MUHAMMED
BAYRAK

Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız. |
Forum İstatistikleri |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
DOWNLOADEN
AYET
FELSEFEMiZ
Raşit Tunca Sözü
GÜZEL SÖZ
Hazreti Ömer (r.a.) zamanında Rum savaşçılari bir kısım müslümanları esir alırlar. Müslümanların içinde bulunan kuvvetli ve heybetli biri, Rum hükümdarına anlatılır. Rum hükümdarı onu görmek için yanına cağırır.
Hükümdarın bulunduğu yerin önünde zincir çekilmişti. Başını eğmeden (rüku eder gibi) oradan kimse geçemezdi. Müslüman adam onu gördüğündem rüku eder gibi eğilerek oradan geçmekten kaçındı ve:
- Ben, kafir olan bir kimsenin yanında rüku eder şekilde girmekten Hazreti Muhammed Aleyhisselam dan utanırım dedi.
Bunun üzerine Rum hükümdarı çekilmiş olan zincirin kaldırılmasını emretti. Zincir kaldırılıp, Rum hükümdarın yanına girdiği zaman onunla uzun uzadıya konuştu. Rum hükümdarı ona:
- Eğer bizim dinimize girersen, mührümü eline veririm. Rum beldesinin hükümdarlığını da sana bırakırım, istediğini yaparsın dedi. Müslüman olan zat:
- Rum hükümdarlığının dünyada hakim olduğu yer ne kadardır diye sordu.
- Üçte biri veya dörtte biri kadardır diye cevap verdi. Adam:
- Eğer dünya ve dünya dolusu altın ve cevherler onların olsa ve onu bana bir günlük verseler, yine de kabul etmem dedi. O zaman Rum hükümdarı sordu:
- Ezan nedir Adam:
- Ezan: Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu enne muhammeden abduhü ve rasülühü demektir dedi.
Rum hükümdarı etrafındakilere:
- Bunun kalbine Muhammed (s.a.v.) in sevgisi tam manasıyla yerleşmiş. Bu durumda bu adamın dönmesi mümkün değildir dedi ve ateşe su dolu büyük bir kazan konulmasını ve iyice kaynadığı vakit adamın kaynar suyun içine atılmasını emretti.
Rum hükümdarının emrini yerine getirdiler, adamı kaynar suya attılar. Kaynar suya onu attıkları vakit Bismillahirrahmanirrahim dedi ve Allahü Teala nın yardımıyla kendisine hiçbir şey olmadan, sapa sağlam bir halde dışarı çıktı. Bunu görenler taaccüb ettiler. Çünkü bu, insan gücü ve takatinin üstünde bir hadise idi.
Bunun üzerine Rum hükümdarı , onun karanlık odaya konulmasını, kendisinden yemek ve içmenin men edilmesini, sadece domuz eti ile şarap verilmesini emretti. Bu halin tam kırk gün devam etmesini istedi. Rum hükümdarının emri yerine getirildi. Kırk gün tamam olunca yanına girdiler. Kendisine kırk gün içinde verdiklerinin hepsini yanında gördüler. Onlardan hiçbir şey yemediğini ve içmediğini anladılar ve:
- Sen bunlardan nasıl yemedin ve içmedin Halbuki Muhammed in dininde, zaruret halinde iken bunlardan yenilmesi ve içilmesi caizdir dediler. Adam onlara şöyle cevap verdi:
- Eğer ben onlardan yemiş ve çıkmış olsaydım siz sevinirdiniz. Ben ise sizi kızdırmak ve öfkelendirmek istedim. Rum hükümdarı:
- Onlardan yemediğine göre bana secde et, ta ki seni seninle beraber onları serbest bırakayım dedi. Adam:
- Muhammed (s.a.v.) in dininde Allah tan başkasına secde etmek caiz değildir dedi. Rum hükümdari:
- Ellerimi öp, seni ve seninle beraber esir bulunanları serbest bırakayım dedi. Adam:
- El öpmek caiz değildir. Ancak baba, adil olan sultan ve hocanın elinin öpülmesi caizdir dedi.
Rum hükümdarı, adama:
- Alnımı öp dedi. Adam:
- Bunu bir şartla yaparım dedi. Hükümdar:
- Nasıl istersen öyle yap dedi. Adam, yenini hükümdarının alnının üzerine koydu, onu niyet ederek öptü. Bunun üzerine hükümdar onu ve kendisiyle bulunan esirleri serbest bıraktı. Adama bir çok hediyeler verdi ve Hazreti Ömer (r.a.) e bir mektup yazarak dedi ki:
- Eğer bu adam bizim memleketimizde olup, bizim dinimizde bulunmuş olsaydı, biz ona yüksek mevkiler verirdik . Hazreti Ömer (r.a.) ın yanına geldiklerinde, adama:
- Bu hediyeleri kendine alıkoyma. Bütün Medine halkını bu hediyelerden hissedar kıl! buyurdu. Adam da Hazret Ömer (r.a.) in emrini yerine getirdi.
