MUHAMMED
BAYRAK

Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız. |
Forum İstatistikleri |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
DOWNLOADEN
AYET
FELSEFEMiZ
Raşit Tunca Sözü
GÜZEL SÖZ
İmam-ı Rabbani Hazretleri Kimdir?
İmam-ı Ahmed Rabbani Hazretleri, Hindistan'da yetişen en büyük veli ve alim. "Silsile-i aliyye" denilen İslam alimlerinin yirmi üçüncüsüdür.
İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'abidin'dir. Lakabı Bedreddin, künyesi Ebü'l-Berekat'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu.
Ahmed Sirhindî (Arapça: أَحْمَدْ اَلسِّرْهِنْدِي) daha çok bilinen adıyla İmâm-ı Rabbânî (26 Mayıs 1564 - 20 Kasım 1624), Hindistan'da yaşamış İslâm âlimi ve tasavvuf önderi.
1564 yılında o zamanlar Babür İmparatorluğu egemenliği altındaki Hindistan'ın Serhend (Sirhind, Chandigarh) şehrinde doğdu. Ömer bin Hattab'ın soyundan geldiği için 'el-Fârûk' lakabını almıştır. 1624 yılında, 60 yaşındayken vefat etmiştir. Genel olarak Nakşibendî tarikatı mensubu olmasının yanında Kadiriyye, Çeştiyye gibi diğer tarikatlar arasında da saygın bir yeri vardır. Nakşbendiyye tarikatının Müceddidiyye kolundandır.
Düşünce yapısı ve mücadelesi
Babası ve Bâkî Billâh gibi âlimlerden dersler alarak İslâmî konularda birikime sahip oldu. Temel düşüncesi tasavvuf merkezlidir. Fakat mektuplarında şeriatsız bir tasavvuf anlayışının olamayacağını dile getirerek önce şeriat kurallarının yerine getirilmesini tavsiye ederdi. Yirmi yaşlarındayken Bâkî Billâh'ın müridi oldu. Kendisine Bâkî Billâh tarafından icazet ve halifelik verildi.
Ekber Şah'ın İslâm'a karşı tahrif ve yeni bir din oluşturma çabasına karşı mücadele vermiş ve Ekber Şah'ı eleştirmiştir. Dîn-i İlâhî adlı bu yeni oluşumun çok yaygınlaşmaması İmam-ı Rabbânî'nin başarısı kabul edilir.
Ekber Şah'tan sonra yerine geçen oğlu Cihangir Şah, ordu içinde mürit sayısı arttığı için vezirleri tarafından bir tehdit oluşturduğunun söylenmesi üzerine Rabbânî'yi hapse attırmıştır. Cihangir, Rabbânî'yi bir sene sonra hapisten çıkararak sohbetine aldı.
Rabbânî, onlarca mürşit yetiştirip Hindistan'ın değişik bölgelerine göndererek halkı irşat ettirdi. Ehl-i Sünnet inancıyla yaşayıp yeni kavramlarla tasavvuf ıstılahını genişletti. Mektuplarında yaşadığı tecrübeleri anlatmasıyla sonraki sûfîlerin bir ıstılahî kaynağa sahip olmasını sağladı.
Rabbânî, bâzı kesimlerce ikinci bin yılın mücedditi ve müçtehit kabul edilir. İslâm hükümleri ile tasavvufu birleştirmesinden dolayı 'Sıla' ismi de verilmiştir.
Rabbânî, insanı Dünya'da ve Âhiret'te yükseltecek olan tevâzûnun ne olduğunu ve kurtuluşun ancak Ehl-i Sünnet'e uymakla olduğunu bildirmiştir. Talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emretmiş, taassuba ve yobazlığa karşı mücadeleye çok önem vermiş, dîni cahillerden öğrenmeyi men etmiştir. Devamlı kitap okumalarını, ilim öğrenmelerini istemiş, önce itikadı düzeltmenin, sonra fıkıh bilgilerini öğrenmenin gerekliliğini anlatmıştır.
Eserlerinde iman ve Kur'an ahlâkı anlatılmakta, Allah'ın varlığını, birliğini, sıfatlarını, ihlası, ruhu, şeytanla ve nefsle olan cihadı ve Allah'a samimi olarak nasıl yakınlaşılabilineceği, peygamberlere ve dört halifeye uymaya çalışmanın gerekliliğini anlatmaktadır. Müminlerin kendi içinde bölünmüş olduğunu, ancak sadece Ehl-i Sünnet'e uyanların kurtulacağını söylemiştir. Birlik olunması ve Müslümanlığın yayılması gerekliliği üzerinde çokça durmuştur.
Ehl-i Sünnet reyince ikinci bin yılın yenileyicisi (müceddid-i elf-i sâni) kabul edilmiştir. 63 yaşında doğduğu şehirde vefat eden Ahmed Sirhindî'nin türbesine bölgesinde Ravzayı Şerif denir.
İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır. İmam-ı Rabbani, Rabbani alim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kamil, olgun alim demektir. Hicri ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddid-i elf-i sani", ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir.
Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Faruki" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendi" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi'dir. (kuddise sirruh)
İmam-ı Rabbani Hazretleri ilk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerimi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur'an-ı Kerimi bülbül gibi okurdu. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur alimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri'den ilim öğrendi. Mevlana Kemaleddin meşhur alim Abdülhakim-i Siyalkuti'nin de hocası olup, zamanının en yüksek alimi idi. Bazı hadis kitaplarını da Şeyh Yakub-ı Keşmiri'den okudu. Kadı Behlul-i Bedahşani'den; hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icazet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadiri ve Çeşti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.
Bu sırada; Risalet-üt-Tehliliyye, Redd-i Revafid, İsbat-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, sür'at-i intikali, zekasının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.
İmam-ı Rabbani Hazretleri, memleketinde ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Me'arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve Şerh-i Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, alim ve hakimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnetiseniyyeye teşvik ediyor, çok alim ve veli yetiştiriyordu. Allahuteâlâ ona öyle manevi ilimler ihsan etmişti ki hocası Baki-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzuruna gelir, hürmetle otururdu. Hatta bir gün geldiği zaman, İmam-ı Rabbani'yi kalbi ile meşgul görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; "Rahatsız etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmam-ı Rabbani hazretleri kalkıp; "Kapıda kim var?" deyince üstadı; "Fakir Muhammed Baki." dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevazu ile karşıladı.
İmam-ı Rabbani Hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam alimi ve büyük bir mürşid-i kamildir. Peygamber Efendimiz (asv)'in vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allahuteâlâ kullarına acı(Zeker), İmam-ı Rabbani gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı batıldan ayırıp, çok kalblerden batılı kaldırdı. Bu yüce İmam'ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allahuteâlâ onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, din-i İslamı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.
İmam-ı Rabbani Hazretlerinin dine yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, ikna edici delillerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehlisünnet itikadının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid'atlerin kalktığını gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftira etmeye başladılar.
Bunun için bazı kimselerin cefa oklarına, eziyet ve iftiralarına hedef oldu. Nice alimlerin, fadılların, kamillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrafına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasedlerini daha da artırdı. İmam'ı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar. Mesela, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami gibi büyük meşayihi aşağı görüyor diyerek, cahil tabakayı aldattılar.
İmam-ı Rabbani Hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye anında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usul-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyatının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftabih yani fıkıh alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvalara, daima uymaktı. Bazı fıkıh alimlerinin caiz dediği, bazılarının mekruh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helal ve haram olmasında ihtilaf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır." buyururdu.
İmam-ı Rabbani Hazretleri 1615 (H.1024) senesinde, elli üç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kaza-yı mübremin altmış üç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler." buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber Efendimize (asv) tabi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta Hazret-i Ebu Bekr'e, Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ali'ye de uymuş oluyordu.
1623 (H.1032) senesinde Ecmir'de iken; "Vefat etmemin yakın olduğuna dair işaretler, alametler görülmeğe başladı." buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp; "Ömrümüzün sona ermesi yakındır." buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyanın gözlerinin nuru kıymetli oğulları, bu mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzuruna kavuşunca, bir gün, bu yüksek oğullarını hususi odaya çağırdı. Buyurdu ki: "Kıymetli oğullarım, bu dünyaya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Öbür dünyaya gitmek icab ediyor, gitme ve yolculuk alametleri görünmeğe başladı."
Vefatı 1624 (H.1034) senesi, Safer ayının yirmi sekizi, kuşluk vakti vaki oldu.
Eserleri :
1) Mektubat: Mektubat, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelam ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.
Mektubat'ın birinci cildi 1616 (H.1025) senesinde talebelerinin meşhurlarından Yar Muhammed Cedid-i Bedahşi Talkani tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üç yüz on üç (313) mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Haşim-i Keşmi'ye yazılmıştır. İmam-ı Rabbani Hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; "Muhammed Haşim'e gönderilen bu mektupla resullerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshab-ı Bedr'in sayısına uygun olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmuştur.
İkinci cildi ise 1619 (H.1028 ) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütni tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esma-i Hüsna yani Allahuteâlânın Kur'an-ı Kerim'de geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.
Üçüncü cild de İmam-ı Rabbani Hazretlerinin vefatından sonra 1630 (H.1040) senesinde talebelerinden Muhammed Haşim-i Keşmi tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur'an-ı Kerim'deki surelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç cildde toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup vardı. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin vefatından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilave edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi beş yüz otuz altı (536) olmuştur.
Mektubat'daki mektupların birkaçı Arabi, geri kalanların hepsi Farisidir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır.
2) Redd-i Revafıd: Farisi olup, Rafızileri reddedeneserdir. Arapça'ya da tercüme edilmiştir.
3) İsbatün-Nübüvve: "Peygamberlik nedir?" adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir Ayrıca Arapçası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.
4) Mebde' ve Me'ad,
5) Adab-ül-Müridin,
6) Ta'likat-ül-Avarif,
7) Risale-i Tehliliyye,
8 ) Şerh-i Ruba'ıyyat-ı Abd-il-Baki,
9) Mearif-i Ledünniye,
10) Mükaşefat-ı Gaybiyye,
11) Cezbe ve Süluk Risalesi.
IMAM_I RABBANI
Dînin ve dînî ilimlerin ihyâsı husûsunda İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mühim bir mevkii vardır. Çünkü o, “ikinci binin müceddidi”dir. İlk bin yılın sonlarında İslâm dîni büyük bir inkırâz tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Dînî ilimlere rağbet iyice azaldı. Cehâlet ve bid’atlar şuyû’ buldu. Dinde reform ve dinler arası telfik gayretleri devlet eliyle yürütülüyordu. İslâm ve müslümanlar hor ve hakir, küfür ve küffâr hâkim ve kâhirdi. Din ilmi ile meşgul olanlar bile, dünyâya rağbet ederek, âdetâ âlemin fesâdı için uğraşıyorlardı. İnsanların kurtarıcısı olan âlimleri de kurtaracak birine ihtiyaç vardı. Tasavvuf erbâbı ise büyük ölçüde vahdet-i vücûd ve felsefe menşe’li fikirlere kapılmış, ciddî hatalara düşmüştü.
İmâm-ı Rabbanî hazretleri böyle bir devirde dîni tecdîd ve ihyâ vazîfesine başladı. Yetiştirdiği talebeler ve yazdığı mektuplarla, dîni ve dînî ilimleri tervic etmeye çalıştı. Bu husûsta yazdığı mektuplardan bazı kısımları ehemmiyetine binâen arzetmeye çalışalım.
“Ulûm-ı şer’iyye talebesinin sûfiyye üzerine takdim edilmesi, himmet nazarında cidden güzel oldu. Talebe-i ulûmun takdîminde, dînin tervîci vardır. Çünkü onlar dîn-i nebeviyenin hâmilidirler. Millet-i Mustafaviyye, onlarla kâimdir. Kâinâtın efdali olan peygamberler, insanları sâdece dîne dâvet etmişlerdir. Bu yüce zâtların bi’setinden maksad, dîni tebliğ etmektir. Öyleyse hayırların en büyüğü, bilhâssa şeâir-i İslâmın yıkıldığı şu zamanda dîni tervîc ve onun hükümlerinden birini ihya için gayret göstermektir. Öyle ki Allah yolunda binler(ce şey)i infak, dînin meselelerinden bir meseleyi tervîce denk olmaz. Çünkü dîni tervîc etmek, peygamberlerin yolunu tâkip etmektir. O peygamberler ki, mahlûkâtın en şereflisi onlardır. İyiliklerin en mükemmeli onlara verilmiştir.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektubat 1/48 )
Çok sevdiği ve birçok yerde tezkiye ettiği, vefât ettiği zaman arkasından Allah’a, “Ey Allah’ım! Bizi onun ecrinden mahrum etme ve onun arkasından bizi fitneye düşürme.”, (İmâm-ı Rabbânî, 1/61) diye duâ ettiği Molla Ahmed Berkî hazretlerine yazdığı bir mektupta, onun mâneviyâtta yüce makâmlara ulaştığını müjdeledikten sonra şöyle buyurur:
“Senin bu devleti elde etmenin sebebi, cehâletin temekkün edip, bid’atların rüsuh bulduğu yerlerde, ulûm-ı diniyyeyi ta’lim ve ahkâm-ı fıkhiyyeyi neşretmen, evliyâullah’a muhabbet ve ihlas göstermendir. Allah bunları sana mahzâ fazlı ile vermiştir.” (İmam-ı Rabbani,1/275)
Molla Fenari ( Mevlânâ Şemseddîn Fenârî ) Kimdir?
Molla Fenari, (d. y. 1350, Maveraünnehir - ö. 1430, Bursa), din alimi, bilim adamı, müderris, Osmanlı Devleti'nin ilk müftüsü/şeyhülislamı.
Hayatı
Molla Fenari yaklaşık 1350 yıllarında Maveraünnehir'de doğmuş ve Anadolu'ya göçetmiştir.[1] [kaynak belirtilmeli]Asıl adı Şemseddin Mehmed'dir. Babası Muhammed Hamza b. Ahmed tasavvuf ile uğraşmakta idi. Fenari lakabını ya Bursa Yenişehri civarında bulunan Fener kasabasından almıştır ya da babasının fenercilik yapması dolayısıyla almıştır. Molla Fenârî küçük yaşta babasından tasavvuf öğrenmiştir. Medrese eğitimi sırasında Mevlânâ Alâuddîn Esved, Cemâleddîn Aksarâyî, Hamîduddîn-i Kayserî'in derslerine devam etmiştir. Mısır'a gidip, Hanefî fıkıh âlimi Ekemâleddîn-i Bâbert'in derslerine katılmıştır.
