tezvîc etdiler. O vefât
etdikden sonra, hazret-i Ümm-ü Gülsümü tezvîc etdiler. O da
vefât etdikde, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki; (Yâ Osmân! Eger yanımda üçüncü kızım
olsaydı, onu da sana verirdim.) Nûr sâhibi, ilm ve hilmin birlesdigi
zâtdır.
Birinci Menâkıb: (Bu menâkıbı islâma gelme sebebidir.)
Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Islâma
gelmezden evvel bir gün, Kureysin ileri gelenleri ile oturmusdum.
Bir kimse haber verdi ki, hazret-i Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kerîmesi Rukayyeyi Utbeye
vermis. Bu haberden bana hayli üzüntü geldi. Ben niçin istemedim,
diye perîsân hâlde, sıkıntı ve endîse ile eve geldim. Gördüm
ki, annem, teyzem ve akrabâdan nice hâtunlar bir kimseyi
medh ederler. Dedim ki, yâ teyzecigim, bu medh etdiginiz kimdir?
Dediler ki, O güzel yüzlü, konusması tatlı bir kimsedir.
Rahmân onu bize hak dîni bildirmek ve ona çagırmak için gön-
– 199 –
dermisdir. Gökden inen Furkân ile gelmisdir. Ona tâbi’ ol, putlara
tapma! Bu garîb kelimeleri dinleyip, merâk edip, dedim ki,
bu kimdir, bana beyân eyle! Dedi ki, Muhammed bin Abdüllahdır.
Allahü teâlâ tarafından Resûl olarak gelmisdir. Allahü
teâlânın emrlerini bize bildirir. Bizi hak dîne çagırır. Yüzü ısık
verir. Dînine giren kurtulur. Istedigi seyler kolaydır. Ona yakın
olan iyilik bulur. Bu medh sözleri kalbime çok te’sîr etdi. Tenhâ
bir yerde Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini buldum.
Hâlime bakıp, nedir fikrin, dedi. Zîrâ, firâset ehli bir büyük
zât idi. Vâki olan kıssayı beyân etdigimde, dedi ki, yazık sana
yâ Osmân! Hak din günes gibi açıkda iken, sen kavminin kuruyacak
elleri ile yapdıkları tasdan putlara ma’bûd demekden
utanmaz mısın! Gözü görmeyip, kulagı isitmeyip, zarar ve kâra
kâdir olmıyan ilâh olur mu. Dedim ki, olmaz. Dedi, teyzen sana
dogru söz söylemis. Iste Resûlullah, hazret-i Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”. Gel, seninle huzûr-ı serîfine
varalım. Îmân getir, dedikde; o sırada Habîbullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ve yanında hazret-i Alî
“kerremallahü vecheh” oraya çıka geldiler. Hemen hazret-i
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ayaga kalkıp, onlara karsı
vardı. Mubârek kulaklarına bir söz söyledi. Sultân-ı enbiyâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri yanıma gelip, buyurdu
ki, (Yâ Osmân! Seni Allaha ve Cennete çagırıyorum. Ben, Allahü
teâlânın sana ve bütün insanlara gönderdigi Peygamberinizim!)
Mubârek sözlerini isitdim. Kalbim îmân nûru ile doldu.
Ihtiyârsız olup [düsünmeden], (Eshedü en lâ ilâhe illallah ve eshedü
enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) dedim. Aradan
çok zemân geçmedi, Rukayyeyi bana nikâh edip, verdi. Teyzem,
islâma geldigimi isitip, sâd ve handân olup, çok sevinip, bu
si’ri okuyarak geldi:
Sözlerim sebebi ile Allahü teâlâ Osmâna,
Hidâyet verip, dogru yolu gösterdi ona.
Kendi fikrini bırak, uy Muhammed aleyhisselâmın sözüne,
Her sözü dogru olan, Allahın Resûlüne.
Iki kızını sana verecekdir, ileride,
Dolunayın günese karısacak elbette.
– 200 –
Ba’zı rivâyetde gelmisdir ki, hazret-i Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdular ki: Bir teyzem vardı. Iyiyi kötüden ayırabilen,
kehânet ilmini bilen, baska ilmlerden de haberi olan birisi
idi. Bir gün o teyzemi görmege gitdim. Meger bir kasîde söylemis.
O kasîde içinde Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerini medh ve senâ eylemis. Hem Peygamberligini
açıklamıs. Hem ben onun kerîmesini [kızını] alıp, dâmâdı oldugumu
ve hem vezîri oldugumu açıklamıs. O kasîdeyi bana verdi
ve bana dedi ki, durmayıp ve te’hîr etmeyip, var Muhammed
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna.
Da’vetini kabûl edip, emrine mutî’ olup, dînine gir. O dogru
sözlüdür. Getirdigi din hakdır. Günden güne isi yüce olur [sânı
yüksek olur]. Bu sözü benden isit. Senin merteben de çok yüksek
olacakdır. Bütün dünyâda [dünyânın her tarafında] adın
söylenip, hutbelerde okunur. Bu söz gönlüme [kalbime] kâr
edip [te’sîr edip], hemen putperestlik dîninden dönüp, putları
inkâr eyledim. Gönlümde hiç sâibe [sübhe] kalmadı. Oradan
dönüp, yola revân oldum. Giderken, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine ugradım ki, Sıddîk-ı ekber “radıyallahü
teâlâ anh” ile gelirler. Meger murâd-ı serîfleri yanıma
gelmek imis. Server-i Enbiyâya selâm verdim. Selâmdan sonra
buyurdular ki, yâ Osmân, isitdim ki, teyzenin sana etdigi nasîhatları
ve cümle sözleri yakîn üzere ve dogrudur. Sakın, muhâlefet
etme. Allahü teâlâ hazretlerine ve bana muhâlefet etmis
olmayasın. O sana dedigi sözler, hep olsa gerekdir. Hemen gel,
islâm dînini kabûl eyle. Hazret-i Ebû Bekr de dedi ki, yâ Osmân,
sana bir süâlim var. Cevâb ver. Bu dîni, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri getirdi. O dîne bizi
da’vet etdi. Ben onu kabûl eyledim. Bu dinde sek [sübhe] var
mı, fikr eyle [düsün]. Yalanlamak mümkün müdür. Su tutageldiginiz,
ata ve dede dîniniz ki, bir parça tasdan kendilerinin
yontdugu, ne görür ve ne isitir, ilâh olmaga lâyık mıdır? Ben dedim,
dogru söylersin, yâ Ebâ Bekr! Hemen Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek ellerini
öpüp, bî’at edip, müslimân oldum. Demislerdir ki, hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” islâma geldikde, müslimânların
besincisi oldu.
Ikinci Menâkıb: Muhyissünne imâm-ı Begavî hazretleri
– 201 –
(Meâlim üt-tenzîl) kitâbında, sûre-i Bekaranın sonunda meâl-i
serîfi (Mallarını Allah yolunda infâk edenler, dagıtanlar..) olan
262.ci âyet-i kerîmesinin tefsîrinde Kelebîden nakl buyurmuslar
ki, bu âyet-i kerîme, hazret-i Osmân bin Affân ve hazret-i Abdürrahmân
bin Avf “radıyallahü anhümâ” hakkında nâzil olmusdur.
Abdürrahmân bin Avf, Resûlullahın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” huzûruna dört bin dirhem getirdi, koydu. Dedi
ki, yanımda sekizbin dirhem var idi. Dörtbin dirhemi kendime
ve âileme alıkoydum. Dörtbin dirhemi Rabbime ödünc verdim.
Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ona buyurdu
ki, (Evinde bırakdıgına ve borç verdigine, Allahü teâlâ
bereket versin!) Ammâ Osmân “radıyallahü teâlâ anh” müslimânları
Tebûk gazâsında techîz etdi. Ticâret develerini, hevedleri
ve çulları ile berâber verdi. O iki serverin hakkında bu
âyet-i kerîme nâzil oldu. Abdürrahmân bin Sümre “radıyallahü
teâlâ anh” dedi ki, Ceys-i Usretde hazret-i Osmân, bin dinâr ile
geldi. Ceys-i Usretden murâd, Tebük gazâsıdır. Hazret-i Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kucagına altınları
dökdü. Ben gördüm. Resûlullah mubârek elini altınlar arasına
dâhil kılıp, karısdırdı. Buyurdu ki, (Osmâna bundan sonra yapdıkları
zarar vermez.) Allahü teâlâ hazretleri meâl-i serîfi, (Allah
yolunda mallarını sarf eden kimseler, dagıtdıkları seyler ile
karsısındakileri ezâda ve minnetde bırakmazlar. Onların ecrini
onların Rabbi verir. Onlar için korku ve üzüntü yokdur.) olan
âyet-i kerîmeyi gönderdi. Minnet, ihsânda ve ikrâmda bulundugu
kimsenin, ben sana sunları verdim, bu kadar sey verdim, diye
verdiği ni’meti onun basına kakmak, onu üzmekdir. Ezâ,
ni’met verdiği, ihsânda bulundugu kimseyi mahcûb etmek,
utandırmakdır. Veyâ ikrâmda bulundugu kimseyi, hiç bilmesi
îcâb etmiyen birisi yanında ikrâm etdigini söyliyerek utandırmakdır.
Süfyân demisdir ki, minnet ve ezâ demek, sana verdim,
sen sükr etmedin, demekdir. Abdürrahmân bin Zeyd bin Eslem
dedi ki, benim babam der ki, bir sahs bir seyi, bir kimseye bagıslasın.
Sonra baksın ki, senin selâmın onun üzerine agır gelir.
Selâmını o kimseden önce verme. Allahü teâlâ kullarına ihsân
ve iyilik etdikden sonra, basa kakmagı harâm kılmısdır. Kullarına
her çesid ni’meti verip, onların basına kakmamayı kendi
zât-i pâkine mahsûs sıfat kılmısdır. Zîrâ kuldan minnet, kulun
– 202 –
iyilik etmesi, sonra basa kakması ve üzmesidir. Hak Sübhânehü
ve teâlâ hazretlerinin minneti, kullarına ni’met vererek, kullarını
memnûn etmesi, hattâ ihsânını artdırması, bunları hâtırlatmasıdır.
Imâm-ı Begavî (Mesâbîh-i serîf)de hasen hadîslerin birinde,
Abdürrahmân bin Habbâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet etdi ki, hadîs-i serîfin mazmûn-ı serîfi böyle
beyân olunmus ki, Abdürrahmân dedi, ben hâzır oldum. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri nasîhat edip,
Eshâb-ı kirâmı Tebük gazvesine tesvîk ederlerdi. Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Yüz
deve, çulları ile [palanları ile] ve hevedler ile, fîsebîlillah benim
üzerime olsun! Sonra Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
yine tergîb etdiler [tesvîk etdiler]. Yine hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” kalkıp dedi ki, yâ Resûlallah! Üçyüz
deve, çulları ile ve hevedleri ile, fîsebîlillah benim üzerime olsun!
Ben gördüm, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
minberden iner. Sonra buyurur: (Osmân bundan sonra, nâfilelerden
bir amel etmez ise de, bir be’is yokdur. Zîrâ o yapdıgı
hasene ona bütün nâfileler yerine kifâyet eder.) Mutarrîzi böyle
demisdir.
Üçüncü Menâkıb: Imâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ”
(Mesâbîh-i serîf)de, Menâkıb-ı Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
bâbında sahîh hadîs olarak, hazret-i Âise-i Sıddîkadan “radıyallahü
teâlâ anhâ” nakl etmislerdir. Hazret-i Âise buyurdular ki,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, mubârek baldırları
[topuk ile dizi arası] açık oldugu hâlde evimde yatıyordu.
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kapıya gelip, izn istediler.