Hükümdarın bulunduğu yerin önünde zincir çekilmişti. Başını eğmeden (rüku eder gibi) oradan kimse geçemezdi. Müslüman adam onu gördüğündem rüku eder gibi eğilerek oradan geçmekten kaçındı ve:
- Ben, kafir olan bir kimsenin yanında rüku eder şekilde girmekten Hazreti Muhammed Aleyhisselam dan utanırım dedi.
Bunun üzerine Rum hükümdarı çekilmiş olan zincirin kaldırılmasını emretti. Zincir kaldırılıp, Rum hükümdarın yanına girdiği zaman onunla uzun uzadıya konuştu. Rum hükümdarı ona:
- Eğer bizim dinimize girersen, mührümü eline veririm. Rum beldesinin hükümdarlığını da sana bırakırım, istediğini yaparsın dedi. Müslüman olan zat:
- Rum hükümdarlığının dünyada hakim olduğu yer ne kadardır diye sordu.
- Üçte biri veya dörtte biri kadardır diye cevap verdi. Adam:
- Eğer dünya ve dünya dolusu altın ve cevherler onların olsa ve onu bana bir günlük verseler, yine de kabul etmem dedi. O zaman Rum hükümdarı sordu:
- Ezan nedir Adam:
- Ezan: Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu enne muhammeden abduhü ve rasülühü demektir dedi.
Rum hükümdarı etrafındakilere:
- Bunun kalbine Muhammed (s.a.v.) in sevgisi tam manasıyla yerleşmiş. Bu durumda bu adamın dönmesi mümkün değildir dedi ve ateşe su dolu büyük bir kazan konulmasını ve iyice kaynadığı vakit adamın kaynar suyun içine atılmasını emretti.
Rum hükümdarının emrini yerine getirdiler, adamı kaynar suya attılar. Kaynar suya onu attıkları vakit Bismillahirrahmanirrahim dedi ve Allahü Teala nın yardımıyla kendisine hiçbir şey olmadan, sapa sağlam bir halde dışarı çıktı. Bunu görenler taaccüb ettiler. Çünkü bu, insan gücü ve takatinin üstünde bir hadise idi.
Bunun üzerine Rum hükümdarı , onun karanlık odaya konulmasını, kendisinden yemek ve içmenin men edilmesini, sadece domuz eti ile şarap verilmesini emretti. Bu halin tam kırk gün devam etmesini istedi. Rum hükümdarının emri yerine getirildi. Kırk gün tamam olunca yanına girdiler. Kendisine kırk gün içinde verdiklerinin hepsini yanında gördüler. Onlardan hiçbir şey yemediğini ve içmediğini anladılar ve:
- Sen bunlardan nasıl yemedin ve içmedin Halbuki Muhammed in dininde, zaruret halinde iken bunlardan yenilmesi ve içilmesi caizdir dediler. Adam onlara şöyle cevap verdi:
- Eğer ben onlardan yemiş ve çıkmış olsaydım siz sevinirdiniz. Ben ise sizi kızdırmak ve öfkelendirmek istedim. Rum hükümdarı:
- Onlardan yemediğine göre bana secde et, ta ki seni seninle beraber onları serbest bırakayım dedi. Adam:
- Muhammed (s.a.v.) in dininde Allah tan başkasına secde etmek caiz değildir dedi. Rum hükümdari:
- Ellerimi öp, seni ve seninle beraber esir bulunanları serbest bırakayım dedi. Adam:
- El öpmek caiz değildir. Ancak baba, adil olan sultan ve hocanın elinin öpülmesi caizdir dedi.
Rum hükümdarı, adama:
- Alnımı öp dedi. Adam:
- Bunu bir şartla yaparım dedi. Hükümdar:
- Nasıl istersen öyle yap dedi. Adam, yenini hükümdarının alnının üzerine koydu, onu niyet ederek öptü. Bunun üzerine hükümdar onu ve kendisiyle bulunan esirleri serbest bıraktı. Adama bir çok hediyeler verdi ve Hazreti Ömer (r.a.) e bir mektup yazarak dedi ki:
- Eğer bu adam bizim memleketimizde olup, bizim dinimizde bulunmuş olsaydı, biz ona yüksek mevkiler verirdik . Hazreti Ömer (r.a.) ın yanına geldiklerinde, adama:
- Bu hediyeleri kendine alıkoyma. Bütün Medine halkını bu hediyelerden hissedar kıl! buyurdu. Adam da Hazret Ömer (r.a.) in emrini yerine getirdi.