Molla Fenari müderris olarak Bursa'da. Yıldırım, Çelebi Mehmed ve II. Murad dönemlerin yaşayıp çalışmıştır. Ankara Savaşı'ndan sonra Seyyid Mehmedi Buharî ve bir grup alim ile Timur tarafından esir olarak Kütahya'ya getirilmiştir.[2]
Osmanlı belgelerinde II. Murad 1424 yılında onu "Müfti'l Enamlık" görevine atamasına kadar (kadılar ve fakihler hakkında belgeler bulunmakla beraber) Molla Fenari ile kurulan ve sonradan şeyhülislamliğa dönüşecek müftülük kurumu hakkında hiçbir kayda rastlanmamaktadır.[3] Zaten 16. yüzyılda Mehmet Ebussuud Efendi'nin şeyhülislamlığına kadar, müftüler düşük maaşlı ve bu nedenle protokolde düşük seviyelerde bir devlet mercii idi. Kazaskerler günde 500 akçe yevmiye alırlarken müftüler önce bunun beşte biri sonra üçte biri günlük yevmiye alırlardı.[3]
Bu nedenle olacak Molla Fenari Bursa'da müderrislik, kadılık ve müftülük yaparken gelir sağlamak için ipekçilik de yapmıştır.
Molla Fenari, Bursa kadısı iken reisliği yaptığı mahkemede Yıldırım Bayezid'in şahitliğini kabul etmeyerek, adalet önünde hükümdarla herhangi bir vatandaşın eşit haklara sahip olduğu ilkesini getirmiştir.
Molla Fenari Hicaz'a hac ziyaretini ilk defa 1419;da yapmıştır. Hacdan dönerken, Mısır'da bir müddet kalarak ders vermiş ve Kudüs'e da uğradı. 1429 yılında Şam yolu ile ikinci defa hacca gitmiş ve bu arada yine Mısır ve Kudüs'de uğramıştır,
1430 yılında Bursa'da vefat etti.
Osmanlı Devleti’nin ilk şeyhülislâmı ve zamanının müceddidi olan büyük İslâm âlimi. İsmi, Muhammed bin Hamza bin Muhammed bin Muhammed er-Rûmî el-Fenârî’dir. Lakabı Şemsüddîn’dir. 751 (m. 1315) senesi Safer ayında, Fenâr köyünde dünyâya geldi. Bu köyde doğduğu veya babasının fenercilik san’atıyle meşgûliyetinden dolayı “Fenârî” nisbetiyle meşhûr oldu.
Aklî ve naklî ilimlerde zamanının bir tanesi oldu. Alâüddîn-i Esved’den, Cemâlüddîn-i Aksarâyî’den ve Mısır’da Ekmelüddîn-i Bâbertî’den ilim almış, babası Muhammed Hamza’dan ve Şeyh Hamîdüddîn-i Kayserî’den de tasavvuf ma’rifetlerini elde etmiştir. Kendisinden de; İbn-i Hacer ve Kâfiyecî Muhyiddîn gibi meşhûr zâtlar icâzet alarak istifâde ettiler. İbn-i Hacer diyor ki: “Kâhire’ye geldiğinde, onunla görüşmek şerefine nail oldum. Kendisi bana tam bir yetki ile icâzet verdi.”
İmâm-ı Süyûtî şöyle demektedir: Üstadım Şeyh Muhyiddîn-i Kâfıyecî, Molla Fenârî’nin derslerine katılıp, onun yardımcısı olduğundan, Molla Fenârî’yi övmekte pek ileri gitmişti. Niye “Fenârî” diye anıldığını sordum. Buna, onun fenercilik san’atıyle uğraştığını söyleyerek cevap verdi.”
Bursa’da müderrislik ve kadılık yaptı. Sultan İkinci Murâd Hân’ın iltifât ve teveccühlerine kavuştu. Onu müftîlik ve kadılık mevkiinin en yüksek makamı olan şeyhülislâmlık vazîfesine ta’yin etti. Pâdişâhın her husûsta en hâs müşaviri oldu. Bu yüksek âlime karşı halkın gösterdiği hürmet ve saygı, fevkalâde idi. Câmi-i şerîfe giderken, halk onu görmek için toplanır, o fazîlet timsâlini görmekten büyük bir haz duyardı. Tefsîr, fıkıh, usûl-i fıkıh ve daha başka ilimlere dâir yazdığı çok kıymetli eserleri vardır. Mantık ilmine dâir olan “Îsâgûcî şerhi”ni bir günde yazıp tamamlamıştır.
834 (m. 1431) senesi Receb ayında Bursa’da vefât etti. Kabri, Bursa’da Keşîş dağı eteğinde, Maksem adı verilen semtte yaptırdığı mescidin yanındadır ve ziyâret edilmektedir. Kabri, Bursa’nın en yüksek semtinde bulunmaktadır. Câmiinin yanında bir de medresesi vardır. Ayrıca birçok hayır işleri de gerçekleştirmişti.
Fenârî, din ve fen bilgilerinde zamanının en meşhûr âlimi idi. “Mugnî” ve “Vikâye” kitaplarını şerh eden Mevlânâ Alâüddîn Esved ve Şeyh Cemâleddîn-i Aksarâyî ile zamanında bulunan diğer birçok büyük âlimden ders okudu. İlim tahsili için Mısır’a gidip, orada bulunan meşhûr Hanefî fıkıh âlimi Kemâleddîn-i Bâbertî’den de okudu. Mevlânâ Ahmedî ve Hacı Paşa da ona talebe arkadaşlığı yapmışlardı. Din ilimlerinin yanında; fizik, matematik ve astronomi de öğrendi. Tasavvufta yüksek dereceye kavuşmuştu, ilim tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu’ya dönerek Bursa’ya yerleşti. Sultan Yıldırım Bâyezîd ve Çelebi Sultan Mehmed Hân zamanlarında, Bursa’da çok talebeye ders okutup, binlerce âlim yetiştirdi. Adı ve şöhreti her tarafta duyulup, sultanlar, kumandanlar ve büyük âlimler, kendisine hürmet ve i’tibâr gösterdiler. İlim ve irfan taleb edenler, her taraftan koşarak gelip, onun derslerine devam etmişlerdi.
822 (m. 1419) yılında, ilk defa Hicaz’a gidip hac yaptı. Hacdan dönerken. Mısır Sultânı Melik Müeyyid, Mısır’da kalarak ders vermesini rica etti. Bir müddet kalıp, ders okuttu. Birçok ulemâ ve evliyâ ile sohbet etmiş ve çeşitli mes’eleleri muhâsebe ve müzâkere etmişlerdir. Bu yolculuğu esnasında Kudüs-i şerîfi de ziyâret etmişti. Çelebi Sultan Mehmed Hân da’vet edince, Bursa’ya geldi. Bu haccında Medîne-i münevverede iken, orada vefât eden büyük velî Şâh-ı Nakşibend’in halîfesi Muhammed Pârisâ’nın cenâze namazında bulundu.
828 (m. 1424) yılında Sultan İkinci Murâd Hân, onu ilk şeyhülislâm olarak ta’yin etti. Bu vazîfeyi, adâlet ve hak üzere altı sene yaptı. Devletin mühim işlerinde, sultanlar ve devlet adamları kendisiyle istişâre ederek, ilminden ve isâbetli görüşlerinden istifâde etmişlerdi. Ders okutması yanında, fetvâ işlerini ve Bursa kadılığını da yürüten Molla Fenârî, bir mahkeme esnasında, Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân’ın şâhidliğini dahî kabûl etmemiştir. Şöyle ki: Mahkemede da’vâ konusu olan bir hâdisenin şahidi olarak pâdişâh’ın da dinlenmesi îcâbetmişti. Kâdı Molla Fenârî, huzûrunda duruşmaya çıkan Pâdişâh’ın şehâdetini, İslâmiyetin aradığı şâhidlik şartlarından biri kendisinde bulunmadığı için red etmişti. O da, namazlarda Pâdişâh’ın cemâatte görülmemesiydi. Çünkü dînimizde, cemâat ile namaz kılmayı terk edenin mahkemedeki şâhidliği makbûl değildir. Bunun üzerine Yıldırım Bâyezîd Hân hemen oturduğu sarayın yanına bir câmi inşâ ettirerek, beş vakit namazı, cemâati hiç terk etmeden kılmağa başladı. Bursa’da müderrislik ve kadılık yapan Molla Fenârî, kazzazlık (ipekçilik) yaparak da nafakasını te’min etmeye çalıştı ve kazandığı paralar ile çok hayrat ve hasenatta bulundu. Kale’de, Manastır mahallesinde ve Debbâglar semtinde olan mescidler ile, Pınarbaşı’ndaki Dâr-ül-hadîs, onun yaptırdığı eserlerdendir. Kudüs’te de bir medreseyi satın alıp, masraflarını, Anadolu’da yaptığı vakıfların gelirinden karşılamıştır. Vefâtında, çok para ve onbinden çok kitap bıraktı.
Molla Fenârî, bir ara Bursa’daki hizmetlerini bırakıp Konya’ya gitmişti. Karaman Beyi de ona çok iltifâtlarda ve ihsânlarda bulundu. Ders okutması için ricada bulundu. Orada da ders verip talebe yetiştirdi. Burada, Ya’kûb-i Asfâr ve Ya’kûb-i Esved gibi zâtlar ondan istifâde edip, ilimde yüksek dereceye ulaşmışlardı. Molla Fenârî, bu iki talebesiyle dâima iftihar ederdi. Karaman Beyi’nin kızı Gül Hâtun ile evlenerek, iki oğlu, iki kızı oldu. Sonra Osmanlı Sultânı’nın da’veti üzerine tekrar Bursa’ya geldi. Eski hizmetlerine devam etti. İki oğlu da, kendisi gibi âlim olarak yetişti. Onlar da Bursa’da kadılık yapmışlardır. Onun soyundan gelen Ali bin Yûsuf, İstanbul-Aksaray’da, Vatan caddesindeki kiliseyi câmi yapmıştır. İmâm-ı Îsâ Efendi, câmi’ye çok vakıf yaptığından, “Fenârî Îsâ” mescidi denilmiştir. Bu zât Bursa’da kadı iken, 903 (m. 1497) yılında vefât etmiştir. Ahfadından (torunlarından) Muhyiddîn bin Muhammed Fenârî, onüçüncü şeyhülislâm olup, Beykoz’a bağlı Dereseki köyünde ve Rumelihisârında birer mescid yaptırmış, 954 (m. 1547) senesinde vefât etmiştir. Kabri, Eyyûb Sultan’dadır.
Molla Fenârî, uzun zaman Bursa’da kalan ve Somuncu Baba diye tanınan Hâmid-i Aksarâyî’den de ilim ve feyz almıştır. Büyük bir velî ve yüksek âlimlerden birisi olan Somuncu Baba, önceleri Bursa’da yaptırdığı fırında pişirdiği ekmekleri satarak geçinirdi. O sırada Molla Fenârî de Bursa’da kadılık yapıyordu. Somuncu Baba’nın ilimdeki ve evliyâlıktaki üstünlüğünü bilenlerden idi. Sultan Yıldırım Bâyezîd. Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmi’yi inşâ ettirmeye başlamıştı. İnşâat sırasında, câmide çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba karşılamıştı. Câmi’nin inşâsı bittiğinde, açılış günü Cum’a hutbesini okumak üzere Pâdişâh’ın dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan hazretlerine vazîfe verilmişti. O gün orada, Molla Fenârî ile beraber büyük bir âlim topluluğu da vardı. Tam Cum’a vakti gelince, Emîr Sultan hazretleri; “Sultânım, zamanımızın büyüğü burada bulunurken, bizim hutbe okumamız edebe uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât, şu kimsedir!” diyerek Somuncu Baba’yı işâret etti. Şöhretten son derece sakınan bu büyük velî, Pâdişâh’ın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultân’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im! Niçin böyle yapıp, benim hâlimi ele verdiniz?” dedi. Emîr Sultan da: “Sizden daha üstün bir kimse göremediğim için böyle yaptım” diye cevap verdi. Cemâat hayret içinde kalmıştı. Somuncu Baba’nın okuyacağı hutbeyi merakla baklemeye başladılar. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle güzel bir hutbe îrâd buyurdu ki, o zamana kadar cemâat böyle bir hutbeyi hiç kimseden dinlememişlerdi. Hutbede; “Ulemâdan ba’zısının, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı bulunmaktadır. Onun için, bugünkü hutbemizde bu sûrenin tefsîrini yapalım” buyurdu. Fâtiha sûresinin yedi türlü tefsîrini yaptı. Bu konuda nice hikmetli sözler beyân eyledi ki, herkesin hayreti daha da çok arttı. Bursa’da herkes, artık onun büyüklüğünü anlamıştı. Başta kadı Molla Fenârî; “Somuncu Baba, önce bizim bu sûrenin tefsîrindeki müşkilimizi halletti. O, bunun büyük bir kerâmetiydi. Çünkü, Fâtiha’nın birinci tefsîrini bütün cemâat anlamıştı, ikinci tefsîrini, cemâatin bir kısmı anladı. Üçüncüsünü anlayanlar çok azdı. Dördüncü ve sonraki tefsîrlerini, içimizde anlıyan yok gibiydi” demekten kendini alamamıştı.