Hazret-i Habîbullah izn verdiler. Kendileri o hâllerini
degisdirmediler. Sohbete basladıkdan sonra, hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” gelip, izn istediler. Hazret-i Fahr-i âlem
ona da izn verdiler, mubârek baldırları açık oldugu hâlde, sohbete
basladılar. Sonra hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
gelip, izn istediler. Hemen Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri oturup, örtüsünü üzerine aldı. Izn verdi. Sonra
cümlesi kalkıp, gitdikden sonra, hazret-i Âise “radıyallahü
teâlâ anhâ” dedi ki, yâ Resûlallah! Pederim [babam] Ebû Bekr
geldi. Hiç hareket etmediniz. Ömer geldi. Ona da aynı seklde
oldunuz. Sonra Osmân geldi. Kalkıp, esvâbınızı [elbisenizi] ört-
– 203 –
dünüz. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular:
(Meleklerin hayâ etdigi kimseden ben hayâ etmez miyim.) Bir
rivâyetde buyurdular ki, (Muhakkak ki, Osmân çok hayâlı bir
kimsedir. Ben ondan hayâ etdim. Eger ona o hâl üzere iken izn
versem, içeri girip, hâcetini [arzûsunu, istegini] bana söylemezdi.)
Dördüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de, menâkıbın hasen
hadîslerinde, Talha bin Ubeydullah “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet olunmusdur. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Her nebî için bir refîk
vardır. Benim refîkim Cennetde Osmândır “radıyallahü teâlâ
anh”.) Yine aynı bâbda hasen hadîs olarak, Enes “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmusdur. Enes hazretleri
dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bize
bî’at-ı rıdvân ile emr etdikleri vaktde, hazret-i Osmânı Mekke-
i mükerremede, Kureyse resûl (haberci) göndermis idi.
Nâs (insanlar) ile bî’at etdikde, (Muhakkak ki Osmân, Allahü
teâlânın ve Resûlünün hâcetini [isini] görmekdedir!) buyurup,
mubârek ellerinin birini kendisi için, birini Osmân için kıldı.
Kendileri için kıldıgı eli, hazret-i Osmân için kıldıgı el üzerine
koyup, hazret-i Osmân yerine bî’at etdiler. Nakl eden der ki,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
kendi mubârek elleri hazret-i Osmân bin Affân için, sâir insanların
kendi ellerinden hayrlı oldu.
Besinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de, [hazret-i Osmânın menâkıbı
bâbında] hasen hadîslerde Mürre bin Ka’b “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinden nakl olunmusdur. Ben Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitdim. Meydâna
gelecek fitneleri zikr etdi. O hâlde [sırada] kendini örtmüs
biri geçiyordu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: (O fitne günü bu kisi hidâyet üzerinde sâbitdir.)
Ben kalkdım, o sahsdan tarafa bakdım. O sahs Osmân bin Affân
“radıyallahü teâlâ anh” idi. Nakl eden der ki, o sahsın yüzünü
Habîbullah hazretlerine göstererek, dedim ki, bu mudur, yâ
Resûlallah! Evet, buyurdu.
Yine o menâkıb bâbında, hasen hadîs olarak (Mesâbîh) sâhibi
beyân etmisdir. Âise-i Sıddîkadan “radıyallahü teâlâ anhâ”
– 204 –
rivâyet olunmusdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular: (Yâ Osmân! Allahü teâlâ seni yakında halîfe
yapacakdır. Seni halîfelikden indirmek istiyen insanlar için,
kendini halîfelikden azl etme!) Bu hadîs-i serîfden dolayı hazret-
i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”; muhâsara olundugu günü
hilâfetden çekilmedi. Yine o bâbda, menâkıb-ı hasende [hasen
olarak] Ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden
rivâyet olunmusdur: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
fitneyi zikr etdi. Buyurdu ki, (O fitnede Osmân mazlûm
olarak katl olunur.)
Altıncı Menâkıb: Hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü
teâlâ anh” îmâna geldikden sonra, amcası, hazret-i Osmâna
adâvet ve husûmet edip, eli ile ve dili ile çok eziyyet yapdı. Sen
Muhammedin dîninden dön diye o kadar eziyyet yapdı ki, anlatmak
ve söylemek mümkin degildir. Günlerden bir gün hazret-
i Osmânın yanına varıp, dedi ki, insâfa geldin mi. Hemen
yâ dîninden dön, atan ve dedenin dînine gir. Veyâ sana eziyyetden
geri durmam. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu
ki; yâ amca! Bu kadar cefânın, yüz mislini de yapsan bana,
hazret-i Muhammedin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
dogru dîninden, dönmek ihtimâlim yokdur. Bos yere zahmet
çekersin, dedi. Sonra, amcası hazret-i Osmâna eziyyet etmekden
vazgeçdi. O sadâkat sâhibi, cefâdan kurtuldu. Dogru,
Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
se’âdethânelerine vardı. Diger Eshâb “rıdvânullahi aleyhim
ecma’în” ile Habesistâna hicret etdiler. Hazret-i Osmân iki
def’a hicret eyledi. Evvelki hicreti, Habesistânadır. Ikinci hicreti,
Medîne-i münevvereyedir. Cümle malı ile ve menâliyle ve
azîz cânı ile Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
ugruna [yoluna] fedâ olmusdur. Hiçbir zemân da,
yüz çevirmemisdir. Din yolunda büyük hizmetler etmisdir “radıyallahü
teâlâ anh”.
Yedinci Menâkıb: Hazret-i Osmânın “radıyallahü anh” malı
gâyet çokdu. Hattâ, se’âdethânelerinde üçyüz câriyeleri var
idi ki, hizmet ederlerdi. Birgün Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
insanlık îcâbı câriyelerden birine ulasdı. Meger Habîb-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kerîmeleri Ru-
– 205 –
kayye “radıyallahü teâlâ anhâ” bu durumu anlamısdı. Kadınlık
gayreti zuhûra gelip, gönülleri huzûrsuz olmus. Lâkin hazret-i
Osmânın yüzüne vurmayıp, hemen zerâfet ile izn isteyip, babamın
se’âdethânelerine gidecegim, dedi. Hazret-i Osmân izn
verdi. Ammâ içine te’sîr edip, kalbine ates düsdü. Kendi kendine
dedi ki, Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine
varıp, benden sikâyet ederse, benim hâlim nice olur.
Ne dünyâda ve ne âhıretde yerim kalır, deyip, derhâl abdest
alıp, mubârek yüzünü ve sakalını kara topraga sürüp, feryâd ve
figân ile Hak Sübhânehü ve teâlânın dergâh-ı âlisine tedarrû ve
niyâz eyledi. Hazret-i Rukayye “radıyallahü anhâ” da Sultân-ı
kâinâtın se’âdethânelerine vardıkda, Server-i Enbiyâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” Rukayye hazretlerinin yüzünde sıkıntı
eseri görüp, süâl buyurdular ki, ey benim cigergûsem. Nedir
hâlin, niçin sıkıntıdasın. Hazret-i Rukayye elinde olmı(Zeker)
aglayıp, dedi ki, benim devletli babam, sultânım. Senin sân-ı serefine
lâyık olan bu mudur ki, hazret-i Osmân benim üzerime
câriyeye baksın. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem”; (ey benim kızım! Eger Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
rızâsını ve benim rızâmı istersen, bir ân durma, var
evine ki, Osmân hazretlerinin ayaklarına yüzünü sürüp, özr dile.
Yoksa ne Hakkın huzûrunda, ne de benim huzûrumda yerin
kalır.) deyip ve bir ân durdurmayıp, hazret-i Osmânın huzûruna
gönderdi. Rukayye da emr-i serîfine imtisâl edip [uyup], acele
ile geri evine geldi. Kapıya el vurdu. Bakdı ki, kapı kapanmıs.
Kapıya vurdu. Hazret-i Osmân içeriden seslendi ki, kimdir.
Hazret-i Rukayye “radıyallahü teâlâ anhâ” dedi ki, bu za’îfe
hanımındır. Gelip, hazret-i Osmân acele ile kapıyı açdı. Özr dilemek
istedi. Hazret-i Rukayye “radıyallahü teâlâ anhâ” râzı
olmayıp, mubârek ayaklarına kapanmak istedi. Hazret-i Osmân
mâni’ olmak istedi. Hazret-i Rukayye râzı olmadı. Elbette
babam hazretlerinin emrini yerine getirmeyince içeri girmem,
deyip, mubârek yüzünü hazret-i Osmânın ayaklarına sürüp ve
özr diledi. Ondan sonra hazret-i Osmân secde-i sükr edip, dedi
ki, yâ Resûlullahın kızı! Mâdem ki baban sana böyle vasıyyet
eyledi. Ben de Allahü teâlânın askına ve babanın hurmetine haremimde
olan üçyüz câriyenin temâmını âzâd etdim. Hür olsunlar,
dedi. Hemen o sâat, haber getiren melek Cebrâîl aleyhisse-
– 206 –
lâm, Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
huzûr-ı se’âdetlerine geldi. Hazret-i Osmânın “radıyallahü
teâlâ anh” câriyelerini âzâd etdigi haberini getirdi. Dedi ki, yâ
Muhammed! Hak Sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Ve buyurdu
ki, Osmânın yanında olan hafaza meleklerini kaldırdım.
Bundan böyle hayrı ve serri yazılmıyacak. Ondan hesâb sorulmıyacakdır.
Hesâbsız Cennete dâhil olacakdır. Aslâ ondan birsey
sorulmıyacak ve amelleri vezn olunmıyacakdır! Ey mü’min
kardesim. Var fikr eyle, hazret-i Osmân ne mertebe sâhib-i sultân
imis “radıyallahü anh”.
Sekizinci Menâkıb: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
harem-i serîfinde [evinde] Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerinin kerîmeleri Rukayye “radıyallahü teâlâ
anhâ” hazretleri ile oturmusdu. Câriyelerden birisi, yiyecek getirdi.
Hazret-i Osmân ta’âm getiren câriyenin yüzüne bakdı.
Hazret-i Rukayye farkına vardı. Hanımlık [kadınlık] gayreti galebe
edip, huzûrsuz oldu. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ
anh” Rukayye hazretlerinin huzûrsuzlugunu görünce, yâ Rukayye,
ben o câriyenin yüzüne tama’ ile bakmadım, dedi ve yemîn
etdi. Bakmamız istiyerek olmadı. Yoksa Allahü teâlâ bilir
ki, kasd ile degildir. Hazret-i Rukayye inandı, tesellî buldu, râhatladı.
Zîrâ muhakkak ki, hazret-i Osmân câriyenin yüzüne tama’
ile bakmamıs idi. Hazret-i Osmân Rukayye ile barısdıkdan
sonra, hâtır-ı serîfine geldi ki, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerinin kerîmesinin her ne kadar onu incitmege
kasdım yok ise de kalbi incindi. Bunun için keffâret vermem
gerek. Fahr-i âlem seyyid-i veledi âdem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin kerîmeleri oldugu için, bu kadarcık
nesneden dolayı yüz köle âzâd eyledi. Bu mertebe Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini severdi. O
hazretin hâtır-ı serîfini gözetip, ri’âyet ederdi “radıyallahü teâlâ
anh”.
Dokuzuncu Menâkıb: Bir gün Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin yanında bir melek durdu.
Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” geçdi. Resûlullaha
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dedi ki, bu geçen kimdir. Dediler,
hazret-i Osmândır. Hemen ki, Osmân adını isitdi. Ayak
– 207 –
üzerine durdu ve dedi ki, yâ Resûlallah! Bu serverden cümle
melekler hayâ eder. Ve muhabbet edip, ri’âyet ederler ve bunun
mertebesi Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin dergâh-ı
âlisinde yücedir. Bunun gibi sânı yüksek sultânı kavmi ne behâne
ile cesâret edip, katl ederler, dedi. Var kıyâs eyle ki, melekler,
hazret-i Osmânı “radıyallahü teâlâ anh” medh edip, ri’âyet
ederler. Bu sevmiyenler nasıl müslimânım derler veyâ Cennet
yüzünü görmege ümîd ederler. Hâsâ ki, bunu sevmiyen müslimân
kâmil olamaz. Îmân-ı kâmil ile âhırete gidemez. Hazret-i
Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” menâkıb-ı serîfleri sayısızdır.
Bizim gibi bîçârelerin bunun gibi ulu sultânın medhini etmege
ve menâkıb-ı serîflerini yazmaga ve anlatmaga ne kudreti vardır.
Lâkin menâkıb-ı serîflerini yazmakdan murâdımız, muhabbetleri
kalbimizde yerlessin, onu sevenler zümresinden olmak
serefine kavusalım “radıyallahü teâlâ anh”.