Sıcak bir yaz günüydü.
Arabistan çöllerine güneş bütün sıcaklığıyla vuruyordu.
Adeta insanın beynini kaynatıyordu.
Herkesin köşesine çekildiği, etrafın sessizliğe büründüğü bir anda, ezan vaktinin yaklaştığını gören halife,
Abdestini almış,ağır ağır camiye gidiyordu.
Bir çocuğun, kendisini geçmek istercesine hızlı adımlarla gittiğini gördü.
Küçücük çocuğun bu telaşı neydi
Acele edişinin mutlaka bir sebebi vardı.
Acaba bir derdi mi vardı Derdi varsa, derdine çare bulmak halifenin göreviydi.
Nihayet halkın derdini dert eden halife sordu:
- "Yavrucuğum nedir bu telâşın Bir derdin mi var
Niçin bu kadar hızlı gidiyorsun "
Çocuk halifeyi tanıyamamıştı.
- "Camiye gidiyorum amcacığım" diye cevap verdi.
Halife şaşırdı. Çocuk henüz küçüktü. Ama sözleri büyük adam sözleriydi. Biraz daha konuşturmaya karar verdi:
- "Yavrucuğum senin yaşın daha küçük! namaz sana farz değildir. Niçin bu kadar telaşlanıyorsun "
Çocuk kınar gibi halifeye baktı:
- "Amca, amca! Bu işin büyüğü küçüğü olur mu
Daha dün mahallemizde bir çocuk öldü. Üstelik benden de küçüktü. Ölüm denen gerçeğin büyük küçük ayırdığı yok. En iyisi her yaşta buna hazır olmalı.
Hem bu yaşta namaza alışmazsam, büyüyünce kılmak zor gelebilir."
Halifeyi derin bir düşünce aldı.
Gözlerinden yaşlar boşalırken ağzından şu cümleler döküldü:
"Ey rabbim! Ne akıllı bir çocuktur bu çocuk! Büyüklerde bulunması gereken ruhu taşıyor.!
Arabistan çöllerine güneş bütün sıcaklığıyla vuruyordu.
Adeta insanın beynini kaynatıyordu.
Herkesin köşesine çekildiği, etrafın sessizliğe büründüğü bir anda, ezan vaktinin yaklaştığını gören halife,
Abdestini almış,ağır ağır camiye gidiyordu.
Bir çocuğun, kendisini geçmek istercesine hızlı adımlarla gittiğini gördü.
Küçücük çocuğun bu telaşı neydi
Acele edişinin mutlaka bir sebebi vardı.
Acaba bir derdi mi vardı Derdi varsa, derdine çare bulmak halifenin göreviydi.
Nihayet halkın derdini dert eden halife sordu:
- "Yavrucuğum nedir bu telâşın Bir derdin mi var
Niçin bu kadar hızlı gidiyorsun "
Çocuk halifeyi tanıyamamıştı.
- "Camiye gidiyorum amcacığım" diye cevap verdi.
Halife şaşırdı. Çocuk henüz küçüktü. Ama sözleri büyük adam sözleriydi. Biraz daha konuşturmaya karar verdi:
- "Yavrucuğum senin yaşın daha küçük! namaz sana farz değildir. Niçin bu kadar telaşlanıyorsun "
Çocuk kınar gibi halifeye baktı:
- "Amca, amca! Bu işin büyüğü küçüğü olur mu
Daha dün mahallemizde bir çocuk öldü. Üstelik benden de küçüktü. Ölüm denen gerçeğin büyük küçük ayırdığı yok. En iyisi her yaşta buna hazır olmalı.
Hem bu yaşta namaza alışmazsam, büyüyünce kılmak zor gelebilir."
Halifeyi derin bir düşünce aldı.
Gözlerinden yaşlar boşalırken ağzından şu cümleler döküldü:
"Ey rabbim! Ne akıllı bir çocuktur bu çocuk! Büyüklerde bulunması gereken ruhu taşıyor.!
Süfyan-ı Sevri den rivayet edilmektedir, diyor ki:
Mekke-i Mükerreme de üç sene kaldım. Mekke halkından bir adam her gün öğleyin Mescid-I Haram a gelip tavaf eder ve iki rekat namaz kılardı. Sonra bana selam verip evine dönerdi. Kendisiyle samimiyet kurup birbirimizi çok sevmiştik.