Namazdan sonra hemen evine giden Somuncu Baba’yı ilk ziyâret eden Molla Fenârî oldu. Bu ziyâret sırasında ona; “Efendim, bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat anlıyamadığım ba’zı yerleri vardı. Bu hutbeniz ile, anlıyamadığım yerleri açıklamış oldunuz. Medresede, hizmetlerimizin karşılığında kazandığımız beşbin akçe paramız vardır. Helâl olmasında hiç şüpheniz olmasın. Kabûl buyurursanız, bunu size hediye etmek ve ayrıca sizin talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh edip duâ eyledi. Molla Fenârî, çok feyz ve ma’rifetlere kavuştu. Yazdığı tefsîrlerinde bu ince ma’rifetleri beyân eyledi. Bir cild büyüklüğündeki “Fâtiha Tefsîri”, bu ince bilgilerle doludur. Bu hâdiseden sonra büyüklüğü herkes tarafından anlaşılan Somuncu Baba; “Sırrımız ifşa oldu. Herkes bizi tanıdı” diyerek, Bursa’dan ayrılmak istedi. Bir sabah erkenden, Gaves Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğunu haber alan Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip, Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de, kabûl ettiremedi. Sonunda Bursalılara duâ etmesini taleb etti. Bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli ve bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti. Birbirine veda ederek ayrıldılar. “Duâ Çınarı” denilen bu ağaç, Bursa’nın Ankara yolu çıkışındadır.
Molla Fenârî, Tasavvufta Zeyniyye tarikatına mensûb idi. İpekçilikten çok iyi anladığından, kendisine yetecek kadar parayı sağlamak için bu işle uğraşır ve yiyeceği, giyeceği için lâzım olan parayı kendi emeği ile kazanırdı. Süslü elbiselerle dolaşmaktan hiç hoşlanmazdı. Gayet mütevâzi olarak giyinir, başında bir dolama ile dolaşırdı. Böyle giyinmesinin sebebini soranlara; “Elimin kazancı, daha fazlasına yetmiyor” diye cevap verirdi.
Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerinin en büyük halîfesi Şeyh Abdüllatîf-i Kudsî, Anadolu’yu şereflendirdiğinde, Molla Fenârî onun gelişini parlak bir manzûme ve güzel bir şiirle kutlamıştı. Zeynüddîn-i Hâfî de, aynı bahr ve vezinde bir karşılık söyleyerek, pekçok övücü sözler yazmış ve Molla Fenârî’ye göndermişti ki, bu şiirin sonu şöyledir:
“Dilerim ilâhî, sürüp gitsin onun ikbâli.
Cin, insan, herkes alsın ondan feyzini.
Ömrüne kurban olam, güçsüz şi’rim bu cevapta,
Hassân’ın şi’riyle. Hâtem cömertliği yanında.
Medhimse bir üstünlük kazandırmaz benden sana.
Hafif sayılırız elbet bütün şâirlerden daha.
Eğer bu sözlere derseler utanırım öyle,
Fenârîzâde övgüsüne İbn-i Gânim cevâbı diye”
Büyük İslâm âlimi Mevlânâ Şemseddîn Fenârî’nin ömrünün sonlarına doğru gözlerine perde geldi. Göremez oldu. Bir gece Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz; “Tâhâ sûresini tefsîr eyle!” diye buyurdukta; “Yüksek huzûrunuzda, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmeye gücüm olmadığı gibi, gözlerim de görmüyor” demişti. Peygamberlerin tabibi olan Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) mübârek hırkasından bir parça pamuk çıkarıp, mübârek tükrüğü ile ıslattıktan sonra gözleri üzerine koymuştur. Molla Fenârî uyanıp, pamuğu gözlerinin üstünde bularak kaldırmış, görmeğe başlamıştır. Allahü teâlâya hamd ve şükr etmiştir. Pamuk ipliklerini saklayıp, öldüğü zaman gözleri üzerine konmasını vasıyyet etmiştir. Gözlerinin açılmasının bir şükrânesi olarak, 833 (m. 1429) senesinde Şam yolu ile ikinci defa hacca gitmiştir. Bu esnada Mısır’a ve Kudüs’i şerîfe de uğramış, birçok âlim ile sohbet edip, birbirlerinden istifâde etmişlerdir.
Molla Fenârî, “İskender Târihi”ni nazm eden Mevlânâ Ahmedî ve tıbda “Şifâ” kitabının sahibi tabîb Hacı Paşa ile birlikte, Mısır’da Ekmelüddîn-i Bâbertî’nin huzûrunda ders arkadaşı idiler. Birgün bir evliyâyı ziyârete gitmişlerdi. Bu zât, onlara bakıp. Mevlânâ Ahmedî’ye; “Sen vaktini şiirde harcarsın”, Hacı Paşa’ya; “Sen ömrünü tıbda harcarsın”, Molla Fenârî’ye de; “Sen de din ve dünyâ reîsliğini, ilim ve takvâyı birlikte bulundurursun” buyurdu. Gerçekten de, bu zâtın buyurduğu gibi oldu.
Sultânın veziri olan Hacı İvaz Paşa, bir konuda Molla Fenârî’ye kızmış bulunduğundan, gözleri görmez olunca, lâf olsun diye; “Dilerim ki, o amâ ihtiyârın namazını ben kıldırayım” demişti. Bu söz Molla Fenârî’nin kulağına ulaşınca; “Ol kimse câhildir. Cenâze namazını kıldırmayı beceremez. Cenâb-ı Hakkın kapısından ümidim şudur ki, bana hemen şifâ buyurup, onu a’mâ eyleye ve ben onun namazını eda edeyim” dedi. Çok zaman geçmeden Molla Fenârî. Allahü teâlânın lütuf ve ihsânına kavuşup, görmeyen gözü aydınlandı. Rü’yâsında Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizi görüp. O’nun mübârek tükrüğünün ve gözüne koyduğu pamuğun bereketiyle gözleri açıldı. Tam bu günlerdeydi ki, vezirin gözleri görmez oldu. Vezir, Molla Fenârî’den evvel vefât edip, cenâze namazını da Fenârî hazretleri kıldırdı.
Eserleri çok kıymetlidir. Başlıcaları şunlardır:
1- Ayn-ül-a’yân: Fâtiha sûresinin tefsîridir. Tefsîr ilminde de tam bir vukûfa sahip olan Molla Fenârî’nin bu üstünüğüne, “Fâtiha-i şerîfe” için yazmış olduğu bir cildlik tefsîri şahiddir. Bu tefsîr kitabının mukaddimesinde. İlm-i tefsîre, tefsîrin dayandığı ilimlere, müfessirlerin ta’kib edecekleri tertîb ve usûle dâir çok mühim bilgiler vardır. Bu kıymetli eser, tasavvuf ilminin birçok ince ma’ritelleri ile de süslenmiştir. İlim ve ma’rifet babında çok faydalı bilgileri ihtivâ etmektedir. Matbû’ bir eserdir. 2-Füsûl-ül-bidâyi’ fî usûl-iş-şerâyi’: Fıkıh usûlüne dâir yazdığı çok kıymetli bir eser olup, otuz senede tamamlamıştır. Bu eserinde; “Menâr”, “Usûl-i Pezdevî”. İmâm-ı Râzî’nin “Mahsûl”ünü, İbn-i Hâcib’in “Muhtasar”ını ve diğer usûl kitaplarını toplamış ve şerh etmiştir. 3-Îsagûcî şerhi: Mantık ilmine dâir. bir günde yazdığı çok kıymetli şerhtir. Îsâgûcî’ye yaptığı bu şerhi, mantık ilmini çok güzel açıklamaktadır. Buna, birgün sabahleyin başlamış, güneş batarken bitirmiştir. Bu mantık kitabı, medreselerde uzun zaman ders kitabı olarak okutulmuştur. 1304 (m. 1886) yılında İstanbul’da basılmıştır. 4-En-mûzec-ül-ulûm: Yüze yakın ilme âit mes’eleleri ihtivâ eden ansiklopedik bir eserdir. Bu eser, oğlu Muhammed Şah tarafından şerh olunmuştur. 5-Ferâiz-i Sirâciyye şerhi, 6-Şerh-i Mevâkıb üzerine Ta’likât, 7-Esâs-üt-tasrîf, 8-Esmâ’il-fünûn, 9-Es’ile, 10-Risâletü ricâl-il-gayb, 11-Risâletün fî menâkıb-iş-Şeyh Behâüddîn-i Nakşibendî, 12-Şerhu Usûl-il-Pezdevî, 13-Şerhu Telhîs-il-câmi’ el-kebîr: Fıkıh ilmine dâirdir. 14-Şerhu Telhîs-il-miftâh: Me’ânî ilmine dâirdir. 15-Şerh-ur-risâlet-il-esîriyye fil-mîzân, 16-Şerhu Fevâid-il-gıyâsiyye: Me’ânî ve beyân ilimlerine dâirdir. 17-Şerhu Mukatta’ât, 18-Şerh-ül-Mevâkıb: Kelâm ilmine dâir bir eserdir. 19-Hâşiyetün alâ şerh-ış-şemiyye: Seyyîd Şerîf Cürcânî’nin eserine yaptığı kıymetli bir haşiyedir. 20-Hâşiyetün alâ dav’ıl-miftâh, 21-Şerh-ül-Misbâh: Nahiv ilmine dâirdir. 22-Hâşiyetün alâ Şerhây-is-Seyyid ves-Sa’d lil-miftâh, 23-Uveysât-ül-efkâr fî ihtiyâri ülil-ebsâr: Aklî ilimlere dâir yazdığı bir eser olup, fen ilimlerinde zor problemlerin çözüm şekillerine karşı i’tirâzları inceler. 24-Misbâh-ül-üns beyn-el-ma’kûl vel-meşhûd fî şerh-i miftâh-i gayb-il-cem’i vel-vücûd: Sadruddîn-i Konevî’nin “Miftâh-ül-gayb” adındaki eserinin şerhidir. 25-Mukaddimet-üs-salât.
Bunlardan başka birçok metinlere, şerh ve haşiyeleri ve ta’likâtı var ise de, tedris, kadılık ve müftîlik işleriyle meşgûliyeti, eserlerinin çoğunu temize çekmeye müsâade etmeyip, müsvedde hâlinde kalmıştır.
“Ayn-ül-a’yân” adındaki tefsîrinden seçmeler:
Hazreti Ali buyurdu ki: “Her ilim, Kur’ân-ı kerîmde vardır. Fakat insanlar ondan âcizdirler.”
Hazreti Hasen buyurdu ki: “Allahü teâlâ semâdan yüzdört kitap indirdi. Bunların içindeki bilgileri dört kitapta topladı. Bunlar; Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’ân-ı kerîmdir. Sonra bu dört kitabın içindeki bilgileri Kur’ân-ı kerîme koydu.”
Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “İlim öğrenmek her müslümana farzdır” buyuruldu. Hadîs-i şerîfte ilimden murâd, ilmihâl bilgisidir. Yâ’nî, dînin emirlerini yerine getirmekte her müslümana lâzım olan bilgilerdir. Allahü teâlânın varlığına, birliğine ve Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) Peygamberliğine inanmak bunlardandır.
Şa’bî ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “(Bilmiyorum) demek, ilmin yarısıdır. Şüpheli olduğu vakit bilmiyorum diyen kimse, ilmi ile amel etmiş olur. Ona bilen kimse gibi sevâb vardır.”
Diponotlar :
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 272
2) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 97
3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 47, 50
4) Miftâh-üs-seâde cild-2, sh. 124
5) Devhat-ül-meşâyıh sh. 3-5
6) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 188, 189
7) El-A’lâm cild-6, sh. 110
8 ) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 166, 167
9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1006, 1060
10) Kıyâmet ve Âhıret sh. 123
11) Eshâb-ı Kirâm sh. 339
12) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3436
13) Rehber Ansiklopedisi cild-5, sh. 328
14) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 390
MOLLA FENARÎ HAZRETLERİ KİMDİR?
Osmanlı tarihinin ilk şeyhulislâmı Molla Fenarî (rh.) hazretleridir. Asıl adı, Şemseddin bin Hamza olan bu meşhur âlim, 1350 Nisan’ında Teselya’nın bugün Yunanistan topraklarında kalan Fener İlçesi’nde doğduğu için, Fenârî ünvanıyla anılır.
O devrin büyük âlimlerinden Mevlânâ Alâeddin Esved ve Şeyh Cemaleddin Aksarayî (rahımehümallah)’den ders görmüş, sonra Mısır’da dinî ilimler, hey’et (astronomi) ve riyâziye (matematik) okumuş ve kendisinden istifade edilmek üzere orada alıkonulmuştur.
Yıldırım Bâyezid ve Çelebi Mehmed (rahmetullâhi aleyhimâ) zamanlarında Bursa’da talebe yetiştiren Molla Fenarî hazretlerinin şöhreti o kadar yayılmıştır ki; Bursa, onun ilminden istifade etmek isteyen ilim tâlipleriyle dolup taşmıştır. 1424 yılında II. Murad Hân onu, Bursa kadısı ve şeyhulislâm tâyin etmiştir. Altı yıl devam ettirdiği bu vazifede iken, devlet büyüklerinin hemen hepsi yüksek ilim ve fikirlerinden istifade etmişlerdir.
Büyük âlim Molla Fenarî hazretlerinin gözlerine ömrünün sonlarına doğru perde inip görmez oldu. Bir gece rüyâda Peygamberimiz (s.a.v.)’i gördü. Resûlüllah Efendimiz ona, “Tâ hâ sûresini tefsir eyle” buyurdu. O da cevaben, “Yüksek huzurunuzda Kur’ân-ı Kerim’i tefsir etmeğe gücüm olmadığı gibi, gözüm de görmüyor” deyince, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, bir parça kumaşı gözlerinin üzerine koymuş, uyanınca Fenârî hazretlerinin gözleri açılmış ve kumaş parçasını gözlerinin üzerinde bulmuştu. Bunun üzerine şükür bâbında hacca gitmiş ve dönüşte 1430 yılında Bursa’da vefat etmiştir. Bursa’da kendi yaptırdığı bir medrese ile bir câmii vardır. Mezarı câmiin hazîresindedir.
Vefâtında 10 bin cildi aşkın kitap bırakmış… Bıraktığı tefsirler, hâşiyeler ve temize çekemediği pek çok te’lif risâleleri, daha sonraki asırlarda, Osmanlı ilim silsilesinin yolunu aydınlatmıştır. Te’lifâtı arasında bilhassa usûl-i fıkha dâir, “Fusûlü’l-Bedâyi‘ li-Usûli’ş-Şerâyi‘” isimli eseri çok kıymetlidir. Bunu otuz senede tamamlamıştır.
Seçilmiş eserleri :
Molla Fenarı'nın seçilmiş eserleri isimleri şu listede verilmiştir:[4].