Onuncu Menâkıb: Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri, (Yâ Osmân! Hak Sübhânehü ve teâlâ senin
evvel ve âhır günâhını afv etsin!) diye düâ etdi. Hak Sübhânehü
ve teâlâ Habîbullah hazretlerinin düâsını kabûl edip, hazret-
i Osmânı “radıyallahü teâlâ anh” afv etdi. Nice âyet-i kerîme
hakkında nâzil olmusdur. Hazret-i Habîbullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” (Cennet ehli, Cennetde bir burak gördüler.
Bu burak nedir, diye sordular. Hak Sübhânehü ve teâlâ
azamet ve kibriyâsı ile buyurdu ki, bu bir nûrdur. Burak degildir.
Hazret-i Osmân bir hücreden [odadan] bir hücresine giderdi.
Gördügünüz o nûr, na’lınının nûrudur) buyurdu. Yerde yürürken
Cennetde nûr verirdi. Meshûrdur ki, hazret-i Osmân,
her gecede iki rek’at nemâzda Kur’ân-ı azîmüssânı hatm ederdi.
Onbirinci Menâkıb: Bir gün Server-i âlem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hazretleri ile otururken, haber getiren melek,
hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Dedi ki, yâ Muhammed!
Hazret-i Yûsüf-i Sıddîk aleyhisselâmın mubârek sakalına bakmak
ister isen, hazret-i Osmânın mubârek sakalına bak. Hazret-
i Ibrâhîm Halîlullah aleyhisselâmın mubârek sakalına bakmak
istersen, hazret-i Osmânın mubârek sakalına bak. Her ki-
– 208 –
min bir Peygambere benzerligi varsa, o kimse muhakkak ehl-i
Cennetdir. Bu da Târîh kitâblarından alınmısdır.
Onikinci Menâkıb: Bir gün Osmân bin Affân “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine gelip, dedi ki, yâ Resûlallah! Kemâl-i lütfundan
bu âciz bendenizi toprakdan kaldırıp, evimizi sereflendiriniz,
tesrîf buyurunuz. Sultân-ı kâinât ve mefhar-i mevcûdât buyurdular
ki, yalnız beni mi da’vet ediyorsun, yoksa Eshâb-ı kirâmı
da mı? Hazret-i Osmân dedi ki, Eshâb-ı kirâm da gelsinler.
Server-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Bilâl
hazretlerini çagırıp, buyurdu ki: Yâ Bilâl! Bütün Sahâbeye haber
ver. Osmânın da’vetine gelsinler. Kendileri kalkıp, hazret-i
Alî “kerremallahü vecheh” ile hazret-i Osmânın se’âdethânelerine
dogru gitmege basladılar. Yolda giderken, hazret-i Osmân,
Resûl-i ekremin ardınca gidip, adımlarını sayardı. Resûlullah
hazretleri buyurdu: Yâ Osmân! Niçin sayıyorsun. Hazret-
i Osmân dedi ki: Yâ Resûlallah, her mubârek adımınız için,
bir köle âzâd olsun. Da’vetden sonra bütün köleleri âzâd oldu.
Kölelerin âhidnâmelerini verdi. Simdi ey mü’min kardeslerim.
Hazret-i Osmânın menâkıb-ı serîflerini düsünerek, kendi kendinize
insâf ediniz ki, ne mertebede yâr [sevgili] ve sâdık dost
imis.
Onüçüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu ki, (Bütün Enbiyâ ve Mürselîn “aleyhimüsselâm”
hayâtlarında iken birer kimse ile fahr eylemisler [ögünmüsler]
idi. Ben de Osmân bin Affân ile fahr eylerim [ögünürüm]).
Bir yerde de buyurdu ki, (Bütün melekler benimle iftihâr
ederler. Ben Osmân ile iftihâr ederim.) Bir yerde de buyurdu
ki, (Mahser gününde bütün Enbiyâ ve Mürselîn “aleyhimüsselâm”
eshâblarından birisini refîk edip, onunla gezerler. Bir ân
yanlarından ayrılmazlar. Ben de Osmânı refîk edinirim. Bir ân
onsuz olmam. Cennetde benim refîkim Osmân olacakdır.)
Hakkında nice senâlar edip, nice hadîs-i serîf buyurmuslardır.
Simdi ey gâfil, gözünü aç! Cân-ı dilden hazret-i Osmâna “radıyallahü
teâlâ anh” muhabbet eyle. Dostuna dost, düsmanına
düsman ol ki, arasat meydânında [o gün] büyük tehlükelerden
kurtulup, Cennet-i alâya vâsıl olasın. Insâallahü teâlâ.
– 209 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:14
Ondördüncü Menâkıb: Âise-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ”
nakl buyurmusdur. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Âise! Dilerim ki,
eshâbımdan ba’zısı buraya [yanıma] gelsinler. Onlara ba’zı söyliyeceklerim
vardır. Söyliyeyim.) Dedim yâ Resûlallah! Ebû
Bekri çagırayım mı? Birsey söylemedi. Bildim ki, onu dilemez.
Dedim, Ömeri çagırayım mı? Onun için de birsey demedi. Bildim
ki, onu dahî dilemez. Dedim, amcan oglu Alîyi çagırayım
mı? Ona da birsey söylemedi. Dedim, Osmânı çagırayım mı?
Buyurdular; (Çagır gelsin!) Çagırdım, geldi. Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı serîfinde durdu. Resûlullah
hazretleri ona ba’zı seyler söyledi. Onun rengi degisdi. Ba’zı
seyler de söyledi. Rengi eski hâlini aldı. Hazret-i Osmânın evini
muhâsara etdikleri günde, ona dediler, niçin karsılık vermezsin.
Dedi ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
benim ile sözlesmisdir. Bana çok söz söylemisdir. Ben bu
belâya sabr ederim. Hazret-i Âise “radıyallahü teâlâ anhâ” demisdir
ki, benim zannım öyledir ki, hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” o vakt ona bu kıssayı haber vermisdir.
(Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır.
Onbesinci Menâkıb: Câbir-i ensârîden “radıyallahü anh” rivâyet
olundu. Bir gün bir cenâze götürdüler. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” çekinip, nemâzını kılmadı. Süâl etdiler
ki, yâ Resûlallah! Simdiye kadar, hiçbir cenâzeden çekinmeyip,
gördügünüz gibi nemâzını kılardınız. Hikmeti ne oldu
ki, bu meyyitin nemâzını kılmadınız. Cevâbında buyurdular ki,
(Bu sahs, benim yârim Osmâna bugz ederdi. Osmâna bugz
eden kimseye Allahü tebâreke ve teâlâ bugz eder. Bir kimseye
ki, Allahü teâlâ bugz eder. Benim onun nemâzını kılmam uygun
mudur?)
Onaltıncı Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ
anhümâ” rivâyet etmisdir. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurmuslardır: (Osmânın sefâ’ati ile,
hepsi nâra müstehâk olan kimselerden elbette yetmisbin kisi
Cennete girse gerekdir.) Abdüllah ibni Ömerden “radıyallahü
teâlâ anhümâ” rivâyet olunur ki, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurmuslar ki, (Mi’râc gecesi
– 210 –
dördüncü göke ayak basdıkda, önüme bir elma düsdü. Alıp, ikiye
böldüm. Içinden bir hûrî çıkdı. Kahkaha ile gülerdi. Süâl eyledim
ki, sen kimin için yaratıldın. Dedi ki, (Zulm ile sehîd edilen
Osmân bin Affân için yaratıldım) dedi.) “Radıyallahü teâlâ
anh”.
Onyedinci Menâkıb: Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü
teâlâ anh” rivâyet etmisdir. Bir gazâda Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ile hâzır idim. Zahîre bitdi. Askerde
hayli üzüntü ve sıkıntı hâsıl oldu. Server-i âlem hazretleri bu
duruma vâkıf olup, buyurdular ki, (Vallahi günes batmadan Allahü
teâlâ hazretleri size rızk gönderir.) Bu ma’nâyı hazret-i
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hemen anlayıp, Allahü teâlâ
hazretlerinin Resûlü mutlaka dogru söyler diye düsünüp, bir
yerde ondört yük zahîre buldu. Agır behâ [yüksek fiyat] ile alıp,
günes batmadan dokuz yükünü Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine getirdi. (Bu nedir, yâ Osmân) diye
buyurdukda, dedi ki, Osmânın Allah ve Resûlüne hediyyesidir.
Seyyid-i kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
mu’cizâtı te’hîrsiz meydâna gelince, mü’minler sevinip,
münâfıklar mahzûn ve giryân oldular. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mubârek ellerini dergâha kaldırıp,
(Yâ Rabbî, Osmâna çok ecr ver, iyiliklerine bol karsılık
ver) diye hayr düâ buyurdular.
Onsekizinci Menâkıb: (Osmân bin Affânın “radıyallahü teâlâ
anh” hilâfeti.) Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” âhırete
sefer etdikleri vaktde, hilâfeti altı serverin arasında müsâvere
etdiler. Yukarıda beyân olundugu gibi, o altı kisiden Sa’d
hazretleri orada yokdu. Talha ve Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhüm”
i’tizâr etdiler. Bizim hilâfet ile isimiz yokdur. Istemeyiz
dediler. Üç kisi kaldı. Osmân ve Alî ve Abdürrahmân “radıyallahü
teâlâ anhüm”. Abdürrahmân “radıyallahü teâlâ anh” dedi
ki: “Ben isi ikinize bırakdım.” Onlar dediler, öyle olsun. Üç gün
mühlet istediler. Abdürrahmân hazretleri o üç günde, halk arasında
gizli-âsikâr kimin halîfe olması gerekdigini arasdırdı.
Cümle halkın hazret-i Osmân tarafına meyilli olduklarını ögrendi,
tesbît etdi. (Ben Osmân bin Affânı “radıyallahü teâlâ
anh seçdim) buyurdu. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” ve
– 211 –
diger Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazret-
i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” ile bî’at edip, fitne ve kavgayı
ref’ etdiler. Ebûl Mû’în Nesefînin (Temhîd) kitâbından
alınmısdır.
Ondokuzuncu Menâkıb: Kur’ân-ı azîmüssânın toplanması,
hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” tarafından yapıldıgı
halk arasında meshûr oldugu ma’lûmdur. Hazret-i Azîzin
“kuddise sirruh” (Güzîde) adlı risâlelerinde yazılı açıklamasından
anlasılan odur ki, Kur’ân-ı kerîmi, Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh”, hazret-i Ömer ve diger Sahâbe-i güzînin
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ittifâkları ile toplamısdır.
Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetleri
zemânında, Irâk ve Sâm feth oldugu zemân, halk arasında hiçbir
kâmil ve temâm mushaf yok idi. Kur’ân-ı azîmüssânın kırâ’etinde
ihtilâflar vâki’ oldu. Halkın birbirini tekfîr edip, inkâr
etmege baslamalarından endîse edildi. Huzeyfe bin el-Yemânî
“radıyallahü teâlâ anh” Irâkı feth edip, Sâm tarafına gazâya
gitdi. Halkın bu ihtilâflarını görüp, dedi ki: Yâ Emîr-el
mü’minîn! Kitâbullahda yehûdîler ve nasrânîler gibi, ihtilâf etmezden
evvel ümmet-i Muhammede meded eyle! Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” bunu isitince, bütün Eshâb-ı kirâmı
toplayıp, Kur’ân-ı kerîmin kırâ’etinde ihtilâf oldugunu anlatıp,
buyurdular ki: Hâtırıma böyle gelir ki, esâs mushaf, Ebû
Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” topladıgı Kur’ân-ı kerîmdir.
Ondan bes aded mushaf yazıp, herbirini bir vilâyete
gönderelim. Halk ona tâbi’ olsunlar. Sahâbe-i kirâm, isâbetli
olacagını söylediler. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdular
ki: Eger ben de halîfe olsa idim, böyle yapardım.
Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”, ilk mushafı, hazret-i
Hafsadan “radıyallahü anhâ” getirtip, Sa’îd bin Âs hazretlerine
yazması için emr eyledi. Zeyd bin Sâbit hazretlerine emr
eyledi ki, kitâb hâline getirsinler. Bir rivâyetde Abdüllah bin
Zübeyr ve Sa’îd bin Âs ve Abdürrahmân bin Hârise yazsınlar,
diye emr eyledi. Zeyd bin Sâbit kitâb hâline getirdi. Bunlara
buyurdular ki, eger sizin bir müskiliniz olursa, Kureys lügatine
mürâce’at ediniz. Zîrâ Kur’ân-ı azîmüssân Kureys lügati üzerine
nâzil olmusdur. Bunlar sûre-i Bekarada bir müskilât ile karsılasdılar.
Biri tâbut okudu. Birisi tâbuh okudu. Hazret-i Os-
– 212 –
mâna “radıyallahü teâlâ anh” arz etdiler. Hazret-i Osmân, tâbutdur
buyurdular. Zeyd bin Sâbit hazretleri bes mushaf yazdılar.
Bu mushafların adlarına mushaf-ı imâm koyup, herbirini
bir sehre gönderdiler. Ihtilâf olundugu vakt bu mushaflara
mürâce’at olunsun. Birisini Mekke-i Mükerremeye, birisini
Basraya, birisini Sâm-ı serîfe, birisini Kûfeye gönderip, birisini
de Medîne-i Münevverede alıkoydular. Bir rivâyetde de yedi
mushaf idi. Birisini Yemen tarafına, birisini de Bahreyne
gönderdiler. Hazret-i Osmânın “radıyallahü anh” rey’i ve tedbîri
ve tasarrûfları bu sekldedir. Baslangıçdan buraya kadar,
(Aynî) ve (Güzîde) kitâblarından nakl olunmusdur.
Yine Güzîdede beyân buyurmuslar ki, evvelâ Kur’ânın tertîbini
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
beyân buyurmuslardır. Cem’ olmasını [toplanmasını] hazret-i
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” yapmısdır. Nitekim anlatıldı.
Zeyd bin Sâbit “radıyallahü teâlâ anh” her mushafı bir kırâ’et
üzerine yazmısdır. Onun için her vilâyetin ehli, bir kırâ’ete tâbi’
olmuslardır. Hâlâ o ihtilâflar ile, o beldelerin kârileri okurlar.
Müskili olan ona mürâce’at eylesin diye o mushaflarda nokta
ve i’râb yokdur. Ancak imâleler gelen yerlerde kelimelerin altına
sarîhle isâret koymuslardır. [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbı birinci
kısm, 25.ci maddeye bakınız!]
Yirminci Menâkıb: Hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü
teâlâ anh”, Kur’ân-ı azîmüssânın yazılma isi ile ugrasırken, bir
Cum’a günü, Cum’a nemâzını kıldıkdan sonra, mubârek ellerini
kaldırıp, düâ ederken, bir kisi geldi. Acâib sözler söyleyip,
dedi ki; Ey Vahy kâtibi! Sûre-i Tebbeti fazîleti bakımından sûre-
i Ihlâsdan önce yazmak lâyık degildir. Akla da hos gelmez
deyip, bu seklde bunun hikmetini ögrenmek istedi. Hazret-i
Osmân “radıyallahü teâlâ anh”, o kisinin tereddüdünü kaldırmak
için, hemen kisinin gözlerini silip, (Bak, levh-i mahfûzu görürsün)
dedi. O kisi de bakıp, o ân levh-i mahfûzu gördü.
Kur’ân-ı azîmüssân levh üzerinde, bu tertîb üzerinde yazılmısdır.
Her bir harfi ve sûreler yerli yerindedir. Arab bu kerâmeti
görünce, hazret-i Osmânın hizmetinden ayrı kalmayıp, tâat ve
ibâdeti ile mesgûl oldu. Gel insâf eyle. Hazret-i Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” büyük sultân degil midir. Aslında büyük bir
– 213 –
sultâna hizmet etmek, ugruna mal ve menâlini fedâ etmek gerekir.
(Gülsen-i Envâr) kitâbından alınmısdır.
Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ
anh” hilâfetleri zemânında bir gulâmın kulagını çekdi. Kulagını
acıtmısdı. O gulâm mahzûn oldu. Hazret-i Osmâna dedi ki, yâ
efendi! Kıyâmet gününü düsün ki, her kisi Hakkın huzûruna
vardıgı zemân hakkını alsa gerekdir. Hazret-i Osmân bu sözden
pismânlık duydu. Gulâma buyurdu ki, yâ gulâm! Sen de benim
kulagımı çek, berâber olalım. Gulâm da hazret-i Osmânın kulagını
çekdi. Hazret-i Osmân buyurdu ki: Yâ gulâm, çok çek. Gulâm
dedi ki, yâ efendi, hazretiniz kıyâmet gününü düsünüp,
korkdunuz. Ben köleniz de kıyâmet günü kısâs yapılmasından
korkarım.
Yirmiikinci Menâkıb: Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri vefât etdi. Hazret-i Osmân “radıyallahü anh”
yerine halîfe oldu. Hazret-i Ömerin vefât haberi rûm diyârına
erisdi. Rûm kayseri, Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” üzerine
hücûm etdi. Hazret-i Osmân onu isitip, Abdüllah bin Ebî Serh
ve Abdüllah bin Zübeyri imdâda gönderdi. Iki fırka birbiri ile
karsılasdılar. Ceng günü de belli oldu. Abdüllah bin Zübeyr,
Abdüllah bin Ebî Serhe dedi ki, rûm ve frenk askeri çokdur.
Müslimânların askeri azdır. Onlara hîle yaparak muzaffer olmalıdır.
Henüz harb baslamamısdır. Sen asker ile durup, hâzır
ol. Benim tarafımdan tekbîr seslerini isitince, hemen rûm ve
frenk askerine varıp, vurusmaga basla. Zîrâ haber almısım ki,
rûm pâdisâhları askerden ayrı yerde olup, tavus kanadından yapılmıs
gölgeliginde birkaç sarkıcı ile oturur. Abdüllah bin Ebî
Serh hâzır vaziyyetde dururken, Abdüllah bin Zübeyr otuz er
alıp, resmî elçiler gibi gitdi. Rûm ve frengin askerine haber verdiler.
Kaysere yakın vardı. O otuz askere dedi ki, siz rûm ve
frengin askeri ile benim aramda durun ki, benim hâlime vâkıf
olmıyalar. Eger benim hâlime kasd etmek isterler ise, onları bir
müddet mesgûl ediniz. Bu arada ben de isimi yapayım. Hemen
atını salıp, hücûm etdi. Câriyeler kendilerini kayserin üzerine
atdılar. Üçünü de kılınç ile helâk edip, tekbîr getirdi. O otuz er
de yüksek ses ile tekbîr aldılar. Abdüllah bin Ebî Serh hâzır vaziyyetde
dururken, tekbîr sesini isitdigi gibi, islâm askeri ile bir
– 214 –
yerden tekbîr alıp, rûm ve frenk askerine hamle edip, birbirlerine
vurdular. Onbin kâfiri kırıp, kılınçdan geçirdiler. Bu zafere
Abdüllah bin Zübeyr hazretlerinin dilâverligi sebeb oldu.
Meshûr rûm sehrlerinden birkaç sehr müslimânların tasarrûfuna
dâhil oldu. Abdüllah bin Ebî Serh Medâyine vardı. O vilâyeti
ele geçirip, harac aldı. Yirmialtıncı senesinde Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” Harem-i serîf etrâfında birçok evleri satın aldı.
Bu seklde Mescid-i Harâmı genisletdi. Yirmisekizinci senesinde
haber geldi ki, Horasan kavmi emre mutî’ olmuyorlar.
Sa’d bin Âs hazretlerini gönderdi. Onları, itâ’ate getirdi. Hem
bu sene de müslimânlar arasında Kur’ân-ı azîmüssân kırâetinden
ihtilâf vâki’ oldu. Yukarıda zikr olundu.
Otuzuncu senede, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin yüzügü, hazret-i Osmânın elinden Erîs kuyusuna
düsdü. Ne kadar istediler ise de bulamadılar. Bu sene
Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” kostantiniyyeye [Istanbula]
varıp, gazâ etdi. Otuzikinci senede rûmdan bir asker gelip, müslimânlar
ile ceng edip, muzaffer oldular. Abdüllah bin Sebe’ adlı
yehûdî, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” zemânında
müslimân olmusdu. Fekat, yehûdîlik kîni gönlünde bâkî kalmısdı.
Islâm dîninde, çok kötü bir fitne çıkarmak istedi. Hazret-i
Ömerin siddeti ve tedbîrli hareketi onun fitnesine mâni’ olurdu.
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” zemânında fırsat bulup, fitne çıkardı.
Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” gidisi, Seyhayn
“radıyallahü teâlâ anhümâ” gidislerine muhâlif idi diyerek,
müslimânları hazret-i Osmân üzerine ayaklandırdı. Hattâ
insanlara öyle i’tikâd etdirdi ki, hazret-i Osmânın üzerine yürümek,
ayaklanmak ibâdetdir, fikrini asıladı. Mısrlılardan bir gurub,
hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” huzûruna geldiler,
gitdiler. Basrâlılar Zübeyr bin Avvâmın huzûruna, Kûfeliler,
Talhanın “radıyallahü teâlâ anhüm” huzûruna geldiler. Bu din
büyüklerinin nasîhatları bunlara fâide verip, nasîhatları kabûl
etdiler. Sonra, bunlar yine fitne çıkarmak için toplandılar. Hazret-
i Osmânı ilzâm [susdurmak], yâhûd hilâfetden hal’ etmek
[çekilmesini saglamak], eger öyle olmaz ise, katl etmege karâr
verdiler. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
üzerine yürüdüler. Dediler ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aley-
– 215 –
hi ve sellem” ve Seyhayn “radıyallahü teâlâ anhümâ” Arafatda
nemâzı kasr etdiler [kısaltdılar]. Osmân niçin temâm kıldı. Cevâb
verdi ki; islâmın isi büyüdü. Sark ve garbın halkı islâma gelip,
Arafatda toplandılar. Eger nemâzı temâm kılmasaydım, vilâyetlerin
halkı kusûr ederler ve böyle kılmak gerekli zan ederlerdi.
Kasr sünnetini bilmezlerdi. Ikinci süâlde dediler ki: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Seyhayn “radıyallahü
teâlâ anhümâ” Ebû Zer Gıfârîyi mükerrem tutarlar idi. Ebû
Zer hazretleri, Sâmda Mu’âviye “radıyallahü anh” yanında bulunuyordu.
Mu’âviye “radıyallahü anh” ile Beyt-ül mâldaki malların
kullanımı konusunda uyusmazlık hâsıl oldu. Ebû Zer-i Gıfârî
Sâmdan Medîne-i Münevvereye geldi. Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” onu Medîneden dısarı çıkardı. O da, bir harâbe köyde
mekân tutdu [yerlesdi]. Osmân “radıyallahü anh” cevâbında
dedi ki, Ebû Zer “radıyallahü teâlâ anh” ve Mu’âviyenin “radıyallahü
teâlâ anh” uygulamaları ve sözleri onların ictihâdı ile
alâkalıdır. Onların birbirlerini sevmeleri âyet-i kerîme ile sâbitdir.
Medîneden uzakda ikâmet etmesi câhillere birsey ulasıp, islâma
bir zarar gelmesin diyedir. Üçüncü süâlde dediler ki, önceden
zekâtı âmiller toplardı. Mal sâhiblerinin istegine [gönlüne]
bırakdın. Tâ ki gönlünün istedigine versinler. Cevâb verdi
ki: Âmiller telef eder. Aldıkları vakt cebr ile alırlar. Ben mal sâhibleri
elinde koydum. Kendileri götürüp, Beyt-ül mâla teslîm
etsinler. Dördüncü süâlde dediler ki: Hakem bin Âs ile, Mervân
bin Hakemi, Resûlullah hazretleri, nifâk sebebi ile Medîne-i
münevvereden dısarıya sürdü. Hazret-i Osmân yine Medîneye
getirdi, dediler. Cevâb verdi ki: Resûlullah hazretlerinin son
hastalıklarında onları getirmege izn istedim. Izn verdiler. Bu sözü
Ebû Bekr ve Ömer hazretlerine söyledim. Bir baska sâhid istediler.