Kendisini gözler olmuştum. Bir gün hastalandı ve beni çağırıp dedi ki:
Ben öldüğüm vakit, beni bizzat kendin yıka, cenaze namazımı kıldır ve defnet. O gece beni kabrimde sakın yanlız bırakma. Münker, Nekir melekleri sual sorduklarında, bana kelime-i tevhidi telkin et dedi.
Ben, isteklerini yapacağıma dair, kendisine söz verdim. Öldüğünde bana söylediğini yerine getirdim. O gece kabrinin yanında yattım. Uyku ile uyanıklık arası bir halde bulunurken, gaibden gelen bir ses:
Ey Süfyan! Senin muhafızlığına, telkinine ve arkadaş olmana onun hiç ihtiyacı yoktur. Çünkü onu biz yanlız bırakmadık. Ona Kelime-i Tevhid i telkin ettik dedi. Ben:
Bu mertebeye ne ile erişti diye sordum.
Ramazan ayında ve onun ardından Şevval-ı Şeriften de altı gün oruç tutmakla denildi. Uyandığımda, yanımda kimsenin bulunmadığını gördüm. Kalktım, abdest aldım, namaz kıldım ve tekrar yattım. Rüyamda birinci defa gördüğümün aynı ile karşılaştım. Bu hal üç kere vuku bulunca rüyanın şeytani olmayıp Rahmani olduğunu anladım. Bunun üzerine kabrinden ayrıldım ve şöyle niyazda bulundum:
Ey Allah ım! Lütfunla beni de oruçları tutmaya muvaffak kıl!
Mekke-i Mükerreme de üç sene kaldım. Mekke halkından bir adam her gün öğleyin Mescid-I Haram a gelip tavaf eder ve iki rekat namaz kılardı. Sonra bana selam verip evine dönerdi. Kendisiyle samimiyet kurup birbirimizi çok sevmiştik.
Kendisini gözler olmuştum. Bir gün hastalandı ve beni çağırıp dedi ki:
Ben öldüğüm vakit, beni bizzat kendin yıka, cenaze namazımı kıldır ve defnet. O gece beni kabrimde sakın yanlız bırakma. Münker, Nekir melekleri sual sorduklarında, bana kelime-i tevhidi telkin et dedi.
Ben, isteklerini yapacağıma dair, kendisine söz verdim. Öldüğünde bana söylediğini yerine getirdim. O gece kabrinin yanında yattım. Uyku ile uyanıklık arası bir halde bulunurken, gaibden gelen bir ses:
Ey Süfyan! Senin muhafızlığına, telkinine ve arkadaş olmana onun hiç ihtiyacı yoktur. Çünkü onu biz yanlız bırakmadık. Ona Kelime-i Tevhid i telkin ettik dedi. Ben:
Bu mertebeye ne ile erişti diye sordum.
Ramazan ayında ve onun ardından Şevval-ı Şeriften de altı gün oruç tutmakla denildi. Uyandığımda, yanımda kimsenin bulunmadığını gördüm. Kalktım, abdest aldım, namaz kıldım ve tekrar yattım. Rüyamda birinci defa gördüğümün aynı ile karşılaştım. Bu hal üç kere vuku bulunca rüyanın şeytani olmayıp Rahmani olduğunu anladım. Bunun üzerine kabrinden ayrıldım ve şöyle niyazda bulundum:
Ey Allah ım! Lütfunla beni de oruçları tutmaya muvaffak kıl!
Bilginlerin birinden rivayet edilmektedir.
Demiştir ki: "Komşumuzdan yemek için pişmiş kuzu eti satın almıştık. Fakirlerden biri de bize geldi. Onu da bizimle yemeğe davet ettik. Fakir, kuzu etinden bir lokma alıp ağzına koydu. Sonra yutmadan lokmayı atarak uzaklaştı ve bize
- "Bana öyle bir hal geldi ki, eti yemekten beni men etti" dedi.
Biz: "Sen yemeyince, biz de bu etten yemeyiz" dedik.
Fakir: "Ben bir fakirim, yemem. Size gelince nasıl isterseniz öyle yapınız" dedi.
Biz de fakirin yemediği etten yemedik. Ve:
- "Bunu pişireni cağırıp, etin aslını kendisine sorsak, belki de bize bir çirkin sebeb söyler" dedik.