. Ayn-ül-A'yân: Fâtiha sûresinin tefsîri.
. Fusûl-ül-Bedâyi' fî Usûl-iş-Şerâyi:Şeriat usulünde yenilikler meydana getirme.
. Îsâgûcî Şerhi: Mantık ilmi hakkında şerhtir. 1886'da İstanbul'da basılmıştır.
. Enmûzecu'l-Ülûm: "Bilimler Örneği" ansiklopedik bir eser
. Ferâiz-i Sirâçiyye Şerhi
. Şerh-i Mevâkib üzerine talikât,
. Eşâs-ut-Taşrîf,
. Esmâ'il-Funûn,
. Eş'ile,
. Risâletu Riçâl-il-Gayb,
. Risâletun fî Menâkib-iş-Şeyh Behâuddîn-i Nakşibendî,
Serhu Üsûl-il-Pezdevî,
. Serhu Telhîs-il-câmı' el-Kebîr: Fıkıh hakkında.
. Serhu Telhîs-il-Miftâh
Mevlütün Müellifi Süleyman Çelebi Kimdir?
Süleyman Çelebi (1351 - 1422), 1409’da Mevlid mesnevisini yazarak Anadolu kültürünün önemli parçalarından mevlid törenlerinin mimarı olmuş şairdir.
Yaşamı
Orhan Gazi döneminde doğmuştur. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmaz. Kimi kaynaklara göre Osmanlı Sultanı I. Murat'ın vezîrlerinden Ahmed Paşa'nın oğlu, Şeyh Mahmûd Efendi'nin torunudur. Dedesi Mahmûd Bey, Şeyh Edebali'nin torunudur ve 1338'de Süleymân Paşa önderliğinde Rumeli'ye sal ile geçenlerdendir. Süleyman Çelebi'nin 1346-1351 yılları arasında bir tarihte doğduğu, ölüm tarihinin ise 1422 olduğu sanılıyor.[1]
Gençliğinde Bursa'da iyi bir eğitim aldığı sanılmaktadır. O devirde, Çelebi unvanı ilim adamlarına ve Mevlevi tarikatı büyüklerine verilmekteydi. Mevlevi olduğuna dair kanıt yoktur. Bilgili tavırlarıyla Padişah Yıldırım Bayezid’in dikkatini çekmiş ve yapımı 1399’da tamamlanan Ulu Cami’ye imam olarak atanmıştır.Ünlü eseri Vesiletü'n Necat'ı getirildiği bu görev esnasında yaşadığı bir olaydan etkilenerek kaleme aldığı bilinmektedir.
Söylenceye göre Süleyman Çelebi, Muhammed'in diğer peygamberlerden pek farkı olmadığını söyleyen bir İranlı vaize içerleyerek onun diğer peygamberlerden üstün olduğunu dile getirmek için Mevlid'i kaleme aldı. Süleyman Çelebi, Osmanlı Devleti'nin zayıf bir evresi olan ve Anadolu topraklarında her türlü kargaşalığın hüküm sürdüğü Fetret Devri'nde batini görüşler ile ehl-i sünnet arasındaki çekişmede ehl-i sünnetin tarafında yer almıştı. Mevlid'in yazılmasının bir amacının da ehl-i sünnet taraftarlarına destek vermek olduğu ifade edilir. Eserini, 1409 yılında (tahminen 60 yaşında iken) tamamladı. Eserini yazarken, referans aldığı eserlerin, Âşık Paşa’ nın “Garibnâme” si, Erzurumlu Darîr’in “Siyerü’ n- Nebî”'si, Eb’ul Hasan Bekrî’nin “Siyer”'i ve Muhiddîn-i Arabî’nin “Füsûs”'u olduğu tespit edilmiştir[2]. Mevlid, bilinen tek eseridir.
1422'de vefat ettiği düşünülen Süleyman Çelebi'nin mezarı Bursa’da Çekirge yolu üzerindedir. Mezarının bulunduğu yere 1952'de bir türbe yapılmıştır.
Meşhûr Türkçe "Mevlid" kasîdesinin yazarı. Bursa'da doğdu. Kaynaklarda Süleymân Çelebi'nin doğum târihine dâir bir kayda tesâdüf edilmedi. Ancak, Süleymân Çelebi'nin Mevlid'i 60 yaşında yazdığı ve eserin 1409 (H.812) senesinde bittiği, en eski olarak bilinen nüshasında mevcut bir beyte istinâd etmektedir.1422 (H.825) senesinde vefât ettiği bilindiğine göre, onun 1351 (H.752) senesinde doğduğu neticesi çıkmaktadır.
Sultan Birinci Murâd Hanın vezîrlerinden Ahmed Paşa'nın oğlu, Şeyh Mahmûd Efendinin torunudur. Mahmûd Bey, 1338 (H.738 ) senesinde Sadrâzam Süleymân Paşa ile Rumeli'ye sal ile geçenlerdendir.
Süleymân Çelebi, Bursa'da asrının ileri gelen âlimlerinden ilim tahsîl etti. Büyük bir âlim olarak, Sultan Yıldırım Bâyezîd zamânında Dîvân-ı hümâyûn imâmı, sonra da Bursa'da onun inşâ ve ihyâ ettiği câminin imâmı oldu.
Eldeki bilgilere göre yapılan tahminler, Süleyman Çelebi'nin 1351-1364 arasında doğmuş olduğunu gösteriyor. Tek eseri, Mevlid adı ile bilinen "Vesiletün Necat"dır. Fakat, nazmı bu kadar ustalıkla kullanmasını bilen bir insanın, başka eser yazmadığını düşünmek oldukça güçtür. Belki, Timur'un ordusu Bursa'ya girdiği zaman, yakılıp yıkılanlar arasında Süleyman Çelebi'nin diğer eserleri de yok olmuştur.
Süleyman Çelebi'nin iyi bir eğitim gördüğü ve geniş bir bilgisi olduğunun başka bir kanıtı, Mevlid'de tasavvufî bazı terimlerin kullanılmış oluşudur:
"Zâtıma mir'at edindim zâtını
Bile yazdım adın ile adımı."
beytinde görüldüğü gibi Ahmet Yesevi'yi hatırlatan ifadeler, onun sıradan bir kişi olmadığını açıklar. Emir Buhari'den çok şeyler öğrendiği anlaşılıyor. Mevlid'in yazılmasına sebep diye gösterilen bir olay vardır. Söylendiğine göre Süleyman Çelebi, imamlığını yaptığı Ulu Cami'de, İran'dan gelen bir müderrisin vaazını dinlemiş. Bu müderris vaazında, dinler arasında da bir fark olmadığını, bütün kitaplı dinlerin hak din, bütün peygamberlerin hak peygamber olduklarını anlatmış.
Süleyman Çelebi, hayranı olduğu Hz. Peygamber'in öteki peygamberler safhında değerlendirilmesine son derecede üzülmüş ve sevgili Peygamber'ine karşı duyduklarını, manzum olarak yazmaya başlamış... İşte bu sonsuz aşktır ki, Mevlid adı ile bilinen "Vesiletün Necat"ı ortaya çıkarmış....
Altı yüz yıldır, bütün İslâm dünyasının her dinî günde, doğumda, ölümde, bayramda okuduğu bu lirik eserin, bugün okunan biçimi ile, Süleyman Çelebi'nin yazdığı biçimin aynı olduğu söylenemez. Zamanla bazı mısralarda kelimeler, bazen da mısralar değiştirilmiş, Türk halkının duygu ve düşünce kalıbı içinde yeniden oluşturulmuştur. Mevlid'in bazı parçaları, ne kadar realist bir üslûpla yazılmışsa, bazı parçaları da sürrealist bir üslûpla kaleme alınmış gibidir:
"Hem hava üzre döşendi bir döşek
Adı Sündüz, döşeyen ân ı melek."
beytinde olduğu gibi, doğu sürrealizmini yansıtan birçok parçalar vardır. Süleyman Çelebi'den sonra birçok şairler ve büyük şairler birer mevlid yazdılarsa da hiçbiri Süleyman Çelebi'nin eriştiği noktaya erişemedi. Çünkü Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i "Sehl-i Mümteni" denilen bir sanat örneğidir.Çok kolay yazılmış gibi göründüğü halde, taklidi son derece de güçtür. Bu yüzden taklitleri tutmamış, halk yazılanların hiçbirini benimsememiştir. Oysa yazılan Mevlidlerin arasında, çok sanatkârane olanları vardır.
Not: Sehl-i Mümteni:
Hem kolay, hem de güç manasına gelir. Edebiyatta ilk bakışta yapılması kolay göründüğü halde, yapılmaya veya taklit edilmeye kalkışıldığında zorluğu veya benzerinin meydana getirilmesinin imkansızlığı anlaşılan eserleri yazma veya söyleme sanatına denir. Sehl-i mümteni'nin en belirgin özelliği sade oluşudur. Yunus Emre'nin şiirleri, Mehmet Akif'in şiirleri, Süleyman Çelebi'nin Mevlidi, baştan aşağı sehl-i mümteni sanatı ile doludur.
Süleyman Çelebi, 1422'de Bursa'da hayata gözlerini yumdu. Mezarı Bursa'da, Çekirge yolundadır. Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i, Rumca, Bulgarca, Sırpça, Arapça'ya çevrilmiş ve dili konuşan Müslümanlar arasında her dinî günde, bayramda, ölümde, doğumda okunagelmiştir. Süleyman Çelebi, 15. yüzyılı Osmanlı şairlerinin en büyüklerinden biridir.
Eseri:
Vesîlet’ün-Necât (Mevlid)
Vesîlet’ün-Necât (Mevlid)
1700 beyitlik mesnevidir. Kendisinden önce ve sonra yazılan j mevlitlerin en güzeli ve başarılısıdır. Süleyman Çelebi, eserini Ulu Cami’de imamlık yaptığı sırada olan bir olay üzerine i kaleme almıştır. İran’dan gelen bir vaiz bir vaazı sırasında Bakara sûresinin 285. âyeti ile 253. âyetini karıştırmış ve peygamberler arasında fark olmadığı, dolayısıyla Hz. Peygamber’in de Hz. Musa’dan üstün olmadığı şeklinde açıklamada bulunmuştur. Bu olaya çok üzülen Süleyman Çelebi, eserini yazmıştır. Eser, peygamberimize duyulan derin sevginin bir ifadesidir. Sanatçı bu eserini, Hz.Muhammed’in bütün peygamberlerden üstün, en son peygamber olduğunu ispatlamak, şii-batıni akımlara karşı ehl-i sünnet görüşünü savunmak için yazmıştır.