Bulunmadı. Sonra hilâfet bize erisdi. Ilmimiz o izn ile
aynı oldu. Resûlullah hazretlerinin izni serîfleri ile onları geri
getirdim. Besinci süâl olarak dediler ki, Benî Ümeyyenin ihsânını
artdırıyorsun. Onların ma’îseti fazlalasıyor. Cevâb verdi ki,
Herkes bilir ki, Allahü teâlâ hazretleri, ben kuluna servet vermisdir.
Ben dâimâ sıla-i rahmi muhâfaza etmisimdir. Su ânda
ömrümün sonuna geldim. Bu hâlde begenilmis durumun niçin
aksini yapayım. Fekat vallahi beyt-ül mâldan hiçbir sey onlara
vermedim. Kendi malımdan verdim. Altıncı süâl olarak dediler
– 216 –
ki, Kur’ân-ı kerîmin birkaç nüshası hâriç, digerlerini niçin atesde
yakdın. Cevâb verdi ki, etrâfdan haber yazdılar ki, Kur’ân-ı
azîmüssân rivâyetlerinde ihtilâf vâki’ olmusdur. Diledim ki, bu
vâsıta ile dîn-i islâmda bir fitne çıkmasın. Aynı nüshayı bırakıp,
degisik nüshaları yakdırdım. Kötüleyenlerin dilleri dîn-i islâm
üzere olmasın. Yedinci süâl olarak dediler ki, Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerine hürmeten minberden bir derece asagı
durdu. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” Ebû Bekre
hurmeten ondan asagı durdu. Osmân, Resûlullah hazretlerinin
yerinde durdu. Cevâb verdi ki: Eger bu kâideyi devâm etdirse
idim, tedrîcen lâzım gelir idi ki, hutbeyi, bir kuyu kazıp, kuyu
içine girip, okumak îcâb ederdi. Sekizinci süâl olarak dediler ki,
kapına kapıcılar ta’yîn etdin. Cevâb verdi ki: Devletin din islerini
görürken, din ile alâkası olmıyanların zararını def’ etmek
için kendi etrâfımı muhâfaza etdim. Dokuzuncu süâl olarak dediler
ki, hayvanları Bakî’ otunu yimekden men’ etdin [orada otlamalarını
yasakladın]. Cevâb verdi ki, Beyt-ül mâl hayvanlarından
dolayı onu korudum. Böylece, onu koruyup, telef etmesinler.
Onuncu süâl olarak dediler ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”hazretlerinin yüzügünü kaybetdin. Cevâb
verdi ki, Sahâbe-i güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
gözleri önünde yüzük Erîs kuyusuna düsdü. Ne kadar
aradıksa, bulamadık. O serefden mahrûm kaldık. Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” her bir süâle lâyık oldugu üzere cevâb
verdi. Alîyyül Mürtedânın “radıyallahü teâlâ anh” gayreti
ile fitne sâkin oldu [fitne çıkmadı]. Kavga def’ oldu.
Yirmiüçüncü Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 118.ci sahîfesinde
diyor ki: Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” halîfe
iken, Yemende, Abdüllah bin Sebe’ isminde bir yehûdî, eski kitâbları
çok okumusdu. Medîneye gelip, halîfenin yanında müslimân
olup, halîfenin gözüne girmek istedi. Bu fikrle müslimân
oldu. Fekat, halîfe buna hiç yüz vermedi. Bu her yerde hazret-i
Osmânı kötüledi. Halîfeye, bu yehûdî dönmesi, her zemân seni
kötülüyor, dediler. Halîfe, bunu Medîneden çıkardı. Bu da Mısra
gidip, halîfeye karsı propagandaya basladı. Çok bilgili oldugundan,
câhilleri etrâfına topladı. En çok söyledigi sey, (Her
– 217 –
Peygamberin bir vezîri var idi. Bizim Peygamberimizin vezîri de
Alîdir. Hilâfet, onun hakkı idi. Osmân onun elinden aldı.) sözleri
idi. Fellahları kandırıp, Osmân “radıyallahü anh” kâfirdir,
dediler. Mısr vâlîsi Abdüllah bin Sa’ddan, halîfeye sikâyetler
yazdılar. Mısrdan dört bin kisi Medîneye geldi. Halîfenin begenmedikleri
hareketlerini kendisine bildirdiler. Halîfe her süâle
cevâb verip, âyet-i kerîme ve hadîs-i serîfler ile haklı oldugunu
isbât etdi. Bir sene sonra, Mısrdan dört bin ve Irâkdan dört
bin kisi geldi. Medîne ehâlisi silâhlanıp, niçin geldiniz dediklerinde,
hacca gidiyoruz dediler. Ehâli de, silâhını bırakdı. Gelenlerin
maksadları hazret-i Osmânı hâl’ etmek idi. Mısrlılar hazret-
i Alîyi, Irâklılar hazret-i Talhayı halîfe yapmak istiyordu.
Mısrlılar hazret-i Alîye gelip, (Seni halîfe yapacagız) dediler.
Hazret-i Alî bunlara darılıp, (Peygamberimiz “aleyhisselâm” sizin
yerlesdiginiz yere gelip konacak askerin mel’ûn oldugunu
haber verdi) buyurdu. O gece halîfe, hazret-i Alînin “radıyallahü
anh” yanına gelip, bu askerleri geri döndür, dedi. Hazret-i
Alî de pekî deyip, sabâhleyin askere nasîhat verdi. Asker geri
dönmekde iken, hazret-i Alî halîfeye gelip, Mısr vâlîsini degisdir,
onların istedigini ta’yîn eyle, dedi. Halîfe, Muhammed bin
Ebî Bekri vâlî yapdı. Mısrlılar vâlî ile Mısra gitdi. Fekat yolda
bir haberci üzerinde halîfenin mektûbunu buldular. Eski vâliye
emr olup, gelenleri kabûl ediniz deniyordu. O zemân yazılar
noktasız oldugundan, noktanın yerine göre, katl ediniz ma’nâsı
da okunur. Mısrlılar böyle okuyup, kızdılar. Geri döndüler.
Irâklıları da döndürdüler. Halîfenin evini sardılar.]
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin mevcûd dörtyüz
kölesi [kulu] var idi ki, akçe ile almıs idi. Hepsi harb âletleri
ile kusanıp, hazret-i Osmânın serâyını kusatmıslardı. Hazret-
i Osmân bütün kölelerini huzûruna çagırıp, buyurdu ki, her
kim odasına varıp, silâhını bırakıp, kendi hâlinde oturursa,
âzâd olsun. Benim hayr düâm onun ile olsun. Onlar da emre
uyup, dagıldılar. Ondan sonra hazret-i Alîye “kerremallahü
vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” haber verdiler. Onbin kadar
kimse hazret-i Osmânın katli için toplanıp gelmislerdir, dediler.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
ayrılıgı, imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin cân-ı
azîzlerine bir mertebe kâr eylemis idi ki, ne günleri gün yerine
– 218 –
ve ne geceleri gece yerine geçer idi. Geceleri aglar idi. Mubârek
cigerini daglardı. Hattâ Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerinden sonra, Zülfikâr adlı kılıcını mubârek
beline kusanmadı. Ve Düldül adlı atına binmedi. Gecegündüz
Ravda-i Mutahharasında olurdu. Onun için kendileri
gitmeyip, imâm-ı Haseni ve imâm-ı Hüseyni “radıyallahü teâlâ
anhümâ” gönderdiler. Tenbîh eylediler ki, her kim ki hazret-
i Osmânı kasd için gelir ise kılıcı vurun. Her kim olursa olsun,
aman vermeyin. Bu iki seyhzâde, bellerine kılıçlarını kusanıp,
hazret-i Osmânın kapısına vardılar. Bu seyhzâdeleri
gördükleri gibi, hiçbir fert kapıya gelmege cesâret edemedi.
Kapıyı bırakıp, serây dıvârını deldiler. Hazret-i Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” Kur’ân-ı azîm ve Fürkân-ı kerîm okurlar
idi. Okurken sehîd eylediler (El hükmülil vâhidil Kahhâr). (Innâ
lillah ve innâ ileyhi râciûn). Hazret-i Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” vefât etmeden evvel hazret-i imâm-ı Alîye haber
verdiler. Acele ile kalkıp, hazret-i Osmânın yanına gitdi.
Imâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyni görüp, onları tekdîr edip,
içeri hazret-i Osmânın yanına vardı. Mubârek hâtırını sordu.
Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hâline sükr edip, dedi
ki, yâ Alî! Bu benim basıma gelecegini beni bilmez mi zan
edersin! Yoksa, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri bana bildirmedi mi zan edersin. Yâ Alî! Lutf edip,
benden ötürü bir kimseye zarar etmiyesin. Bu gece Peygamberimiz
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rü’yâda
gördüm. Bana buyurdu ki; (Yâ Osmân! Bu gece bizim yanımızda
iftâr edersin!) Yâ Alî, on nesneyi sakladım. Mahrem hazîne
gibi kimseye açmadım. O on nesneyi bu üslûb üzere takrîr
buyurdular: Ben islâmın üçüncü halîfesi oldum. Fahr-il kevneyn
ve Resûl-i sekâleyn Peygamberimiz “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin iki kerîme-i muhteremelerini
almak, hiç kimseye müyesser olmamısdır. Bana müyesser oldu.
Tegannî etmedim. Bütün ömrümde tegannî etmek istemedim.
Tegannî edilen yere bile ugramadım. Îmâna geldikden
sonra zinâ etmedim. Evvelden de zinâ etmemisdim. Îmâna geldikden
sonra, hırsızlık etmedim. Evvelden de etmemisdim.
Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile
bî’at edip, mubârek eline elim yapısdıkdan sonra, sag elimi av-
– 219 –
ret yerime uzatmadım. Bir Cum’a günü geçmedi ki, ben bir köle
âzâd etmis olmıyayım. Eger hâzır köle bulunmaz ise, sonra
bir köle alıp, getirip, âzâd ederdim. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin zemân-ı serîflerinden beri
benim basıma gelecegi bilirdim. Lâkin kimseye açmazdım. Bu
üslûb ve bu tertîb üzerine yedi mushaf-ı serîf yazdırıp, bütün
mu’minleri ihtilâf etmekden kurtarıp, herbirini bir iklîme
[memlekete] göndermek bana müyesser oldu.
Yirmidördüncü Menâkıb: Emîr efendi buyurdular ki, hazret-
i Osmân bin Affânın “radıyallahü teâlâ anh” mubârek hattı
serîfleri ile yazdıgı mushaflardan üç dânesini gördüm. Birini
Sâmda, birini Yemende ve birini Mısr Iskenderiyyesinde. Ammâ,
ba’zılarından nakl olunur ki, bu mushafların üçünde de meâl-
i serîfi (... Onlara karsı sana Allahü teâlâ kâfidir, yeter..) olan
Bekara sûresi 137.ci âyet-i kerîmesinde sehîd etdikleri vakt,
mubârek kanı damlamıs. Lâkin ba’zılarından da rivâyet olunur
ki, su ânda kelâm-ı serîflerin birisinde adı geçen âyet-i kerîmede
mubârek kanı tâze, sanki henüz damlamısdır. Allahü teâlânın
hikmeti, Emîr efendi huzûruna bir kaç def’a varıldı. Ammâ
bu haberin sıhhatini sormak müyesser olmadı. Lâkin bu kadar
kerâmeti, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
yüce sânı için acâib degildir.