Gerçekten, eti pişireni çağırdık ve kendisine, etin aslını sorduk. Daha bize sorumuzu bitirmeden etin, ölü hayvan eti olduğunu ve nefsine uyup, parası için sattığını söyledi bize. Bizde eti köpeklere yedirdik.
Bir müddet sonra o fakiri gördük. Kendisine, eti yemekten çekinmesinin sebebinin ne olduğunu ve kendisine nasıl bir hal geldiğini sorduk. Bize şöyle cevap verdi:
Allah a yemin ederim ki, senelerden beri hiç et yemek istemezdim. Bu pişmiş eti bana takdim ettiğiniz vakit, nefsim şiddetle et yemek arzuladı. Bundan dolayı ette bir illet olduğunu anladım ve yemeyi terk ettim."
Demiştir ki: "Komşumuzdan yemek için pişmiş kuzu eti satın almıştık. Fakirlerden biri de bize geldi. Onu da bizimle yemeğe davet ettik. Fakir, kuzu etinden bir lokma alıp ağzına koydu. Sonra yutmadan lokmayı atarak uzaklaştı ve bize
- "Bana öyle bir hal geldi ki, eti yemekten beni men etti" dedi.
Biz: "Sen yemeyince, biz de bu etten yemeyiz" dedik.
Fakir: "Ben bir fakirim, yemem. Size gelince nasıl isterseniz öyle yapınız" dedi.
Biz de fakirin yemediği etten yemedik. Ve:
- "Bunu pişireni cağırıp, etin aslını kendisine sorsak, belki de bize bir çirkin sebeb söyler" dedik.
Gerçekten, eti pişireni çağırdık ve kendisine, etin aslını sorduk. Daha bize sorumuzu bitirmeden etin, ölü hayvan eti olduğunu ve nefsine uyup, parası için sattığını söyledi bize. Bizde eti köpeklere yedirdik.
Bir müddet sonra o fakiri gördük. Kendisine, eti yemekten çekinmesinin sebebinin ne olduğunu ve kendisine nasıl bir hal geldiğini sorduk. Bize şöyle cevap verdi:
Allah a yemin ederim ki, senelerden beri hiç et yemek istemezdim. Bu pişmiş eti bana takdim ettiğiniz vakit, nefsim şiddetle et yemek arzuladı. Bundan dolayı ette bir illet olduğunu anladım ve yemeyi terk ettim."
Adamın biri, pislik böceği görür ve:
- "Bu, yaradılışı çirkin pis kokulu olan bir yaratıktır. Allahü Teala nın bunu yaratmasındaki maksadı nedir " der.
Bunun üzerine Allahü Teala o adama bir çıban verdi ki, bütün doktorlar onu tedavi etmekten aciz kaldılar. Herkes yaranın iyileşmesinden ümit kesmişti ki, bir gün sokakta bağıran bir adamın sesini işitir ve onun getirilip, yarasına bakmasını ister. Kendisine:
- "Senin yaranı iyileştirmek en meşhur doktorlar bile aciz kaldılar, o adamın senin yaranı ne yapabilir" derler kendisine. Adam:
- "Muhakkak onun yanıma gelmesi lazımdır" der.
Bunun üzerine adamı hastanın yanına getirirler. Adam çıbanı görünce, kendisine bir pislik böceği getirmelerini ister. Orada bulunanlar adamın bu isteğine gülerler. Fakat hasta başından geceni hatırlayıp, yanında bulunanlara, adamın istediğini kendisine getirmelerini söyler. Çünkü adam işin hakikatini görüyor ve biliyor" dedi.
Adama pislik böceği getirdiler. Böceği yakan adam, onun külünden çıbanın üzerine serpti, çıban Allah ın izniyle hemen iyileşti. Hasta, orda bulunanlara söyle dedi:
- "İyi biliniz ki, Allahü Teala, mahlukatının en adi ve yaramaz olanında bile, en iyi deva bulunduğunu bana bildirmek murad buyurdu. Allah(c.c.) Hakim dir Habir dir...
- "Bu, yaradılışı çirkin pis kokulu olan bir yaratıktır. Allahü Teala nın bunu yaratmasındaki maksadı nedir " der.
Bunun üzerine Allahü Teala o adama bir çıban verdi ki, bütün doktorlar onu tedavi etmekten aciz kaldılar. Herkes yaranın iyileşmesinden ümit kesmişti ki, bir gün sokakta bağıran bir adamın sesini işitir ve onun getirilip, yarasına bakmasını ister. Kendisine:
- "Senin yaranı iyileştirmek en meşhur doktorlar bile aciz kaldılar, o adamın senin yaranı ne yapabilir" derler kendisine. Adam:
- "Muhakkak onun yanıma gelmesi lazımdır" der.