Süleyman Çelebi
Meşhûr Türkçe “Mevlid” kasîdesinin yazarı. Bursada doğdu. Kaynaklarda Süleyman Çelebinin doğum tarihine dair bir kayda tesadüf edilmedi. Ancak, Süleyman Çelebinin Mevlidi 60 yaşında yazdığı ve eserin 1409 (H.812) senesinde bittiği, en eski olarak bilinen nüshasında mevcut bir beyte istinad etmektedir.1422 (H.825) senesinde vefat ettiği bilindiğine göre, onun 1351 (H.752) senesinde doğduğu neticesi çıkmaktadır. Sultan Birinci Murad Hanın vezîrlerinden AhmedPaşanın oğlu, Şeyh Mahmûd Efendinin torunudur. Mahmûd Bey, 1338 (H.738 ) senesindeSadrazam Süleyman Paşa ile Rumeliye sal ile geçenlerdendir. Süleyman Çelebi, Bursada asrının ileri gelen alimlerinden ilim tahsîl etti. Büyük bir alim olarak, Sultan Yıldırım Bayezîd zamanında Dîvan-ı hümayûn imamı, sonra da Bursada onun inşa ve ihya ettiği caminin imamı oldu. Resûlullah efendimize olan muhabbeti, Vesîlet-ün-Necat isimli mevlid kasîdesini yazmasına vesîle oldu. Eserini yazmasının sebebi olarak gösterilen hadise hakkında; Künh-ül-Ahbar, Güldeste, Tezkire-i Latîfî ve başka kaynaklarda geniş bilgi vardır. Süleyman Çelebinin vefatı için düşürülen tarih, “Rahat-ı ervah”tır. Mezarı, Bursada Çekirge yolu üzerindedir.İyi bir tahsîl gören Süleyman Çelebi,Bursadaki Ulu Caminin baş imamlığına getirildi. Bu camideki imamlığı sırasında, birgünİranlı bir vaiz, vaz ve nasîhat ederken, Bakara sûresinin iki yüz seksen beşinci ayet-i kerîmesinin; “Biz Allahü tealanın peygamberlerinden hiç birinin arasını ayırd etmeyiz (hepsine inanırız). Duyduk ve itaat ettik.” meal-i şerîfini tefsîr ederken de; “Hazret-i Muhammed ile hazret-i Îsa arasında hiçbir farklılık, üstünlük yoktur.” diye, kendi kafasına, bozuk inanışına göre tefsîr etti. Cemaat arasında bulunan bir kimse dayanamayıp, ayağa kalktı ve; “Ey cahil! Kendi kafana göre nasıl tefsîr edebilirsin? Sen bu ilimde çok gerilerdesin. Hiç peygamberler (aleyhimüsselam) arasında üstünlük farkı olmaz olur mu? Elbette peygamberimiz Muhammed (aleyhisselam), bütün peygamberlerden daha üstündür. Burada fark yoktur demek, nübüvvet ve risalet yönünden fark yoktur demektir. Üstünlükler, mertebeler yönünden değildir. Burada; “Birinin peygamberliğini kabûl edip, diğerini kabûl etmiyerek aralarında bir ayrılık gütmeyiz. Herbirini kendi derecelerine göre peygamber olarak kabûl ederiz” buyurulmaktadır. Bundan, derece ve fazîletleri aynıdır anlamı çıkmaz. Bunun isbatı ise, yine Bekara sûresinin iki yüz elli üçüncü ayet-i kerîmesidir. Burada mealen; “Bu (sûrede sözü geçen) peygamberlerin bir kısmını, kendilerine verilen özelliklerle diğerlerinden üstün kıldık.” buyurulmaktadır. Görüldüğü gibi, bu iki ayet-i kerîme, bizim alimlerimizin tefsîr ettiği gibi birbirlerini doğrulamaktadır. Halbuki, senin bozuk düşüncene göre birbirlerini tekzib etmektedir ki, haşa bu olamaz!” gibi pekçok sözler söyledi, pekçok delîller getirdi. Neticede İranlı vaiz, yanlış düşündüğünü kabûl etti. Bütün bunlara şahid olan Ulu Cami baş imamı Süleyman Çelebi, bu hadiseden dolayı çok duygulanmış ve meşhûr Mevlid-i Şerîfini yazmıştır. Mevlid-i Şerîfinde, hep Ehl-i sünnet îtikadını anlatmıştır. Bu bozuk îtikadlı vaizin sözüne cevap olarak:”Ölmeyüb Îsa göğe bulduğu yol,Ümmetinden olmak için idi ol.”beytini söyledikten sonra, Resûlullah efendimizin fazîletlerini şöyle îzah etmiştir:”Dahî hem Mûsa elindeki asa,Oldu Onun izzetine ejderha.Çok temennî kıldılar Hakdan bunlar,Kim Muhammed ümmetinden olalar.Gerçi kim bunlar dahî mürsel durur.Lakin Ahmed efdal-ü-ekmel durur.Zîra efdalliğe ol elyak durur,Ânı öyle bilmeyen ahmak durur.”Süleyman Çelebi, Mevlidinde; Allahü tealanın mutlak iradesini, yoktan var ettiğini ve Muhammed aleyhisselamın hiçbir mahlûkda bulunmayan üstün, yüksek ve emsalsiz vasıflarını anlatır. Her kelimesinde, gönlü Resûlullah aşkı ile yanan bir müminin engin aşk ve muhabbet kokuları vardır. Hazret-i Muhammedin diğer peygamberlere olan bütün üstünlükleri, en güzel kelimeler ve en vecîz ifadelerle anlatılmıştır.Mevlid; münacaat (Allahü tealaya yalvarma), veladet (Peygamberimizin doğumu), risalet (Peygamberliğin bildirilişi), mîrac (Göklere çıkışı, Cenneti ve Cehennemi görmesi), rıhlet (Peygamberimizin vefatı) ve dua bölümlerinden ibarettir.Söze Allahü tealanın ism-i şerîfi ile başlayan Süleyman Çelebi, Âdem aleyhisselamdan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselama kadar bütün dedeleri olan Peygamberlerin alınlarında nûr parladığını ve bu nûrun Muhammed aleyhisselama intikal ettiğini anlatır. Peygamber efendimizin doğuşuna geniş bir yer ayırarak, O doğarken annesinin neler duyup, neler gördüğünü, bu anda bütün varlıkların engin bir neşe içinde kaldıklarını, bütün zerrelerin Onu büyük neşe içinde karşıladığını söyler. Mevlidde bundan sonra, Muhammed aleyhisselama peygamberliğinin nasıl bildirildiğini ve mirac hadisesinin nasıl olduğunu anlatır. Derin üzüntü içinde yazdığı rıhlet ve daha sonra dua ile Mevlidini bitirir. Peygamber efendimizin her varlığın yaratılışı sebebi, bütün yaratılmışların en şereflisi ve Onu bütün peygamberlere üstün kılanAllahü tealaya şükürler etmektedir.Eserde çok olgun fikirler ve kompozisyon bütünlüğü vardır. Mevlid, mesnevî şeklinden ziyade, kasîde şeklinde tertiblenmiştir. Bazı yerlere gazel parçaları da ilave edilmiştir. Arûz vezni ile yazılmış, (failatün, failatün, failün) kalıbı kullanılmıştır. Yalnız bir yerde (Mefûlü, failatü, mefaîlü, failün) kalıbına yer verilmiştir.Kafiyeler güzel ve sağlamdır. Süleyman Çelebi, Mevlidin mısralarının mükemmel olması için çok titizlik göstermiş, bu sebeple Mevlid, üstün sanat sahibi dîvan şairlerince dahî sevilip beğenilmiştir.Mevlidde hem olayların, hem de düşüncelerin anlatıldığı yerlerde, en kısa, en uygun ve mümkün olan en sade anlatım şekli kullanılmıştır. Mevlidde, hemen her türlü söz ve ifade sanatına rastlanır. En çok cinas, teşbîh ve tekrîr gibi sanatlara önem verilmiştir. Bölümlerin ve kitabın bütünlüğüne titizlik gösterildiği kadar, her mısraın ayrı ayrı güzelliği de gözden kaçmamaktadır. Mevlid, lirizm (içlilik) ve öğreticiliği (didaktizmi) iyice kaynaştırmış bir şiir kitabıdır. Kuruluktan uzak olduğu gibi, sırf coşkunluktan da ibaret değildir. Görünüşte kolay, fakat denendiğinde benzerinin yazılmasının çok zor olduğu görülür.
MUHAMMED ALEYHİSSELÂMI SEVMEK
Süleyman Çelebi hazretleri, Mevlidine Arabî olarak bir önsöz yazarak, şöyle buyurmaktadır: “Rahman ve Rahîm olan Allahü tealanın ismiyle başlarım. Muhammed aleyhisselamı bütün yaratılmışların sebebi, en şereflisi ve en azîzi yapan, makam-ı Mahmûd ile şefaat hakkını vererek Onu bütün Peygamberlerden üstün kılan, ismini Onun ismiyle yanyana yazarak, hasedci şeytanın burnunu sürtüp, Onun şanını yücelten Allahü tealaya hamd-ü-senalar olsun. Muhammed aleyhisselam, Allahü tealanın indinde çok makbûldür. Allahü tealanın melekleri Onun yardımcılarıdır. Ağaçlar, toprak ve taşlar, Onunla konuştular. Onu sevenler dünyada ve ahirette sevilip kurtulurlar. Ona düşman olanlar kovulup, Cehenneme atılırlar. Bizi Muhammed aleyhisselamın ümmeti yapmakla şereflendiren Allahü tealaya hamd ederim. Şerîki ve benzeri olmayan, mekandan münezzeh bulunan Allahü tealanın bir olduğuna şehadet ederim. O, herkesin kendisine muhtac olduğu, ibadet ettiği ve yöneldiği Allahü tealadır. O, şanı yüce, kullarını merhametle bağışlayandır. Güzel ahlak ve cömertlik gibi pekçok meziyetleri ortaya çıkaran, vadedilen kıyamet gününde, her tarafta şefaati kabûl edilir bir şefaatçi olan Muhammed aleyhisselamın, Allahü tealanın kulu, resûlü ve habîbi olduğuna şehadet ederim. Allahü teala, Ona seçilmişlerin en üstünleri olan temiz aline ve Eshab-ı kiramına sonsuz rahmet etsin.”
Kaynaklar
1) Sefînet-ül-Evliya; c.5, s.1442) İslam Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.513) Vefeyat-ı Baldırzade4) Güldeste-i Riyaz-ı İrfan5)
Mevlid-i Şerif
Allah adın zikredelim evvela,
Vacib oldu cümle işte her kula.
Kim ki, Allah adını önce ana,
Her işi kolay eder Allah ona.
Allah adı olsa her işin önü,
Asla ebter olmaz o işin sonu.
Bir kez Allah dese aşkla lisanın,
Kalmayıp dökülür bütün günahın.
Zikri tekrar eyle mütemadiyen!
Her murada erişir Allah diyen.
Haramı bırakıp, helal yemeli,
Şükredip her zaman Allah demeli.
Kerimdir, rahimdir, O ilâhımız,
Bize rahmet kıla yüce şahımız!
Varlığına, birliğine şek yoktur,
Ne yazık, üç tanrı diyen pek çoktur.
Varlığına edilse de çok hayret,
Cümle âlem yokken O vardı elbet.
O varken yok idi, insan, cin, melek,
Arş, dünya, güneş, gezegen ve felek.
Bunların hepsini, O var eyledi,
Birliğine hepsi ikrar eyledi.
Kudretini göstererek O Celil,
Birliğine kıldı bunları delil.
Ol dedi bir kere var oldu cihan,
Olma derse, mahvolur hemen o an.
Resulullah’tır bu varlığa sebep,
Onun rızasını, aşkla et talep!
Resulullahın nuru
Hak teâlâ yaratınca Âdem’i,
Âdem’le süsledi bütün âlemi.
Mustafa nurunu alnına koydu,
Habibimin nuru, bil bu nur dedi.
Kıldı o nur, onun alnında karar,
Kaldı onun ile nice zamanlar.
Daha sonra Havva alnına geçti,
Ondan oğlu Şit’e bu nur nakletti.
Erdi İbrahim’e, İsmail’e hem,
Söz uzayıp gider, hepsini dersem.
Doğunca O rahmeten lil-alemin,
Vardı nur onda karar etti hemin.
Doğumu
Âmine hatundur onun annesi,
O sedeften doğdu O dürdanesi.
Rebiulevvel ayının nicesi,
On ikinci pazartesi gecesi.
O gece ki doğdu, O hayr-ul beşer,
Annesi onda neler gördü neler.
Dedi gördüm, O Habib’in annesi,
Bir acep nur ki, güneş pervanesi.
Fırlayıp evimden çıktı nagehan,
Göklere dek nur ile doldu cihan.
Gökler açıldı, yok oldu karanlık,
Üç melek gördüm, elinde üç ışık.
Biri doğu biri batıda onun,
Biri damında, dikildi Kâbe’nin.
İndiler göklerden melekler saf saf,
Kâbe gibi kılındı evim tavaf.
Yarılıp çıktı duvardan nagehan,
Geldi üç huri bana oldu ayan.
Bu hususta derler o üç dilberin,
Asiye’ydi biri o mehpeykerin.
Biri Meryem hatun idi aşikâr,
Birisi hem hurilerden bir nigâr.
Çevre yanıma gelip oturdular,
Mustafa’yı birbirine muştular.
Dediler oğlun gibi hiçbir oğul,
Yaratılalı cihan, gelmiş değil.
Bu senin oğlun gibi kadri cemil,
Bir anaya vermemiştir O Celil.
Ulu devlet buldun, ey Âmine sen,
Doğacaktır senden O hulk-i hasen
Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır,
Bu gelen tevhid-i irfan kânıdır.
Bir adı Mahmud, bir adı Ahmed’dir,
Varlığı cümle âleme rahmettir.
Âmine eder vakit oldu tamam,
Ki vücuda gele O hayr-ül enam.
Susadım gayet hararetten katı,
Sundular bir cam dolusu şerbeti.
Şerbeti karşımda tuttu huriler,
Bunu Rabbimiz gönderdi dediler.
Kardan ak idi ve hem soğuk idi,
Lezzeti dahi şekerde yok idi.
İçtim onu oldu, cismim nura gark,
Edemedim kendimi ben nurdan fark.
Geldi bir ak kuş kanadıyla revan,
Arkamı sıvadı kuvvetle heman.
Doğdu o saatte O sultan-ı din,
Nura gark oldu, semavat ü zemin.
Kim olmak isterse ateşten necat,
Aşk ile, şevk ile etsin salevat!
Essalatü vesselamü aleyke ya Resulallah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Habiballah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Seyyidel-evveline vel-âhirin.
Mahlûkatın hepsi sevindi o an,
Dirilip âlem yeniden buldu can.
Kâinattaki her şey edip seda,
Çağrışarak dediler ki, merhaba!
Merhaba, ey âl-i sultan merhaba!
Merhaba, ey kân-i irfan merhaba!
Merhaba, ey sırr-ı furkan merhaba!
Merhaba, ey derde derman merhaba!
Merhaba, ey rahmeten lil-âlemin!
Merhaba, sensin şefial müznibin!
Bütün dertlilerin dermanı sensin,
Cümle âlemlerin sultanı sensin.
Çünkü nurun ruşen etti âlemi,
Gül cemalin gülşen etti âlemi.
Âmine hatun artmış idi hayreti,
Bir zaman aklı gidip geldi geri.
Gördü gitmiş huriler hiç kimse yok,
Görmedi oğlunu yalvarırdı çok.
Bir an şöyle düşünceye dalmıştı,
Huriler onu götürdü sanmıştı.
Dört tarafa bakıp edince nazar,
Gördü ki bir köşede hayrül-beşer.
O ulu, Kâbe’ye karşı duruyor,
Yüzün yere koymuş secde ediyor.
Secdede diliyle tahmid ediyor,
Kaldırmış parmağın tevhid ediyor.
Dudaklar kıpırdardı, söylerdi kelâm
Anlayamazdım, ne derdi o hümam
Kulağım ağzına verdim, dinledim,
Söylediği sözü o an anladım.
Derdi ki, ya Rab yüzüm tuttum sana,
Ya İlahi ümmetimi ver bana!
Ümmetim dedi sana, O Mustafa,
Ver salevat sen de ona, bul safa.
Essalatü vesselamü aleyke ya Resulallah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Habiballah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Seyyidel-evveline vel-âhirin.
Miraca gitmesi
Dinle miracını o şahın ayan,
Âşıksan aşk ateşine durma yan!
Pazartesi gecesi gerçek haber,
Leyle-i kadirdi o gece meğer.
O mübarek bahtı, o kadri yüce,
Ümmühanin evine vardı gece.
Orda iken nagehan o yüzü ak,
Cebrail Cennete git dedi Hak.
Bir sırmalı taç ve bir hulle kemer,
Hem dahi al bir burak-ı muteber.
Habibime ilet de, ona binsin!
Arşımı seyreylesin, beni görsün!
Cebrail cennete olunca revan,
Gördü ki, kırk Burak otluyor o an.
İçlerinden bir Burak ağlar katı,
Yiyip, içmez, kalmamış hiç takati.
Gözlerinden yaşlar eylemiş revan,
Ciğerini dertle etmiş perişan.
Dedi Cebrail, niçin ağlıyorsun?
Hüzünle ciğerini dağlıyorsun?
Arkadaşların yiyip içip gezer,
Sen inliyorsun, canını ne üzer?
Dedi, kırk bin yıl vardır ki ya emin,
Aşktır bana yemek ve içmek hemin,
Nagehan bir ses işitti kulağım,
O zamandan bilemem sağı solum.
Nedense yüksek sesle bağırdılar,
Ya Muhammed diyerek çağırdılar.
O andan beri bilemem, n’olmuşam,
O adın ismine âşık olmuşam.