Yirmibesinci Menâkıb: (Mesâbîh-i serîf)de, menâkıb-ı hazret-
i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” bâbının haseninde rivâyet
olunmusdur. Semâme tebni Cezemîl Kuseyrî dedi ki: Ben Yevmüddâra
hâzır oldum. Yevmüddâr, hazret-i Osmânın katl olundugu
güne derler. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”, serâyını
muhâsara edenlerin hâlini anladı. Onlara hitâb edip, buyurdular
ki: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve de islâma
yemîn ederim ki, siz bilmez misiniz, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri Medîneye geldi. Medîne-i Münevverede
Rûme kuyusundan baska tatlı su yokdu. Buyurdular
ki, (Rûme kuyusunu kim satın alır, kendi kovası ile müslimânların
kovasını bir tutarsa, onun Rûme kuyusundaki kovasından
Cennetdeki kovası hayrlı olur.) Kendi hâlis malımdan o kuyuyu
satın aldım. Siz bugün o kuyunun suyunu içmekden beni men’
edersiniz. Hattâ deryâ (deniz) suyu gibi tuzlu su içerim. Hep-
– 220 –
si dediler ki: (Evet öyledir). Rûme, bir kuyunun adıdır. Medîne-
i Münevverenin altı mil mikdârı uzagında bir kuyudur. O
kuyu küçük vâdi’dedir. Zîrâ, Medîne-i Münevverede iki vâdi’
vardır. Büyük vâdi’de olan Azîze kuyusudur.
Sârih Gürânî “rahimehullah” Ibni Abdülberden nakl etmisdir
ki: Medîne-i Münevverede bir yehûdînin agzı örülü bir kuyusu
var idi. Suyu gâyet tatlı idi. Suyunu satardı. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki:
(Rûme kuyusunu kim alır, kendi kovasını müslimânların kovası
ile berâber tutarsa, Cennetdeki kovası bundan hayrlı olur.)
Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” varıp, kuyuyu yehûdî
ile pazarlık etdi. Yehûdî kuyunun temâmını satmakdan imtinâ
etdi. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” da, yarısını aldı.
Nöbet yolu ile, bir gün Osmânın “radıyallahü anh” olacak, bir
gün yehûdînin olacakdı. Hazret-i Osmân nöbetini sebîl ve sadaka
etdi. Yehûdî ücret ile satardı. Müslimânlar da hazret-i Osmânın
nöbeti geldikde, iki günlük su alırlardı. Yehûdînin nöbetinde
aslâ ugramazlar idi. Yehûdînin pazarı kesâda ugrayınca,
diger yarısını da satmak istedi. Diger yarısını da Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri ondan satın aldı. Evvelki yarısını
yehûdîden oniki bin dirheme almısdı. Diger yarısını da sekiz
bin dirheme aldı. Temâmını sebîl etdi.
Yine hazret-i Osmân muhâsara edenlere hitâb edip, buyurdu
ki, Allahü teâlâ hazretlerine ve islâma yemîn ederim ki, siz
bilmez misiniz. Mescid dar geliyordu. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Falanın yerini kim satın
alıp, Mescide katarsa, o yerden dahâ iyisine Cennetde kavusur.)
O yeri has malım ile satın aldım ve Mescide ilhâk etdim
[katdım]. Siz bu gün beni o mescidde iki rek’at nemâz kılmakdan
men’ ediyorsunuz. Dediler, evet öyledir. O yine buyurdu
ki, yemîn ederim Allahü tebâreke ve teâlâya ve islâma ki, Tebûk
gazâsında, islâm askerini kendi malımdan techîz etdigimi
bilmiyor musunuz? Dediler; evet, biliyoruz! Yine buyurdu ki,
yemîn ederim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve islâma
ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Mekke-i Mükerremeden
Sebîr adlı daga çıkdılar. Ebû Bekr ve Ömer ve ben
de berâber çıkdım. Dag harekete geldi. Hattâ tasları döküldü.
– 221 –
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek ayagı ile
daga vurup, buyurdular ki, (Sâkin ol yâ Sebîr! Senin üzerinde
bir Nebî ve bir Sıddîk ve iki sehîd vardır.) Bunu bilmez misiniz.
Dediler, evet, biliyoruz! Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ
anh” dediler ki, (Allahü ekber! Kâ’benin Rabbine yemîn ederim
ki, ben sehîdim.) Allahü ekber sözünü, hayretde olan kimse
hasmını ilzâm ve ona tepki seklinde söyler. Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” o vakt, hasmlarını izhâr edip, kendisinin
hak üzere olup, hasmlarının bâtıl üzerine oldugunu, onlar
kendi dilleri ile ikrâr etdiler. Hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” Sebîr dagı üzerinde iki sehîd buyurduklarının
birisi hazret-i Ömer, birisi hazret-i Osmândır “radıyallahü
teâlâ anhümâ”. Yine hasmlara hitâb edip, dedi, Kâ’benin
Rabbi hakkı için siz sâhid olunuz ki, muhakkak ben sehîdim.
Üç def’a böyle buyurdular:
(Mesâbîh-i serîf)den yine o bâbda nakl olunmusdur: Süheyl
der ki, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” dâr gününde bana
dedi ki, muhakkak Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri benden ahd aldı. Ben o ahd üzerine sabr ediciyim.
Ya’nî bana vasıyyet buyurdular ki, sabr edeyim. Mukâtele
etmiyeyim.
Yirmialtıncı Menâkıb: Adî bin Hâtem “radıyallahü teâlâ
anh” rivâyet etmisdir: Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” hazretlerinin
sehîd oldugu gün bir nidâ isitdim. (Yâ Osmân bin Affân!
Râhatlık ve se’âdet ile, Rabbini gadabsız bulman ile, gufrân
ve rıdvân ile müjdeliyorum.) Etrâfıma bakdım. Bir kimse
görmedim. (Sevâhid-ün nübüvveden) alınmısdır.
Yirmiyedinci Menâkıb: Yine adı geçen kitâbdan terceme
olundu. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” sehâdet serbetini
içdi. Üç gün mubârek cenâzesi durup, defn olunmadı. Üç
günden sonra, hâtıfdan (gaybdan) bir ses geldi ki, (Osmânın cenâzesini
defn edin. Nemâzını kılınız ki, muhakkak Hak Sübhânehü
ve teâlâ ve tekaddes hazretleri ona salevât eyledi, ya’nî
rahmet eyledi,) diyordu.
Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü
teâlâ anh” üç günden sonra, Bakî’ tarafına defn olun-
– 222 –
maga giderken, arkalarından bir büyük bulut hâsıl oldu. Cenâze-
i serîf ile gidenlerin yüreklerine korku düsüp, az kaldı ki, cenâzeyi
bırakıp, gideceklerdi. O bulutun içinden bir ses, (korkmayınız,
meyyiti bırakıp gitmeyiniz ki, biz de bu mubârek meyyitin
nemâzını kılmaga geldik,) diyordu. Meger onlar melekler
imis. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” nemâzını kılıp,
vücûd-ı serîflerini ziyâret etmek için gelmisler. Bu da (Sevâhidün
nübüvve)den terceme olunmusdur.
Yirmidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” sehîdlik rütbesine nâil oldukdan sonra, Fahr-ül kevneyn
ve Resûl-üs sekaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin Mescid-i serîflerinin üzerinde, üç gün üç gece cinnîler
gelip, aglayıp, feryâd ve figân eylediler. Cümle halk bunların
feryâd ve figânlarını isitdiler. Bu da hazret-i Osmânın “radıyallahü
teâlâ anh” büyüklügüne isâretdir. (Sevâhid-ün nübüvve)
den terceme olundu.
Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ
anh” sehâdet mertebesine kavusup, âhırete sefer etdikden sonra,
Medîne-i münevverede halîfelerin oturması vâki’ olmamısdır.
Allahü teâlânın rızâ-ı serîfleri olmamısdır. Zîrâ hazret-i
imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh” halîfe olunca, rey’i serîfleri
öyle oldu ki, Kûfe sehrine yerlesdiler. Hazret-i Mürtedâ “radıyallahü
teâlâ anh” Medîne-i münevvereden Kûfe sehrine varıp,
orada yerlesmeleri, onun, Resûlullahın huzûrunda izzeti ve
kadri olmadıgı sekliyle kıyâs etmemelidir. Hâsâ öyle degildir.
Nihâyet ezelde böyle mukadder olmus ki, hazret-i imâm-ı Alî
“kerremallahü vecheh” Hak sübhânehü ve teâlânın nusret ve
inâyeti ile, Kûfe sehrine varıp, etrâfındaki memleketleri feth
edip, oraları koruması ezelde takdîr olunmusdur.
Otuzbirinci Menâkıb: Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ
anh” bir büyük kerâmeti de sudur. Hazret-i Osmânın sehâdetine
gelinceye kadar bu ümmet arasında fitne yok idi. Hazret-i
Osmân sehîd oldu. Dünyâ fitne ile doldu. Fitnenin sonu Deccâl
ile hitâm [son] bulsa gerekdir. Hazret-i Osmânın sehâdetinden
bir kimsenin gönlüne bir zerre kadar sürûr gelse, eger o kimse
Deccâla yetisirse, ona tâbi’ olup, kâfir olmasından korkulur.
Eger Deccâla yetismezse, kıyâmet günü hasr oldukda, Deccâl
– 223 –
ile hasr olmakdan korkulur. Neûzü billâhi teâlâ. Allahü teâlâ
hazretleri, müslimânları, Sahâbe-i kirâma zerre mikdârı kalblerinde
kin ve düsmanlık olmakdan ve husûsî ile hulefâ-i râsidîn
hazretleri hakkındaki düsmanlıkdan hıfz eylesin “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în”!
Otuzikinci Menâkıb: (Sevâhid-ün nübüvve)de diyor ki: Ibni
Sa’îd-ül Gaffârî derler bir kimse var idi. Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” sehâdet serbetini içdikden sonra,
se’âdethânelerine girdi. Orada Sultân-ı kâinâtdan “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” kalmıs bir asâ var idi. Onu alıp, dizine
dayayıp, kırmak istedi. Orada hâzır olanlar, çagırısıp, sakın
ola ki, bu mubârek asâyı kırma, zîrâ, Fahr-i âlem hazretlerinden
kalmısdır, dediler. O da asâyı kırmadı. Lâkin küstâhlık
edip, hazret-i Osmânın harem-i hâslarına [evine] girip, o mubârek
asâyı kırmak kasd etdigi için, o kimsenin ayagına bir
hastalık zuhûr edip, günden güne artdı. Senesine varmadı, öldü.
Hak Sübhânehü ve teâlâ gayûrdur [gayretlidir]. Dostlarına
ihânet edenlerin dünyâda olsun, âhıretde olsun, haklarından
gelir.
Kur'an da geçen peygamberlerle ilgili kıssalar
Hz İbrahim (as):
Kur’an’da adı 69 defa geçmektedir Kur’an’ın 14 sure onun adını taşımaktadır
Oğlu Hz İsmail (as) ile birlikte Kâbe’yi inşa etmiştir Çok misafirperver biriydi
Kurban kesmeyi bize o öğretmiştir Kendisine 10 sayfalık kitap verilmiştir
Babil hükümdarı Nemrut tarafından ateşe atılmış, ateş kendisini yakmamıştır
Allah’ın dostu olarak anılır
Hz Yusuf (as):
Kur’an’da adı 27 defa geçmektedir Kur’an’ın 12 suresi onun adını taşımaktadır
Yakub’un 12 oğlundan en çok sevdiği oğludur Kardeşleri kendisini kıskanmışlar,
kuyuya atmışlardır Kendisine rüyaları yorumlama yeteneği verilmiştir
Bu bilgi ve yeteneği sayesinde Mısır’a yönetici olmuştur Kur’an’da
toplu olarak bir sürede, baştan sona anlatılan tek kıssa onunkidir
Bu kıssa Kur’an’da “kıssaların güzeli” olarak nitelenmiştir
HzSüleyman ve baykuşun kıssası
Hayat-ül hayvan kitabında bildiriliyor ki:
Süleyman aleyhisselam bütün hayvanlarla konuşurdu Bu onun mucizelerinden biriydi
Gökte tahtı ile gezerdi Bir gün baykuş Süleyman aleyhisselama selam verdi
Süleyman aleyhisselam selamını alıp ona sordu ki:
- Niçin buğday yemezsin?
- Âdem aleyhisselam onun yüzünden Cennetten çıktığı için
- Niçin su içmezsin?
- Nuh aleyhisselamın kavmi suda boğulduğu için
- Niçin hep harabelerde bulunursun?
- Harabeler Allahü teâlânın mirasıdır
- Niçin evlerde ötersin?