Bunun üzerine adamı hastanın yanına getirirler. Adam çıbanı görünce, kendisine bir pislik böceği getirmelerini ister. Orada bulunanlar adamın bu isteğine gülerler. Fakat hasta başından geceni hatırlayıp, yanında bulunanlara, adamın istediğini kendisine getirmelerini söyler. Çünkü adam işin hakikatini görüyor ve biliyor" dedi.
Adama pislik böceği getirdiler. Böceği yakan adam, onun külünden çıbanın üzerine serpti, çıban Allah ın izniyle hemen iyileşti. Hasta, orda bulunanlara söyle dedi:
- "İyi biliniz ki, Allahü Teala, mahlukatının en adi ve yaramaz olanında bile, en iyi deva bulunduğunu bana bildirmek murad buyurdu. Allah(c.c.) Hakim dir Habir dir...
Allahü Teala, Peygamberi Musa Aleyhisselama hitap edip:
- "Ey Musa! Filan mahallede, bizim dostlarımızdan biri vefat etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen, bizim rahmetimiz onun işini görür" buyurdu.
Hazreti Musa, emir olunduğu mahalleye gitti. Ordakilere:
- "Bu gece, burada Allahü Tealanin dostlarından biri vefat etti mi " diye sorunca.
- "Ey Allahın peygamberi! Allahü Tealanın dostlarından kimse vefat etmedi. Ama filan evde zamanını kötülüklerle geçiren fasık bir genç öldü. Fışkının çokluğundan hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor" dediler.
Musa Aleyhisselam: "Ben onu arıyorum" buyurdu. Gösterdiler.
Hazreti Musa, o eve girdi. Rahmet melekleri gördü. Ayakta durup, ellerinde rahmet tabakları olup. Allahü Tealanın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı. Hazreti Musa, yalvararak münacaat etti:
- "Ey Rabbim! sen buyurdun ki, "O benim dostumdur". İnsanlar ise fasık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir "
Allahü Teala: "Ey Musa! İnsanların onun için fasık demeleri doğrudur, ama günahından haberleri var, tövbesinden haberleri yok. Benim kulum, seher vakti, toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki Allah´ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergahın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın" buyurdu.
- "Ey Musa! Filan mahallede, bizim dostlarımızdan biri vefat etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen, bizim rahmetimiz onun işini görür" buyurdu.
Hazreti Musa, emir olunduğu mahalleye gitti. Ordakilere:
- "Bu gece, burada Allahü Tealanin dostlarından biri vefat etti mi " diye sorunca.
- "Ey Allahın peygamberi! Allahü Tealanın dostlarından kimse vefat etmedi. Ama filan evde zamanını kötülüklerle geçiren fasık bir genç öldü. Fışkının çokluğundan hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor" dediler.
Musa Aleyhisselam: "Ben onu arıyorum" buyurdu. Gösterdiler.
Hazreti Musa, o eve girdi. Rahmet melekleri gördü. Ayakta durup, ellerinde rahmet tabakları olup. Allahü Tealanın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı. Hazreti Musa, yalvararak münacaat etti:
- "Ey Rabbim! sen buyurdun ki, "O benim dostumdur". İnsanlar ise fasık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir "
Allahü Teala: "Ey Musa! İnsanların onun için fasık demeleri doğrudur, ama günahından haberleri var, tövbesinden haberleri yok. Benim kulum, seher vakti, toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki Allah´ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergahın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın" buyurdu.
Zengin adamın biri yemek yiyordu, sofrasında pişmiş tavuk vardı. Bir dilenci gelip, kendisinden bir şey istedi. Dilenciye bir şey vermeyip, onu eli boş geri çevirdi. Adam çok mal ve servet sahibi idi.
Bir gün karısı ile arası açılıp, boşandılar. Karısı başka kocaya vardı. Kadının ikinci kocası yemek yerken bir dilenci ondan bir şeyler istedi. Sofrasında pişmiş tavuk bulunan adam karısına:
- "Pişmiş tavuğu alıp dilenciye verdi. Kadın dilenciyi görünce, kendisine yabancı gelmedi. Biraz düşündü ve ilk kocası olduğunu anladı. Durumu ikinci kocasına bildirdi.
İkinci kocası:
"Allah a yemin ederim ki, o adamdan bir şeyler isteyen fakir dilenci ben idim. Allah da onun mal ve servetini alıp, bana verdi" dedi.