Yüreğim içinde eridi yağım,
Âşık oldu görmeden bu kulağım.
Cenneti başıma bu aşk, dar eder,
Gece gündüz işlerimi zâr eder.
Gerçi cennet içinde duruyorum,
Hep cehennem azabı görüyorum.
Hazret-i Cebrail der ki, ey Burak,
Ağlama hep, verdi muradını Hak.
Bir kimsede, aşkın nişanı olur,
Akıbet maşuk, er geç onu görür.
Gel beri maşukuna götüreyim,
Yarana merhem vurup bitireyim.
Aldı Cebrail Burak’ı o zaman,
Resulullaha ulaştırdı o an.
Hak selam etti sana ey Mustafa,
Ki mübarek hatırın bulsun safa.
Buyurdu gelsin misafirim olsun,
Arşımı seyreylesin, beni görsün!
Bu gece zahir olur esrar-ı Hak,
Gösterecektir sana didar-ı Hak.
Zemzemle doldu bütün âlem o an,
Arşa varır dediler Fahr-i Cihan.
Hem sekiz cennet kapısı açtılar,
Âlemin üstüne rahmet saçtılar.
Gel gidelim Hazrete, ya Mustafa!
Şu anda bekliyor eshab-ı safa!
Sana cennetten getirdim bir Burak,
Davet-i Rahmandır edesin idrak.
Çekti o anda Burak’ı Cebrail,
Önüne düştü ona oldu delil.
Göz açıp kapamadan Kudüs’e vardı,
Etrafını bütün nebiler sardı.
Enbiya ervahı karşı geldiler,
Mustafa’ya izzet ikram kıldılar.
Geçerek mihraba O hayr-ül-enam,
Enbiya ervahına oldu imam.
Gece durmadı yola oldu revan,
Bütün göklerden geçip etti seyran.
Her birinde türlü hikmetler gördü,
Cebrail’le varıp Sidre’ye erdi.
Cebrail’in durağıdır o makam,
Yerle gök ta ki tutalıdan nizam.
Gelip Cebrail makamında durdu
Rahmeten lil-âlemin ona sordu:
Bilemem, bu yolları ben nideyim,
Burada garibim, nere gideyim?
Cebrail dedi, sen ki Habibsin,
Sanma bu yerlerde öyle garipsin,
Burada bitti benim seyrangâhım,
İlerisinden dahi yok âgâhım.
Eğer geçsem zerre kadar ileri,
Yanarım hemen ey Hakkın serveri.
Dedi Cebrail’e o şah-ı cihan:
O halde sen yerinde kal bir zaman.
Söyleşirken Cebrail ile kelam,
Geldi Refref önüne, verdi selam.
Aldı o şah-ı cihanı o zaman,
Sidre’ye giderek getirdi heman.
Gördü gök ehli ibadette hepsi,
Her biri bir türlü taatte hepsi.
Hep gök ehli cümle karşı geldiler,
Mustafa’ya izzet ikram kıldılar.
Merhaba ya Muhammed dediler,
Ey şefaat kân-ı Ahmed dediler.
Her biri kutladı miracını,
Dediler giydin saadet tacını.
Yürü artık meydan senin bu gece,
Sultan ile sohbet senin bu gece.
Hepsi ile görüşüp geçti öte,
Varıp erişti O ulu hazrete.
Rabbimiz harfsiz, kelimesiz ve sessiz
Konuştu Mustafa ile şüphesiz.
Dedi ki mahbub-u matlubun benim,
Sevdiğin can ile mabudun benim.
Gece gündüz durmayıp istiyordun,
Bir kez görsem cemalini diyordun.
Gel Habibim sana âşık oldum ben,
Cümle halkı sana köle kıldım ben.
Ne muradın var ise kılam reva,
Eyleyem bir derde bin türlü deva.
Mustafa dedi ya Rabbel-âlemin.
Ey affı ve hediyesi çok kerim,
O zayıf ümmetimin hali ne ola,
Hazretine nice onlar yol bula?
Ya İlahi hazretinden hacetim,
Şu dur ki, ola en makbul ümmetim.
Hak tealadan duyuldu bir nida,
Ya Habibim ben sana kıldım atâ.
Ümmetini sana verdim ey Habib,
Cennetimi onlara kıldım nasib.
Ey Habibim nedir, o ki diledin,
Bir avuç toprağa minnet eyledin.
Zatıma ayna edindim zatını,
Beraber yazdım adımla adını.
Ya Habibim anlıyorum ben seni,
Görmeğe hiç doyamazsın sen beni.
Tez varıp davet et kullarımı,
Ta gelip de göreler didarımı.
Göz açıp kapamadan Fahri cihan,
Ümmühanın evine geldi heman.
Her ne gelmişse Mirac’da başına,
Cümlesin haber verdi eshabına.
Dediler ey kıble-i İslam-ı din,
Kutlu olsun sana Mirac-ı güzin.
Hepimiz kullarız, sen ise şahsın,
Gönlümüzde daim parlayan mahsın.
Bize, ümmet olmak devleti yeter,
Müslüman olmanın izzeti yeter.
Süleyman Çelebi
Kelimeler:
Ebter: Güdük, neticesiz, kısır
Mütemadiyen: Devamlı
Felek: Gök
Rahmeten lil-âlemin: Âlemlere rahmet olan Resulullah
Necat: Kurtuluş
Dürdane: İnci
Hayrülbeşer: İnsanların en iyisi
Nagehan: Hemen
Dilber: Güzel
Mehpeyker: Ay yüzlü
Nigâr: Güzel yüzlü sevgili
Muştu: Müjde
Hulk-i hasen: Güzel ahlak
İlm-i ledün: Bâtın ilmi
Kân: Menba, kaynak
Şefi-ül-müznibin: Günahlara şefaatçısı
Revan: Akan, uçan
Heman: Hemen
Semavat ü zemin: Yer ve gökler
Furkan: Kur’an-ı kerim
Ruşen: Parlak aydın
Gülşen: Gül bahçesi
Tahmid: Hamd
Tevhid: La ilahe illallah demek
Hümam: Himmetli
Hulle: Cennet elbisesi
Burak: Resulullahı miraca götüren hayvan
Burak-ı muteber: Uygun bir burak
Hayrülenam: İnsanlarını en iyisi
Seyrangah: Gezme yeri
Agâh: Haberdar
Mahbub: Sevilen
Matlub: İstek
Rabbelâlemin: Âlemlerin rabbi
Hacet: İstek
Atâ: Hediye
Güzin: Seçilmiş, beğenilmiş
Mah: Gökteki ay, mahveden, peygamberlik nuru. Küfür karanlıklarını mahvettiğinden, Resulullah’a mah da denmiştir
-----------------
Mevlidi Şerif
Mevlidi Şerif okuma
Mevlidi Şerif okunuşu
Tevhid bahri
Seyyidi kainât Hazret-i Fahr-i Âlem
Muhammed Mustafâ râ Salevât
Allah âdın zikredelim evvelâ
Vâcib oldur cümle işde her kulâ
Allah âdın her kim ol evvel anâ
Her işi âsân ider Allah anâ
Allah âdı olsa her işin önü
Hergiz ebter olmaya ânın sonu
Her nefesde Allah âdın di müdâm
Allah âdıyle olur her iş tamâm
Bir kez Allah dese aşk ile lisân
Dökülür cümle günah misl-i hazân
İsm-i pâkin pâk olur zikr eyleyen
Her murâda erişür Allah diyen
Aşk ile gel imdi Allah diyelim
Dert ile göz yaş ile âh îdelim
Ola kim rahmet kıla ol pâdişah
Ol kerîm-ü ol rahîm-ü ol ilâh
Birdir ol birliğine şek yokdürür
Gerçi yanlış söyleyenler çokdürür
Cümle-âlem yoğ iken ol var idi
Yaradılmışdan ganî cebbâr idi
Vâr iken ol yok idi ins-ü melek
Arş-ü ferş-ü ay-ü gün hem nüh felek
Sun' ile bunlârı ol vâr eyledi
Birliğine cümle ikrar eyledi
Kudretin izhâr edüp hem ol celîl
Birliğine bunları kıldı delîl
"Ol !" dedi bir kerre vâr oldu cihân
"Olma !" derse mahv olur ol dem hemân
Pes Muhammeddir bur varliğa sebeb
Sıdk ile ânın rızasın kıl taleb
Ey azizler işte başlarız söze
Bir vasıyyet kılarız illâ size
Ol vasıyyet ki direm her kim tuta
Misk gibi kokûsu canlardâ tüte
Hak-Teâlâ rahmet eyleye anâ
Kim beni ol bir dua ile anâ
Her kim ki diler bu duada buluna
Fâtiha ihsân ede ben kûluna
El-Fâtiha *
Mevlid-i Şerif-in müellifi Merhum Süleyman Süleyman Çelebi Hazretleri'nin ruhu için ve bu satırları okuyan dinleyen okumasına sebep olanlardan yaşayanların ruhu makamlarına ahirete göçmüş olanlarınında ruhlarına El-Fatiha
Veladet bahri
Âmine hâtun Muhammed ânesi
Ol sadeften doğdu ol dür dânesi
Çünkî Abdullah'tan oldu hâmile
Vakt erişdi hefte vü eyyam ile
Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn
Çok alâmetler belirdi gelmeden
Allâhümme salli alâ Muhammediv
Ve alâ âli Muhammed
Ol Rebiûl evvel âyın nîcesi
On ikinci gîce isneyn gîcesi
Ol gîce kim doğdu ol hayrûl-beşer
Ânesi anda neler gördü neler
Dedi gördüm ol habîbin ânesi
Bir acep nûr kim güneş pervânesi
Berk urup çıktı evimden nâgehân
Göklere dek nûr ile doldu cihân
Gökler âçıldı ve feth oldu zulem
Üç melek gördüm elinde üç âlem
Bîri meşrik bîri mağribde anın
Bîri dâmında dikildi Kâbenin
Bildim anlardan kim ol halkın yeği
Kim yakîn oldu cihâna gelmeği
İndiler gökden melekler sâf sâf
Kâbe gibi kıldılar evim tavaf
Hûriler geldi bölük bölük
Buğûr yüzleri nûrundan evim doldu nûr
Çevre yânıma gelip oturdular
Mustafâ'yı birbirine muştular
Dediler oğlun gibi hiç bir oğul
Yâradılâlı cihân gelmiş değil
Bû senin oğlun gibi kadr-ı cemîl
Bir anâya vermemiştir ol Celîl
Ûlu devlet buldun ey dildâr sen
Doğiserdir senden ol hulk-ı hasen
Bû gelen "ilm-î ledün" sultânıdır
Bû gelen tevhîd ü irfân kânıdır
Bû gîce ol gîcedir kim ol şerîf
Nûr ile âlemleri eyler latîf
Allâhümme salli alâ Muhammediv
Ve alâ âli Muhammed
Bû gîce şâdân olur erbâb-ı dil
Bû gîceye can verir eshâb-ı dil
Yâ Resulâllah
Rahmeten lil'âlemindir Mustafâ
Hem şefîal müznibîndir Mustafa
Vasfınî bû resme tertib ettiler
Ol mübârek nûru terğib etdiler
Âmine eder çü vakt oldu tamâm
Kim vücûda gele ol hayrül enâm
Sûsadım gâyet harâretden katî
Sundular bir câm dolusu şerbeti
Allâhümme salli alâ Muhammediv
Ve alâ âli Muhammed
Şerbeti sunduk tâbânâ hûriler
Bûnu sana verdi Allâh dediler
Kardan ak îdi ve hem soğuk idi
Lezzeti dâhi şekerde yok idi
İçdim ânı oldu cismim nûra gark
İdemezdim kendimi nûrdan fark
Geldi bir akkuş kanâd ile revân
Arkamı sığâdı kuvvetle hemân
Doğdu ol sâatde ol sultân-ı dîn
Nûra gark oldu semâvât-ü zemîn
Sallû Aleyhi ve Sellimû teslimâ
Hatta tenâlû cenneten ve naîmâ
Essalâtü vesselâmü aleyke
Ya Resûlallah
Esselâtü vesselâmü aleyke
Ya Habîballah
Essalâtü vesselâmü aleyke
Ya Seyyidel-evvelîne velâhirin
Merhaba bahri
Yâradılmış cümle oldu şâdümân
Gam gidûp âlem yenîden buldu cân
Cümle zerrat-ı cihân idûb nidâ
Çağrışûben dediler kim merhabâ
Merhabâ ey âli sultân merhabâ
Merhabâ ey kân-ı irfan merhabâ
Merhabâ ey sırr-ı fürkân merhabâ
Merhabâ ey nûru râhman merhabâ
Merhabâ ey bülbül-i bâğ-ı Cemâl
Merhabâ ey âşinâ-yi Zülcelâl
Merhabâ ey cân-ı bâki merhabâ
Merhabâ uşşâkâ sâki merhabâ
Merhabâ ey cân-ı cânan merhabâ
Merhabâ ey derde dermân merhabâ
Merhabâ ey cümlenin matlâbu sen
Merhabâ ey Hâlikın mahbâbu sen
Merhabâ ey Pâdişah-i dû cihân
Senin için oldu kevn île mekân
Merhabâ ey rahmeten lil-âlemîn
Merhabâ sensin şefîa'l-müznibîn
Ey gönüller derdinin dermânı sen
Ey yarâdılmışların sultânı sen
Sensin ol sultân-i cümle enbiyâ
Nûr-i çeşm-i evliyâ vü asfiyâ
Yâ habîballâh bize imdâd kîl
Son nefes didârın ile şâd kîl
Allâhümme salli alâ seyyidinâ
Muhammedinillezî câe bilhakkıl mübîn
Ve erseltehû rahmetel lil âlemin
Mirac bahri 1-2
Seyyidi kainât Hazret-i Fahr-i Âlem
Muhammed Mustafâ râ Salevât
Söyleşürken Cebrâil ile kelâm
Geldi Refref önüne verdi selâm
Aldı ol şâh-ı cihânı ol zamân
Sidre'den gitti ve götürdü hemân
Bir fezâ oldu o demde rûnümâ
Ne mekân var anda ne arz-u semâ
Kim ne hâlidir ne mâli ol mahal
Akl ü fikr etmez o hâli fehmü hal
Ref' olup ol şâha yetmiş bin hicâb
Nûr-u tevhîd açtı vechinden nikâb
Her birisinden geçerken îlerû
Emr olundu Yâ Muhammed gel berû
Gel habîbim sâna aşık olmuşam
Cümle halkı sâna bende kılmışam
Ne murâdın vâr ise îdem revâ
Eyleyem bir derde bin türylü devâ
Mustafâ dedi: Eyâ Rabbe'r-Rahîm
Vey hatâ pûş ü atâsı çok kerîm
Ol zaîf ümmetlerim hâlî nola
Hazretîne nîce anlar yol bula
Hak-Teâlâdan nidâ geldi emin
Yâ Muhammed dedi Rabbü'l-Âlemin
Gam yeme kim Yâ Muhammed olma melul
Her ne kim dîledin oldu kabul
Ümmetini sâna verdim ey habîb
Cennetîmi anlara kıldım nasîb
Ey habîbim nedir ol kim dîledin
Bir avuç toprağa minnet meyledin
Zâtıma mir'at edindim zâtını
Bîle yazdım âdım ile âdını
Hem dedi kim: "Yâ Muhammed ben seni
Bilûrem görmeğe doymazsın beni
Avdet edûp davet et kullarımı
Tâ gelûben göreler dîdârımı
Sen ki mi'râc eyleyûb etdin niyâz
Ümmetin mîrâcını kıldım namâz"
Tarfetül-ayn içre ol Fahr-i cihân
Ümmühân'ın evine geldi hemân
Her ne vâki oldu ise serteser
Cümlesin eshâbına verdi haber
Dediler: "Ey Kıble-i İslâmü dîn
Kutlu olsun sâna mîrâc-i güzîn
Biz kamûmuz kullarız sen şâhsın
Gönlümüz îçinde rûşen mâhsın
Ümmetin olduğumuz devlet yeter
Hizmetin kıldığımız izzet yeter !"