- İnsanları ikaz için Önlerinde şiddetli tehlikeler varken nasıl gafletle uyurlar
Böylesine yazıklar olsun!
- Gündüzleri niçin çıkmazsın?
- İnsanlar bana zarar verebilirler
- Öterken ne dersin?
- Tesbih okur bir de "Ey gafiller, çıkacağınız uzun sefer için azık hazırlayın!" derim
Süleyman aleyhisselam baykuştan daha nasihatçı kuş olmadığını söyledi (Berika)
Hz Süleyman ve Karıncanın kıssası
HzSüleyman bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar Karınca da, bir buğday tanesi yerim diye cevap verir Cevabın doğruluğunu kontrol etmek isteyen Hz Süleyman (as) karıncayı bir şişeye koyar Yanına da bir buğday tanesi koyar ve hava alacak şekilde şişeyi kapatır
Sonra da bir yıl bekler Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır HzSüleyman (as) karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar Karınca da, "Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah (cc) verirdi Ben de O'na güvenerek bir buğday tanesini yerdim Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi
Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin O yüzden yarısını bıraktım der" paylaşmak istedim
Rızkı veren Allah'tır ve dünya Sultan Süleyman'a bile kalmamıştır
Hz İbrahim (as):
Kur’an’da adı 69 defa geçmektedir Kur’an’ın 14 sure onun adını taşımaktadır
Oğlu Hz İsmail (as) ile birlikte Kâbe’yi inşa etmiştir Çok misafirperver biriydi
Kurban kesmeyi bize o öğretmiştir Kendisine 10 sayfalık kitap verilmiştir
Babil hükümdarı Nemrut tarafından ateşe atılmış, ateş kendisini yakmamıştır
Allah’ın dostu olarak anılır
Hz Yusuf (as):
Kur’an’da adı 27 defa geçmektedir Kur’an’ın 12 suresi onun adını taşımaktadır
Yakub’un 12 oğlundan en çok sevdiği oğludur Kardeşleri kendisini kıskanmışlar,
kuyuya atmışlardır Kendisine rüyaları yorumlama yeteneği verilmiştir
Bu bilgi ve yeteneği sayesinde Mısır’a yönetici olmuştur Kur’an’da
toplu olarak bir sürede, baştan sona anlatılan tek kıssa onunkidir
Bu kıssa Kur’an’da “kıssaların güzeli” olarak nitelenmiştir
HzSüleyman ve baykuşun kıssası
Hayat-ül hayvan kitabında bildiriliyor ki:
Süleyman aleyhisselam bütün hayvanlarla konuşurdu Bu onun mucizelerinden biriydi
Gökte tahtı ile gezerdi Bir gün baykuş Süleyman aleyhisselama selam verdi
Süleyman aleyhisselam selamını alıp ona sordu ki:
- Niçin buğday yemezsin?
- Âdem aleyhisselam onun yüzünden Cennetten çıktığı için
- Niçin su içmezsin?
- Nuh aleyhisselamın kavmi suda boğulduğu için
- Niçin hep harabelerde bulunursun?
- Harabeler Allahü teâlânın mirasıdır
- Niçin evlerde ötersin?
- İnsanları ikaz için Önlerinde şiddetli tehlikeler varken nasıl gafletle uyurlar
Böylesine yazıklar olsun!
- Gündüzleri niçin çıkmazsın?
- İnsanlar bana zarar verebilirler
- Öterken ne dersin?
- Tesbih okur bir de "Ey gafiller, çıkacağınız uzun sefer için azık hazırlayın!" derim
Süleyman aleyhisselam baykuştan daha nasihatçı kuş olmadığını söyledi (Berika)
Hz Süleyman ve Karıncanın kıssası
HzSüleyman bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar Karınca da, bir buğday tanesi yerim diye cevap verir Cevabın doğruluğunu kontrol etmek isteyen Hz Süleyman (as) karıncayı bir şişeye koyar Yanına da bir buğday tanesi koyar ve hava alacak şekilde şişeyi kapatır
Sonra da bir yıl bekler Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır HzSüleyman (as) karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar Karınca da, "Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah (cc) verirdi Ben de O'na güvenerek bir buğday tanesini yerdim Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi
Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin O yüzden yarısını bıraktım der" paylaşmak istedim
Rızkı veren Allah'tır ve dünya Sultan Süleyman'a bile kalmamıştır
Cennete Adam Yetiştirin
Bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir nesne atan başka bir adama rastlar. Biraz daha yaklaşınca bu kişinin, sâhile vurmuş denizyıldızlarını denize attığını fark eder ve:
-“Niçin bu denizyıldızlarını denize atıyorsunuz?” diye sorar. Topladıklarını hızla denize atmaya devam eden kişi :
- “Yaşamaları için” cevabını verince, adama şaşkınlıkla:
-“İyi ama , burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atmanıza imkân yok. Sizin bunlar? denize atmanız neyi fark ettirecek ki?” der. Yerden bir denizyıldızı daha alan kişi onu denize atarken,
-“Bak , onun için çok şey fark etti!” karşılığını verir.”
Bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir nesne atan başka bir adama rastlar. Biraz daha yaklaşınca bu kişinin, sâhile vurmuş denizyıldızlarını denize attığını fark eder ve:
-“Niçin bu denizyıldızlarını denize atıyorsunuz?” diye sorar. Topladıklarını hızla denize atmaya devam eden kişi :
- “Yaşamaları için” cevabını verince, adama şaşkınlıkla:
-“İyi ama , burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atmanıza imkân yok. Sizin bunlar? denize atmanız neyi fark ettirecek ki?” der. Yerden bir denizyıldızı daha alan kişi onu denize atarken,
-“Bak , onun için çok şey fark etti!” karşılığını verir.”
Seccadenin Feryadı
Gün ışımamış sabah yakındır
Yorgunluğun verdiği ağırlıkla hemen uykuya dalmıştıBir iniltiyle uyandı adamEtraf halen karanlıktı İniltiyi rüya gördüğüne yordu Dudakları susuzluktan çatlıyordu, öyle susamıştı Işıkları yakmadan mutfağa gidip suyunu içti ve yatağına döndü Tam uyumak üzereyken, aynı inleme sesi tekrar kulaklarını tırmalamaya başladı Ama rüyamıydı uyanık mıydı farkında değildi Sesin geldiği yöne doğruldu O an rüyada olduğuna iyice emin oldu Çünkü duyduğu sesin sahibi evin tek seccadesiydi <
Adam şaşırdı ve korkulu bir sesle <
-İnleyen sen miydin?
-Evet dedi seccade
-Niçin ağlıyorsun?
Seccade yine içe işleyen bir sesle:
- Seni uykundan uyandıran susuzluğunu, doyuncaya kadar, su içerek giderdin Oysa benim susuzluğumu giderecek kimsem yok!
- Nasıl susarsın, sen canlı bile değilsin dedi adam
Seccade:
- Benim ihtiyacımda bir nevi sudur ama içtiğin değil Benim susuzluğumu ancak tövbekar kulların gözyaşları giderir
- Anlamadım dedi adam meraklı gözlerle seccadeye
- Ağlarım çünkü Allahın kulları; kabrinin aydınlığa ulaşmasını, karanlıklarda kalmamayı, o kutlu günde aydın olmayı isterler İsterler de bu vakitte kalkıp iki rekat teheccüt namazı kılmazlar Hep bakarım sana, bir günde kalkıp şükür için iki rekat namaz kılmazsın
-Beni rahat bırak deyip döndü adam
Seccade devam etti
- Ey Allahın kulu; bak işte sabah namazının vakti geldi Ezanlar; namaz uykudan hayırlıdır diye sesleniyor Ah sabah namazı , ah bu sabah namazı ! Namazlar arasında müstesnadır Hem kalbe hem de ruha hayat veren bir iksirdir o Yetmiyor mu ? gece gündüz dünya için koşuşturduğun , Aziz ve Kahhar olan Allah'ın çağrısına neden icabet etmezsin!!!
Adam iyice sıkılarak:
-Ey seccadem, beni rahat bırak Gündüz yeterince yoruluyorum, biraz daha uyuyayım deyip yatağın sıcaklığına bıraktı kendini
- Seccade yılmadan adamı uyarmaya ve uyutmamaya uğraşıyordu
- Demek ki sen dünyaya ahretten daha çok önem veriyorsun
Adam iyice öfkelendi:
-Yeter artık lütfen konuşma diye bağırdı
Seccade bu çıkışın karşısında önce sustu Daha sonra sesini iyice alçaltarak ;
-Ah o fecir vaktindeki adamlar, ah o fecir vaktindeki adamlar dedi Sen O nurlu peygamberin bu vakit için neler söylediğini bilmez misinHer kim ki güneş doğmadan ve batmadan evvel namazlarını eda ederse ateşe girmeyecek Ve yine O güzel insan Kim şu iki namazı (sabah - ikindi veya sabah - yatsı) kılarsa cennete gider Ve nihayet Münafıklara en ağır gelen namaz sabah ve yatsı namazıdır Onlar ki o iki namazdaki ecri bilselerdi sürüne sürüne giderlerdi
Bunun üzerine adam yatağından doğrulup;
-Haklısın sabah namazı gerçekten önemli dedi
Seccade:
-Öyleyse kalk ve namaz kıl dedi-Yarın inşallah , mutlaka kalkacağım ama bugün çok yorgunum dedi adam
Seccade son bir ümitle ;
-Kişi Salih amellerin ne kadar büyük ecri olduğunu idrak edemezse tüm zamanlarda bu ameller zor gelir Sorun uyumaksa, kabir de uykudan çok ne var! Gel sözümü dinle Ey Allahın Kulu!
Bu andan sonra adamda tek kelime duyulmadı Seccade de bir süre sessiz kaldı Adam uykuya devam etti
Ama heyhat! Adam ömründeki en uzun uykuyu dalmıştı bile Seccadenin son sözlerini duyamadı O an seccade adamın öldüğünü anlayınca kısık bir sesle şunları söylüyordu
-Ey tövbesini yarına erteleyen, bilir misin yarına çıkabileceğini !!!
Ölüm pusuda hep, biz dünya için günah işlerken Süresi de kısıtlı Gün gelip atar, farkında olmadan
Gün ışımamış sabah yakındır
Yorgunluğun verdiği ağırlıkla hemen uykuya dalmıştıBir iniltiyle uyandı adamEtraf halen karanlıktı İniltiyi rüya gördüğüne yordu Dudakları susuzluktan çatlıyordu, öyle susamıştı Işıkları yakmadan mutfağa gidip suyunu içti ve yatağına döndü Tam uyumak üzereyken, aynı inleme sesi tekrar kulaklarını tırmalamaya başladı Ama rüyamıydı uyanık mıydı farkında değildi Sesin geldiği yöne doğruldu O an rüyada olduğuna iyice emin oldu Çünkü duyduğu sesin sahibi evin tek seccadesiydi <
Adam şaşırdı ve korkulu bir sesle <
-İnleyen sen miydin?
-Evet dedi seccade
-Niçin ağlıyorsun?
Seccade yine içe işleyen bir sesle:
- Seni uykundan uyandıran susuzluğunu, doyuncaya kadar, su içerek giderdin Oysa benim susuzluğumu giderecek kimsem yok!
- Nasıl susarsın, sen canlı bile değilsin dedi adam
Seccade:
- Benim ihtiyacımda bir nevi sudur ama içtiğin değil Benim susuzluğumu ancak tövbekar kulların gözyaşları giderir
- Anlamadım dedi adam meraklı gözlerle seccadeye
- Ağlarım çünkü Allahın kulları; kabrinin aydınlığa ulaşmasını, karanlıklarda kalmamayı, o kutlu günde aydın olmayı isterler İsterler de bu vakitte kalkıp iki rekat teheccüt namazı kılmazlar Hep bakarım sana, bir günde kalkıp şükür için iki rekat namaz kılmazsın
-Beni rahat bırak deyip döndü adam
Seccade devam etti
- Ey Allahın kulu; bak işte sabah namazının vakti geldi Ezanlar; namaz uykudan hayırlıdır diye sesleniyor Ah sabah namazı , ah bu sabah namazı ! Namazlar arasında müstesnadır Hem kalbe hem de ruha hayat veren bir iksirdir o Yetmiyor mu ? gece gündüz dünya için koşuşturduğun , Aziz ve Kahhar olan Allah'ın çağrısına neden icabet etmezsin!!!