Bir gün karısı ile arası açılıp, boşandılar. Karısı başka kocaya vardı. Kadının ikinci kocası yemek yerken bir dilenci ondan bir şeyler istedi. Sofrasında pişmiş tavuk bulunan adam karısına:
- "Pişmiş tavuğu alıp dilenciye verdi. Kadın dilenciyi görünce, kendisine yabancı gelmedi. Biraz düşündü ve ilk kocası olduğunu anladı. Durumu ikinci kocasına bildirdi.
İkinci kocası:
"Allah a yemin ederim ki, o adamdan bir şeyler isteyen fakir dilenci ben idim. Allah da onun mal ve servetini alıp, bana verdi" dedi.
Abdullah b. Cedhan ilk günlerinde çok gaddar biri idi. Bunun için bir çok cinayetler işlemiş, hatta babası ve akrabaları kendisine kızarak evden kovmuşlar ve bir daha evlerine almayacaklarına yemin etmişlerdi.
Bunun üzerine Abdullah, mahzun ve mukedder olarak Mekke vadilerine çıkar, ölümünü temenni eder.
Bir gün vadide yürürken, dağda bir yarık görüp, belki bir yılan veya yırtıcı hayvan bulunur da, beni bu ızdıraplı hayattan kurtarır düşüncesiyle, oraya girer. Mağaraya girdiğinde, gözleri lamba gibi ışıldayan büyük bir yılan görür. Yılan kendisine doğru yönelince korkusundan kaçar. Yılan kıvrılıp durur, Abdullah tekrar ona döner. Yılan bu sefer ona bakar, fakat Abdullah kaçmaz. Yılana yaklaşıp durur. Bir de bakar ki, o gümüşten yapılmış, gözleri yakuttan olan gözleri alır. Ordan ayrılırken bir de bakar ki, onun arkasında ev gibi bir yer olup, içinde uzun bir kemik yığını bulunuyor, başuçlarında da, üzerinde tarihleri yazılı olan ve kendilerinin de Cürhüm kabilesinden ve onların krallarından olduğunu bildiren levha vardır.
Sonra az ilerde Yakut, lü lü zeberced ve altından büyük bir yığın gördü. Alabildiği kadar ondan da aldı ve kapısını kapayıp, işaretledi.
Babasının rızasını almak için, bu mücevherlerden bir kısmını ona gönderdi. Sonra aşiretinin başına geçerek, onların idaresinde bulundu. İnsanlara yedirir ve içirirdi. Bu hazineden daima iyilik yapardı. Hatta Peygamber Aleyhisselam şöyle buyurmuşlardır:
- "Abdullah b. Cedan ın büyük gölgeliğinin altında, öğleden sonranın şiddetli sıcağında gölgelenirdim."
Hazreti Aişe validemiz (r.a.) Peygamber Aleyhisselam a:
- "Onun iyilikleri kendisine hiçbir fayda sağladı mı " diye sorunca Peygamber Aleyhisselam:
- "Hayır sağlamadı. Çünkü o, bir gün olsun
- "Ey Rabbim, kıyamet günü benim günahımı bağışla, demedi" buyurdu.
Bunun üzerine Abdullah, mahzun ve mukedder olarak Mekke vadilerine çıkar, ölümünü temenni eder.
Bir gün vadide yürürken, dağda bir yarık görüp, belki bir yılan veya yırtıcı hayvan bulunur da, beni bu ızdıraplı hayattan kurtarır düşüncesiyle, oraya girer. Mağaraya girdiğinde, gözleri lamba gibi ışıldayan büyük bir yılan görür. Yılan kendisine doğru yönelince korkusundan kaçar. Yılan kıvrılıp durur, Abdullah tekrar ona döner. Yılan bu sefer ona bakar, fakat Abdullah kaçmaz. Yılana yaklaşıp durur. Bir de bakar ki, o gümüşten yapılmış, gözleri yakuttan olan gözleri alır. Ordan ayrılırken bir de bakar ki, onun arkasında ev gibi bir yer olup, içinde uzun bir kemik yığını bulunuyor, başuçlarında da, üzerinde tarihleri yazılı olan ve kendilerinin de Cürhüm kabilesinden ve onların krallarından olduğunu bildiren levha vardır.
Sonra az ilerde Yakut, lü lü zeberced ve altından büyük bir yığın gördü. Alabildiği kadar ondan da aldı ve kapısını kapayıp, işaretledi.