Allâhümme salli alâ seyyidinâ
Muhammedinillezî câe bilhakkıl mübîn
Ve erseltehû rahmetel lil âlemin
Münacat bahri
İlâhî cennete evine girenlerden eyle bizi
Cennet içre cemâlini görenlerden eyle bizi
Yâ Hayyûl Yâ Kayyûm Sâmed
İhsanınâ yoktur adêt
Firdevs bahçesinde ebet
Kalanlardan eyle bizi
Yâ İlâhî ol Muhammed hakkı çün
Ol şefâat kân-ı Ahmed hakkı çün
Sırr-ı fürkân nûr-i âzam hakkı çün
Kuds ü Kâbe Merve Zemzem hakkı çün
Aşk odundan ciğeri püryân içün
Derd ile kan ağlayan giryan içün
Yâ İlâhi saklagıl îmânımız
Verelim îman ile tâ cânımız
Sâna lâyık kullarınla hemdem et
Ehl-i derdin sohbetine mahrem et
Hem Süleymân-ı fakîre rahmet et
Yoldaşın îmân makâmın cennet et
Yâ İlâhi kılma bizi dâllîn
Bu dûâya cümleniz deyin âmîn âmîn
Ümmetinden râzı olsun ol muîn
Rahmetullâhi aleyhim ecmâin (Mevlidi Şerif )
Victor Hugo Kimdir ? Biyografisi
Victor Marie Hugo (Fransızca telaffuz: [viktɔʁ maʁi yɡo]; 26 Şubat 1802, Besançon - 22 Mayıs 1885, Paris) Romantik akıma bağlı Fransız şair, romancı ve oyun yazarı. En büyük ve ünlü Fransız yazarlardan biri kabul edilir. Hugo'nun Fransa'daki edebi ünü ilk olarak şiirlerinden sonra da romanlarından ve tiyatro oyunlarından gelir. Pek çok şiirinin içinde özellikle Les Contemplations ve La Légende des siècles büyük saygı görür. Fransa dışında en çok Sefiller ve Notre Dame'ın Kamburu romanlarıyla tanınır.
Gençliğinde şiddetli bir kral yanlısı olsa da, görüşü yıllar içinde değişti ve tutkulu bir cumhuriyet destekçisi oldu. Eserleri zamanının politik ve sosyal sorunlarına ve de sanatsal akımlarına değinir. Hugo'nun cenazesi 1885'te Panthéon'da gömüldü. Hugo hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi listesinde yer almaktadır.
Kişisel Hayatı
Victor Hugo, Joseph Léopold Sigisbert Hugo (1773–1828 ) ve Sophie Trébuchet (1772–1821) çiftinin üçüncü oğluydu; Abel Joseph Hugo (1798–1855) ve Eugène Hugo (1800–1837) isminde iki ağabeyi vardı. 1802'de Besançon'da doğdu. Napolyon'un bir kahraman olduğunu düşünen serbest fikirli bir cumhuriyetçiydi. Annesi 1812'de Napolyon'a karşı komplo kurduğu için idam edilen General Victor Lahorie ile sevgili olduğu düşünülen Katolik bir Kralcıydı.
Hugo'nun çocukluğu ülkede siyasi karmaşıklığın olduğu bir dönemde geçti. Doğumundan iki yıl sonra Napolyon İmparator ilan edilmiş, 18 yaşındayken de Bourbon Monarşisi yeniden tahta geçirilmişti. Hugo'nun ailesinin ters dini ve politik görüşleri Fransa'da egemenlik mücadelesi veren kuvvetleri yansıtıyordu. Hugo'nun babası İspanya'da yenilene kadar orduda yüksek rütbeli bir subaydı.
Babası subay olduğu sürece aile sık sık taşındı ve bu yolculuklar sırasında Hugo pek çok şey öğrendi. Çocukluğunda Napoli'ye giderken geniş Alpler'deki geçitleri ve karlı zirveleri, muhteşem Akdeniz mavisini ve şenlikler yapılan Roma'yı gördü. 5 yaşında olmasına rağmen bu 6 aylık geziyi her zaman aklında tuttu. Aile Napoli'de birkaç ay kalıp doğruca Paris'e döndü.
Hugo'nun annesi Sophie evliliğinin başında kocasına İtalya (Leopold Napoli'ye yakın bir vilayette valiydi) ve İspanya'ya (üç vilayette görev almıştı) kadar eşlik etti. Askeri hayatın getirdiği yorucu yolculuklar ve kocasının inancının zayıflığı nedeniyle ters düşmelerinden dolayı Sophie 1803'te Leopold'dan bir süreliğine ayrılıp üç çocuğuyla Paris'e yerleşti. Bundan sonra Hugo'nun eğitimi ve yetişmesi üzerine eğildi. Bu yüzden Hugo'nun kariyerinin ilk dönemindeki şiir ve kurgu çalışmaları annesinin inancının ve krala bağlılığının yansımasıydı. Ama başını Fransa'daki 1848 Devrimi'nin çektiği olaylar sırasında Katolik Kralcı yanlısı eğitime başkaldırıp Cumhuriyetçiliği ve Özgür düşünceyi desteklemeye başladı.
Gençliğinde aşık oldu ve annesinin isteklerine karşı gelip çocukluk arkadaşı Adèle Foucher (1803–1868 ) ile gizlice nişanlandı. Annesi ile yakın ilişkisinden dolayı Adèle ile evlenmek için annesinin ölümüne (1821) kadar bekledi ve 1822'de evlendi.
Adèle ve Victor Hugo'nun ilk çocuğu Leopold 1823'te doğdu ama doğduktan kısa süre sonra öldü. Sonraki sene kızları 28 Ağustos 1824'te Léopoldine doğdu. Onu 4 Kasım 1826'da doğan Charles, 28 Ekim 1828'de doğan François-Victor, ve 24 Ağustos 1830'da doğan Adèle takip etti.
Hugo'nun en büyük ve en sevdiği kızı Léopoldine, Charles Vacquerie ile evliliğinden kısa süre sonra 19 yaşındayken 1843'te öldü. 4 Eylül 1843'te Seine nehrinde boğuldu. Gemi alabaro olduğundan ağır eteği tarafından dibe doğru çekildi ve kocası Charles Vacquerie de onu kurtarmaya çalışırken öldü. O zaman metresi ile Fransa'nın güneyinde seyahat etmekte olan Hugo kızının ölümünü oturduğu cafede okuduğu bir gazeteden öğrendi. Kızının ölümü Hugo'yu oldukça harap etti.
Yaşadığı sarsıntı ve kederi yazdığı À Villequier şiirinde betimledi;
Hélas ! vers le passé tournant un oeil d'envie,
Sans que rien ici-bas puisse m'en consoler,
Je regarde toujours ce moment de ma vie
Où je l'ai vue ouvrir son aile et s'envoler!
Je verrai cet instant jusqu'à ce que je meure,
L'instant, pleurs superflus !
Où je criai : L'enfant que j'avais tout à l'heure,
Quoi donc ! je ne l'ai plus !
Sonraları da kızının yaşamı ve ölümüyle ilgili birçok şiir yazdı. Bir biyografi yazarına göre de bundan asla vazgeçmedi. En ünlü şiiri Demain, dès l'aube kızının mezarına yaptığı bir ziyareti anlatır.
III. Napolyon'un 1851 yılının sonundaki askeri darbesi sebebiyle sürgüne çıktı. Fransa'dan ayrıldıktan sonra, Channel Adaları'na gitmeden önce kısa bir süre Brüksel'de yaşadı. 1852'den 1855'e kadar Jersey'de yaşadı. 1855'te 15 yıl yaşayacağı Guernsey'e taşındı. III. Napolyon 1859'da genel af ilan ettiğinde ülkesine dönme fırsatı elde ettiyse de sürgünde kalmayı tercih etti. Kaybedilen Fransa-Prusya Savaşı'nın sonucu olarak III. Napolyon iktidardan çekilmek zorunda kalınca ülkesine döndü. Paris Kuşatması'ndan sonra hayatının geri kalanını Fransa'da geçirmek için geri dönmeden önce tekrar Guernsey'e taşınıp 1872 ve 1873 arası orada kaldı.
Yazarlık
Hugo ilk romanını (Han d'Islande, 1823) evliliğinden bir yıl sonra yayımladı. Üç yıl sonra da ikinci romanı (Bug-Jargal, 1826) basıldı. 1829 ve 1840 arasında zamanının en iyi şairlerinden biri olarak ününü pekiştiren beş şiir kitabı (Les Orientales, 1829; Les Feuilles d'automne, 1831; Les Chants du crépuscule, 1835; Les Voix intérieures, 1837; ve Les Rayons et les ombres, 1840) yayınladı.
Zamanının çoğu genç yazarı gibi Hugo da, 19. yüzyılda Romantik Akımın ünlü temsilcisi ve Fransa'da edebi alanın önde gelen şahsiyetlerinden olan François-René de Chateaubriand'dan etkilendi. Hatta Hugo gençliğinde Chateaubriand gibi olamayacaksa bir hiç olmaya karar verdi. Hugo'nun hayatı da örnek aldığı kişiyle benzerlikler gösterir. Chateaubriand gibi Hugo da Romantizmin eksikliklerini gidermeye çalıştı, politikaya dahil oldu (genelde bir Cumhuriyet yanlısı olarak) ve siyasi görüşleri nedeniyle sürgün edildi.
Tutkusunu ve belagat yeteneğini ilk dönem eserlerine de yansıtan Hugo bu sayede genç yaşında şöhrete kavuştu. İlk şiir derlemesi Odes et poésies diverses 1822'de Hugo yalnızca 20 yaşındayken yayınlandı ve ona XVIII. Louis tarafından kraliyet maaşı bağlanmasını sağladı. Şiirlerin spontane coşkusu ve akıcılığı büyük övgü alsa da asıl dört yıl sonra yayınlanan şiir kitabı (Odes et Ballades) Hugo'nun muhteşem bir şair ve kelime kullanma üstadı olduğunu açıkça ortaya koydu.
Victor Hugo'nun kelimenin tam olarak olgun denilebilecek ilk kurgu eseri 1829'da basıldı. Bu eserde Hugo'nun daha sonraki işlerinde de değineceği toplumsal vicdanı keskin bir biçimde inceleniyordu. Le Dernier jour d'un condamné (Bir İdam Mahkumunun Günlüğü) isimli bu roman Albert Camus, Charles Dickens ve Fyodor Dostoyevski gibi yazarlarda derin bir etki bırakmıştır. Fransa'da idam edilen gerçek bir katilin anlatıldığı kısa öykü Claude Gueux 1834'de basıldı. Bu hikâye bizzat Hugo tarafından sosyal adaletsizlik üzerine başyapıtı Sefiller romanının öncüsü kabul edilir.
Sefiller'in orijinal basımından Émile Bayard'ın yaptığı "Cosette" portresi (1862).
Hugo'nun ilk romanı Notre-Dame de Paris (Notre Dame'ın Kamburu) 1831'de basıldığından büyük başarı kazandı ve çabucak Avrupa'daki diğer dillere çevrildi. Eserin etkilerinden biri de Paris şehrini utandırarak romanı okuyan binlerce turistin görmeye geldiği uzun süredir ihmal edilen Notre Dame Katedrali'nin restore edilmesi oldu. Roman ayrıca Rönesans öncesi yapıların da bakıma girmesi konusunda etki etti.
Hugo 1830'ların başında toplumsal sefalet ve adaletsizlik hakkında büyük bir eser üzerine çalışmaya başladı. Ama Sefiller'i tamamlamak tam 17 yıl sürdü ve roman nihayet 1862'de yayınlandı. Hugo romanının kalitesinin kesinlikle farkındaydı ve yayın hakkını da en yüksek teklife verdi. Belçikalı yayınevi Lacroix and Verboeckhoven o zaman için nadir görülen bir pazarlama kampanyasına girişti. Eser hakkındaki basın bültenleri yayından tam altı ay önce sunuldu. Başlangıç olarak romanın ilk bölümü ("Fantine") büyük şehirlerde piyasaya sürüldü. Teslim edilen kitaplar bir saat içinde tükendi ve Fransız halkında büyük etki yarattı.