Adam iyice sıkılarak:
-Ey seccadem, beni rahat bırak Gündüz yeterince yoruluyorum, biraz daha uyuyayım deyip yatağın sıcaklığına bıraktı kendini
- Seccade yılmadan adamı uyarmaya ve uyutmamaya uğraşıyordu
- Demek ki sen dünyaya ahretten daha çok önem veriyorsun
Adam iyice öfkelendi:
-Yeter artık lütfen konuşma diye bağırdı
Seccade bu çıkışın karşısında önce sustu Daha sonra sesini iyice alçaltarak ;
-Ah o fecir vaktindeki adamlar, ah o fecir vaktindeki adamlar dedi Sen O nurlu peygamberin bu vakit için neler söylediğini bilmez misinHer kim ki güneş doğmadan ve batmadan evvel namazlarını eda ederse ateşe girmeyecek Ve yine O güzel insan Kim şu iki namazı (sabah - ikindi veya sabah - yatsı) kılarsa cennete gider Ve nihayet Münafıklara en ağır gelen namaz sabah ve yatsı namazıdır Onlar ki o iki namazdaki ecri bilselerdi sürüne sürüne giderlerdi
Bunun üzerine adam yatağından doğrulup;
-Haklısın sabah namazı gerçekten önemli dedi
Seccade:
-Öyleyse kalk ve namaz kıl dedi-Yarın inşallah , mutlaka kalkacağım ama bugün çok yorgunum dedi adam
Seccade son bir ümitle ;
-Kişi Salih amellerin ne kadar büyük ecri olduğunu idrak edemezse tüm zamanlarda bu ameller zor gelir Sorun uyumaksa, kabir de uykudan çok ne var! Gel sözümü dinle Ey Allahın Kulu!
Bu andan sonra adamda tek kelime duyulmadı Seccade de bir süre sessiz kaldı Adam uykuya devam etti
Ama heyhat! Adam ömründeki en uzun uykuyu dalmıştı bile Seccadenin son sözlerini duyamadı O an seccade adamın öldüğünü anlayınca kısık bir sesle şunları söylüyordu
-Ey tövbesini yarına erteleyen, bilir misin yarına çıkabileceğini !!!
Ölüm pusuda hep, biz dünya için günah işlerken Süresi de kısıtlı Gün gelip atar, farkında olmadan
TebessÜm Ettİrecek Namaz NÜktelerİ...
Hem de Oruçluydum
Camide gencin biri çok güzel namaz kılıyormuş. Onu görenler gıptayla:
- "Vay be ne kadar da huşu içinde namaz kılıyor" demişler. Genç namazını bitirmiş Kendine bakanlara dönerek:
- "Sadece namaz mı? Ben hem de oruçluydum." demiş.
*
Hızlı İmam
Çok hızlı teravih kıldırmayı bir marifet sayan hoca efendi arkadaki cemaat kan ter içinde bırakıp namaza devam ederken camiden içeri geç kalmış biri girer. O sırada yanında bulunan kan ter içindeki adama: "Çok kıldınız mı? Yetişebilir miyim?" diye sorar. Kan ter içindeki adam yeni geleni şöyle bir süzer."Biz içindeyken yetişemiyoruz amca sen dışarıdan nasıl yetişeceksin?"
*
İş İnada Bindi
Ömründe hiç teravih namazı kılmamış olan bir yörük bir gün caminin önünden geçerken adamın birisi :
-Namaz vakti nereye gidiyorsun? demiş. Sen müslüman değil misin?
Yörük ne desin? "Bari şu namazı kılıvereyim de öyle gideyim" diyerek camiye girmiş. Gelgelelim aklı dışarıdahayvanlarında. Üç beş rekat namaz kılmış bakmış biteceği yok.
Dışarı çıkıp oğluna seslenmiş :
-Oğlum hayvanlara mukayyet ol. İmamla iş inada bindi.
*
Kaza Etmek
Yolculardan biri otobüs şoförünün yanına gider ve namaz vakti geçmeden bir mola vermesini rica eder.
Şoför sinirlenerek:
- Kaza edin efendim der. Ne olur yani?
Adam sakin sakin cevap verir:
- Ben kaza etmeden ya sen kaza edersen?
*
Ne Faydam Oluyor?
Mehmet Kırkıncı: "Hocam ben namaz kılmakla Allah (c.c.)'a ne faydam oluyor?" diye soran birine şu cevabı vermiş:
- Senin namaz kılmamakla kendine ne faydan oluyor?
*
İçimizdeki Horoz
Çocuk:
- Babacığım demiş. Bana bir horoz alsan da sabahları ötüp beni namaza kaldırsa.
Adam:
- Canım oğul diye cevap vermiş. Senin içindeki horoz ötmedikten sonra dışarıdaki horozun fayda vereceğini mi sanıyorsun?
Hem de Oruçluydum
Camide gencin biri çok güzel namaz kılıyormuş. Onu görenler gıptayla:
- "Vay be ne kadar da huşu içinde namaz kılıyor" demişler. Genç namazını bitirmiş Kendine bakanlara dönerek:
- "Sadece namaz mı? Ben hem de oruçluydum." demiş.
*
Hızlı İmam
Çok hızlı teravih kıldırmayı bir marifet sayan hoca efendi arkadaki cemaat kan ter içinde bırakıp namaza devam ederken camiden içeri geç kalmış biri girer. O sırada yanında bulunan kan ter içindeki adama: "Çok kıldınız mı? Yetişebilir miyim?" diye sorar. Kan ter içindeki adam yeni geleni şöyle bir süzer."Biz içindeyken yetişemiyoruz amca sen dışarıdan nasıl yetişeceksin?"
*
İş İnada Bindi
Ömründe hiç teravih namazı kılmamış olan bir yörük bir gün caminin önünden geçerken adamın birisi :
-Namaz vakti nereye gidiyorsun? demiş. Sen müslüman değil misin?
Yörük ne desin? "Bari şu namazı kılıvereyim de öyle gideyim" diyerek camiye girmiş. Gelgelelim aklı dışarıdahayvanlarında. Üç beş rekat namaz kılmış bakmış biteceği yok.
Dışarı çıkıp oğluna seslenmiş :
-Oğlum hayvanlara mukayyet ol. İmamla iş inada bindi.
*
Kaza Etmek
Yolculardan biri otobüs şoförünün yanına gider ve namaz vakti geçmeden bir mola vermesini rica eder.
Şoför sinirlenerek:
- Kaza edin efendim der. Ne olur yani?
Adam sakin sakin cevap verir:
- Ben kaza etmeden ya sen kaza edersen?
*
Ne Faydam Oluyor?
Mehmet Kırkıncı: "Hocam ben namaz kılmakla Allah (c.c.)'a ne faydam oluyor?" diye soran birine şu cevabı vermiş:
- Senin namaz kılmamakla kendine ne faydan oluyor?
*
İçimizdeki Horoz
Çocuk:
- Babacığım demiş. Bana bir horoz alsan da sabahları ötüp beni namaza kaldırsa.
Adam:
- Canım oğul diye cevap vermiş. Senin içindeki horoz ötmedikten sonra dışarıdaki horozun fayda vereceğini mi sanıyorsun?
Seytanın Namazı Engelleme Metodları
Seytan (Aleyhi´l-Lâ´ne) diyor:
Kul namaz kilmak isteyince, ona vesvese veririm. Henüz vakit var, mesgulsün, isini bitir, sonra kilarsin, derim
Namazini geciktiremezsem, insan seytanlarindan birini yollarim ve namazini geciktiririm
Onu da yapamazsam, o kula namazda musallat olurum. - Saga bak, sola bak, - derim, bakinca da yüzünü oksar, alnindan öperim. Sonra da „namazin bozuldu" diye vesvese verir namazdan cikaririm
Saga sola baktiramazsam, yalniz basina namaz kildiginda yanina giderim. Cabuk kilmasini emrederim. Horozun yem yedigi gibi cabukca kildiririm
Bunu da yaptiramazsam, cemaâtle namaz kilarken, basina bir gem takarimm vebasini imamdan önce secde ve rükûya götürürüm ve namazini bozarim. Allah ise böylelerini kiyâmette esek basli olarak hasreder, diyor
Bunu da yaptiramazsam, namazda parmaklarini cikirdatmasini emrederim. Böylece beni tesbih eder
Miskinlere, zavallilara giderim, namazi birakmalarini emrederim. -Namaz size göre degil, siz rizkiniza bakin, isinizde calisin derim
Hastalara giderim, hastaya zorluk yoktur, iyi olunca kilarsin derim. Hattâ, hastayi isyân ettirir, küfre bile sokarim
Seytan (Aleyhi´l-Lâ´ne) diyor:
Kul namaz kilmak isteyince, ona vesvese veririm. Henüz vakit var, mesgulsün, isini bitir, sonra kilarsin, derim
Namazini geciktiremezsem, insan seytanlarindan birini yollarim ve namazini geciktiririm
Onu da yapamazsam, o kula namazda musallat olurum. - Saga bak, sola bak, - derim, bakinca da yüzünü oksar, alnindan öperim. Sonra da „namazin bozuldu" diye vesvese verir namazdan cikaririm
Saga sola baktiramazsam, yalniz basina namaz kildiginda yanina giderim. Cabuk kilmasini emrederim. Horozun yem yedigi gibi cabukca kildiririm
Bunu da yaptiramazsam, cemaâtle namaz kilarken, basina bir gem takarimm vebasini imamdan önce secde ve rükûya götürürüm ve namazini bozarim. Allah ise böylelerini kiyâmette esek basli olarak hasreder, diyor
Bunu da yaptiramazsam, namazda parmaklarini cikirdatmasini emrederim. Böylece beni tesbih eder
Miskinlere, zavallilara giderim, namazi birakmalarini emrederim. -Namaz size göre degil, siz rizkiniza bakin, isinizde calisin derim
Hastalara giderim, hastaya zorluk yoktur, iyi olunca kilarsin derim. Hattâ, hastayi isyân ettirir, küfre bile sokarim
Namaz kılmaktan usanmazdı
Peygamberimizin (a.s.m.) hanımlarından Hz. Zeynep Validemiz, ibadetlerine çok düşkündü. Saatlerce nafile namaz kılar, yine usanmazdı.
Bir gün Hz. Peygamber (a.s.m.) mescide girince, iki sütun arasına çekilmiş bir ip gördü.
– Bu ip neyin nesidir, diye sahabelere sordu.
– Hz. Zeyneb’in ipidir. Gece ayakta namaz kılmaktan yorulunca ona asılarak devam eder, cevabını verdiler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.):
– Hayır, böyle olmaz. Onu hemen çözün. Sizden biriniz zin*de olduğu sürece namazını ayakta kılsın, yorulunca da otu*rarak devam etsin, buyurdu.
Peygamberimizin (a.s.m.) hanımlarından Hz. Zeynep Validemiz, ibadetlerine çok düşkündü. Saatlerce nafile namaz kılar, yine usanmazdı.
Bir gün Hz. Peygamber (a.s.m.) mescide girince, iki sütun arasına çekilmiş bir ip gördü.
– Bu ip neyin nesidir, diye sahabelere sordu.
– Hz. Zeyneb’in ipidir. Gece ayakta namaz kılmaktan yorulunca ona asılarak devam eder, cevabını verdiler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.):
– Hayır, böyle olmaz. Onu hemen çözün. Sizden biriniz zin*de olduğu sürece namazını ayakta kılsın, yorulunca da otu*rarak devam etsin, buyurdu.
RAŞiT TUNCA
BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA


FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik
ALLAH
BAYRAK

Radyo Karoglan
Foruma Misafir Olarak Gir
Forumda Neler Var


GALATASARAY
FENERBAHÇE
BEŞiKTAŞ
TRABZONSPOR
MiLLi TAKIM
ETKiNLiKLERiMiZ