Babasının rızasını almak için, bu mücevherlerden bir kısmını ona gönderdi. Sonra aşiretinin başına geçerek, onların idaresinde bulundu. İnsanlara yedirir ve içirirdi. Bu hazineden daima iyilik yapardı. Hatta Peygamber Aleyhisselam şöyle buyurmuşlardır:
- "Abdullah b. Cedan ın büyük gölgeliğinin altında, öğleden sonranın şiddetli sıcağında gölgelenirdim."
Hazreti Aişe validemiz (r.a.) Peygamber Aleyhisselam a:
- "Onun iyilikleri kendisine hiçbir fayda sağladı mı " diye sorunca Peygamber Aleyhisselam:
- "Hayır sağlamadı. Çünkü o, bir gün olsun
- "Ey Rabbim, kıyamet günü benim günahımı bağışla, demedi" buyurdu.
Horosan emiri olan Yakub b. Leys hastalanır. Doktorlar hastalığını tedavi etmekten aciz kalırlar. Kendisine:
- "Burda salihlerden Sehl b. Abdullah adında birisi vardır. Onu cağırıp buraya getirtirsen ve sana dua ederse iyileşirsin derler. Bunun üzerine o da:
- "Onu mutlaka getirmem lazım" der. Gerçekten yanına geldiği vakit ona:
- "Beni bu hastalıktan kurtarması için Allah a dua et" der. Sehl b. Abdullah:
- "Ben senin için nasıl dua edeyim ki, sen zulumle hükmediyorsun" der.
Bunun üzerine Yakub ibn Leys, tevbe eder, zulümetle hükmetmekten vazgeçer. Halkına güzel ve adalatle muamele etmeye başlar ve bütün mahkumları salıverir. Bunun üzerine Sehl iyileşmesi için Allah a şu duada bulunur:
Ey Allah ım! Ona maşiyetin zilletini gösterdiğin gibi taatin da izzetini göster. Ona şifalar ihsan et, hastalığından onu kurtar."
Yakub b. Leys sanki ipten çözülmüş gibi o anda iyileşip yerinden kalkar. Sonra Sehl b. Abdullah a bir çok mal teklif eder, kabul etmesi için ricada bulunur. Fakat Sehl b. Abdullah malı almaktan kaçınır ve memleketine döner.
Yolda giderken kendisine
- "Keşke emirin verdiği malı alıp fakirlere dağıtmış olsaydın" derler. O sırada yere bakar, yerdeki küçük taşlar cevher olur. Bütün fakirlere:
- "İstediğiniz kadar alın. Bu gibisi kendisine verilen, Yakup b. Leys in malına muhtaç olur mu " der. Fakirler:
- "Bizi muaheze etme" diye ricada bulunurlar.
- "Burda salihlerden Sehl b. Abdullah adında birisi vardır. Onu cağırıp buraya getirtirsen ve sana dua ederse iyileşirsin derler. Bunun üzerine o da:
- "Onu mutlaka getirmem lazım" der. Gerçekten yanına geldiği vakit ona:
- "Beni bu hastalıktan kurtarması için Allah a dua et" der. Sehl b. Abdullah:
- "Ben senin için nasıl dua edeyim ki, sen zulumle hükmediyorsun" der.
Bunun üzerine Yakub ibn Leys, tevbe eder, zulümetle hükmetmekten vazgeçer. Halkına güzel ve adalatle muamele etmeye başlar ve bütün mahkumları salıverir. Bunun üzerine Sehl iyileşmesi için Allah a şu duada bulunur:
Ey Allah ım! Ona maşiyetin zilletini gösterdiğin gibi taatin da izzetini göster. Ona şifalar ihsan et, hastalığından onu kurtar."
Yakub b. Leys sanki ipten çözülmüş gibi o anda iyileşip yerinden kalkar. Sonra Sehl b. Abdullah a bir çok mal teklif eder, kabul etmesi için ricada bulunur. Fakat Sehl b. Abdullah malı almaktan kaçınır ve memleketine döner.
Yolda giderken kendisine
- "Keşke emirin verdiği malı alıp fakirlere dağıtmış olsaydın" derler. O sırada yere bakar, yerdeki küçük taşlar cevher olur. Bütün fakirlere:
- "İstediğiniz kadar alın. Bu gibisi kendisine verilen, Yakup b. Leys in malına muhtaç olur mu " der. Fakirler:
- "Bizi muaheze etme" diye ricada bulunurlar.
RAŞiT TUNCA
BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA


FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik
ALLAH
BAYRAK

Radyo Karoglan
Foruma Misafir Olarak Gir
Forumda Neler Var


GALATASARAY
FENERBAHÇE
BEŞiKTAŞ
TRABZONSPOR
MiLLi TAKIM
ETKiNLiKLERiMiZ