Romana yapılan eleştiriler oldukça düşmancaydı. Hippolyte Taine samimiyetsiz bulmuştu, Barbey d'Aurevilly bayağı olduğundan şikayet ediyordu, Gustav Flaubert'e göre de kitapta ne gerçek vardı ne de cesamet, Goncourtlar yapaylıktan dem vuruyordu, Charles Baudelaire gazetede olumlu eleştiriler yazmasına rağmen şahsi olarak "tatsız ve beceriksizce" bulduğunu söylüyordu. Yine de Sefiller vurguladığı sorunların Fransa Ulusal Meclisi'nin gündemine girmesini sağlayacak kadar popüler oldu. Dünya çapında tanınan bir roman oldu ve zaman içinde birçok kere sinemaya, tiyatroya ve sahne gösterilerine uyarlandı.
Tarihin en kısa mektuplaşmasının Hugo ve yayıncısı Hurst and Blackett arasında geçtiği söylenir. Sefiller yayınlandığında Hugo tatildeydi. Kitabın aldığı reaksiyonu merak ederek yayıncısına sadece "?" yazarak bir telegraf gönderdi. Yayıncısı da ona sadece "!" yazarak romanın ne kadar başarılı olduğunu belirtti.[1]
Hugo 1866'da yayınlanan bir sonraki romanı Deniz İşçileri 'nde toplumsal/siyasi sorunlardan bahsetmeye ara verdi. Buna rağmen kitap (belki de önceki romanı Sefiller'in başarısı nedeniyle) ilgiyle karşılandı. Sürgünde 15 yılını geçirdiği Guernsey adasına adadığı bu eserde, insanın denizle mücadelesini ve denizin derinliklerinde saklanan Kalamar hayvanının Paris'te alışılmadık bir şekilde moda olunuşunu anlatıyordu. Kalamar yemekleri ve sergilerinden kalamar şapkaları ve partilerine değin Parisliler o zamanlarda pek çok yönden efsanevi olduğu düşünülen bu nadir deniz yaratığının etkisi altına girmişti. Kitabın etkisiyle Guernsey Fransızca'da kalamar anlamında kullanılır oldu.
1869'da basılan bir sonraki romanı Gülen Adam'da (L'Homme Qui Rit) tekrar siyasi ve toplumsal sorunlara döndü. Aristokrasinin eleştirel bir portresinin çizildiği roman önceki eserleri kadar başarılı olamadı ve Hugo kendisini gerçekçi ve natüralist romanlarının ünü kendininkileri aşan Gustave Flaubert ve Emile Zola ile arasındaki farkın açılmaya başlaması konusunda eleştirmeye başladı.
Son romanı Doksan Üç (Quatre-vingt-treize) 1874'te yayınlandı ve Hugo'nun daha önce uzak durduğu bir konu olan Fransız Devrimi'nde meydana gelen Terör Dönemi'ni ele alıyordu. Kitap yayınlandığı zaman Hugo'nun itibarının zedelese de şimdilerde daha fazla bilinen eserleri kadar değerli olduğu düşünülür.
Siyasi Hayatı ve Sürgün
Üç başarısız girişimden sonra nihayet 1841'de Fransız Akademisi'ne seçilebildi. Bir grup Fransız akademisyen, özellikle de Etienne de Jouy, "Romantik Devrime" karşı mücadele ediyordu. Hugo'nun akademiye seçilmesini de geciktirmişlerdi.[2] Hugo daha sonra giderek Fransız siyasetinin içine daha fazla girmeye başladı.
1841'de Kral Louis-Philippe tarafınan asilzadeliğe yükseltildi. Ölüm cezası ve toplumsal adaletsizliğe karşı çıkıp Polonya'nın bağımsızlığını ve basın özgürlüğünü savunacağı Soylular Meclisi'ne girdi. Cumhuriyetçi hükümetin destekçisi olup, 1848 Devrimleri ve İkinci Cumhuriyetin kuruluşunu takiben Anayasa Meclisi ve Yasama Meclisi'ne seçildi.
Louis-Napolyon (III. Napolyon) 1851'de askeri darbe yapıp gücü ele geçirince anti-parlamenter bir anayasayı yürürlüğe koydu. Bunun üzerine Hugo da onu vatana ihanetle suçladı. Önce Brüksel'e ardından Kraliçe Victoria'yı eleştiren bir gazeteyi savunduğu için sınırdışı edildiği Jersey'e, son olarak da 1855 Ekim'inden 1870'e kadar kalacağı Guernsey'in başkenti Saint Peter Port'a ailesi ile birlikte taşındı.
Sürgündeyken III. Napolyon'a karşı Napoléon le Petit ve Histoire d'un crime adlı ünlü hicivlerini yayınladı. Hicivler Fransa'da yasaklandı ama buna rağmen etkileri büyük oldu. Guernsey'de sürgünde olduğu sırada aralarında Sefiller'in de olduğu en iyi romanlarını ve oldukça beğenilen üç şiir kitabını (Les Châtiments, 1853; Les Contemplations, 1856; ve La Légende des siècles, 1859) yayınladı.
İngiliz hükümetini terörist faaliyetlerden hüküm giymiş altı İrlandalıyı bağışlama konusunda ikna etti. Bu hareketiyle ölüm cezasının Cenova, Portekiz ve Kolombiya anayasalarından çıkarılmasına katkıda bulundu.[3] Ayrıca Benito Juárez'e I. Maximiliam'ı bağışlaması için ikna etmeye çalışsa da başarılı olamadı. Ayrıca arşivinden çıkan bir mektupta ABD'ye gelecekteki itibarının zedelenmemesi için John Brown'ın hayatının bağışlanması gerektiğini yazdıysa da, mektup Brown infaz edikten sonra yerine ulaşabildi.
III. Napolyon 1859'da bütün siyasi sürgünler için genel af ilan etse de, Hugo bunun hükümete karşı eleştirilerinde daha yumuşak olmasına sebebiyet vereceğini düşünerek dönmeyi reddetti. III. Napolyon düşüp Üçüncü Cumhuriyet ilan edildiğinde nihayet 1870'te vatanına döndü ve çabucak Ulusal Meclise seçildi.
1870'te şehrin Prusya tarafından kuşatıldığı sırada Paris'teydi. Halka yemeleri için Paris hayvanat bahçesindeki hayvanlar veriliyordu. Kuşatma uzadıkça yemekler de azalıyordu. Hugo günlüğünde bilmediği şeyleri yemek zorunda kaldığını yazıyordu.
Sanatçıların hakları ve telif hakkı hakkında duyduğu endişe sebebiyle Uluslararası Edebiyat ve Sanat Derneği'ni kurdu. Bu dernek Edebi ve sanatsal eserlerin korunmasına dair Bern Konvansiyonu'nun da önünü açtı. Yine de Pauvert tarafından yayınlanan arşivlerinde "Her sanatta iki yaratıcı vardır; karışık duyguların sahibi insanlar ve bu duyguları tercüme eden sanatçılar, ve böylece insanlar sanatçıların kendi duygularına bakış açılarını takdir ederler. Yaratıcılardan biri öldüğünde verilen imtiyazlar diğerine geri dönmeli, yani halka" şeklinde görüşünü açıklıyordu.
Ölümü
1870'te Paris'e döndüğünde Hugo halk tarafından ulusal bir kahraman olarak selamlandı. Popüleritesine rağmen 1872'de Ulusal Meclise giremedi. Kısa bir zaman zarfı içerisinde hafif bir felç geçirdi, kızı Adèle akıl hastanesine kapatıldı (hayat hikâyesi (The Story of Adele H. filmine ilham kaynağı oldu) ve iki oğlu öldü. Karısı Adèle de 1868'de ölmüştü.
Kendi ölümünden iki yıl önce 1883'te sadık metresi Juliette Drouet öldü. Kişisel kayıplarına rağmen yine de siyasetin içinde yer aldı. Yeni oluşturulan senatoya 30 Ocak 1876'da seçildi. Siyasi kariyerinin son demleri başarısızlıklarına sahne oldu. Partisiyle pek uyumsuzdu ve kısa sürede senatodan ayrıldı.
27 Haziran 1878'de hafif bir felç geçirdi.[4] Şubat 1881'de 79. doğumgününü kutladı. Sekseninci yaşı için kutlamalar yapıldı. Kutlamalar Şubatın 25'inde Hugo'ya bir Sèvres vazosu hediye edilmesiyle başladı. Ayın 27'sinde ise Fransa tarihnin en büyük geçit törenlerinden biri yapıldı.
Hugo'nun mezarı
Gösteriler yaşadığı yer Avenue d'Eylau'dan başlayıp Paris'in merkezine kadar yayıldı. Geçit törenindeki yürüyüşçüler evinin penceresinde oturan Hugo'nun onuruna altı saat yürüdü. Törendeki her santim ve detay Hugo içindi; resmi rehberler bile Sefiller'deki Fantine'nin şarkısına bir gönderme olarak peygamberçiçeği takmışlardı. Ayın 27'sine gelindiğinde Avenue d'Eylau'nun adı Avenue Victor-Hugo olarak değiştirildi.[5] Yazara gönderilen mektuplarda bile artık « Bay Victor Hugo'ya, Onun Paris'teki caddesine » şeklinde adres belirtiliyordu.
Victor Hugo 22 Mayıs 1885'te 83 yaşındayken zatürreden öldü. Ülkeye bir yas havası hakim oldu. O sadece saygı duyulan önemli bir edebi figür değil aynı zamanda Fransa'da Üçüncü Cumhuriyet'e ve demokrasiye yön veren bir devlet adamıydı. Zafer Takı'ndan gömüleceği Panthéon'e kadar götürüldüğü Paris'teki cenaze törenine iki milyondan fazla insan katıldı. Hugo, Panthéon'da Alexandre Dumas ve Émile Zola gibi önemli yazarlarla aynı yerde yatıyor. Fransa'da pek çok büyük yere onun adı verildi.
Hugo ölmeden önce arkasında son sözleri olarak yayınlanacak beş cümle bıraktı;
« Je donne cinquante mille francs aux pauvres. Je veux être enterré dans leur corbillard.
Je refuse l'oraison de toutes les Eglises. Je demande une prière à toutes les âmes.
Je crois en Dieu. »
("Fakirlere 50.000 frank bırakıyorum. Mezarlığa onlara mahsus cenaze aracı ile nakledilmek istiyorum.
Hiçbir kilisenin benim için ayin yapmasını istemiyorum. Bütün ruhlardan benim için dua etmelerini rica ediyorum.
Tanrı'ya inanıyorum.")
Eserleri
Şiirler
Odes et poésies diverses (1822; Odlar ve Çeşitli Şiirler)
Nouvelles Odes (1824; Yeni Odlar)
Odes et Ballades (1826; Odlar ve Baladlar)
Les Orientales (1829; Doğulular)
Les Feuilles d'automne (1831; Sonbahar Yaprakları)
Les Chants du crépuscule (1835; Şafak Türküleri)
Les Voix intérieures (1837; Gönülden Sesler)
Les Rayons et les Ombres (1840, Işınlar ve Gölgeler)
Les Châtiments (1853; Azaplar)
Les Contemplations (1856; Düşünceler)
La Légende des siècles (1859, 1877, 1883; Yüzyılların Efsanesi)
Les Chansons des rues et des bois (1865; Sokak ve Orman Şarkıları)
L'Année terrible (1872; Korkunç Yıl)
L'Art d'être grand-père (1877; Büyük Baba Olma Sanatı)
Le Pape (1878 )
La Pitié suprême (1879)
L'Âne (1880)
Religions et religion (1880)
Les Quatre Vents de l'esprit (1881; Usun Dört Rüzgarı)
La Fin de Satan (1886; Şeytanın Sonu)
Toute la Lyre (ös 1888, 2 dizi; 1893, 1 dizi; Bütün Lir)
Dieu (1891; Tanrı)
Les Années funestes, 1852-1870 (ös 1898; Uğurusuz Yıllar: 1852-1870)
Romanlar
Han d'Islande (1823; İzlanda Hanı)
Bug-Jargal (1818 )
Le Dernier Jour d'un condamné (1829; İdam Mahkûmunun Son Günü)
Notre-Dame de Paris (1831; Notre Dame'ın Kamburu)
Claude Gueux (1838 )
Les Misérables (1862; Sefiller)
Les Travailleurs de la mer (1866; Deniz İşçileri)
L'Homme qui rit (1869; Gülen Adam)
Quatrevingt-treize (1874; Doksan Üç İhtilali)
Oyunlar
Cromwell (1827)
Amy Robsart (1828 )
Hernani (1830; Hernani)
Marion de Lorme (1831; Marion de Lorme)
Le roi s'amuse (1832; Kral Eğleniyor)
Lucrèce Borgia (1833)
Marie Tudor (1833)
Angelo, tyran de Padoue (1835; Padova Tiranı Angelo)
Ruy Blas (1838; Ruy Blas)
Les Burgraves (1843; Derebeyler)
Théâtre en liberté (1886; Özgürlükte Tiyatro)
Diğer
Le Rhin (1842; Ren)
Napoléon le Petit (1852; Küçük Napolyon)
Actes et paroles - Avant l'exil (1841-1851; 1. c. Eylemler ve Sözler - Sürgünden Önce)
Actes et paroles - Pendant l'exil (1852-1870; 2. c. Eylemler ve Sözler - Sürgünden Sonra)
Actes et paroles - Depuis l'exil (1870-1885; 3.-4. c. Eylemler ve Sözler - Sürgünden Bu Yana)
Histoire d'un crime (1877; Bir Suç Öyküsü)
Alpes et Pyrénées (ölümünden sonra 1890; Alpler ve Pireneler)
La France et la Belgique (ölümünden sonra 1894; Fransa ve Belçika)
Choses vues (ölümünden sonra 1887-1899, 2 cilt; Görülen Şeyler)
---------------------------------------
Kaynaklar :
Halk Ansiklopedisi Wikipedia
___________________
Etiketler : Victor Hugo Kimdir ?,Biyografisi,Biografi,hayat hikayesi,resimleri,victor hugo resimleri,foto,victor,hugo,yazar,Fransız şair, romancı,oyun yazarı,korku romanlari,
Marshall McLuhan Kimdir?
Marshall McLuhan (21 Temmuz 1911-31 Aralık 1980), iletişim kuramcısı, Edmonton, Alberta'da doğdu. Toronto Üniversitesi'nde İngilizce Profesörü (1954-1980) ve Kültür ve Teknoloji Merkezi Müdürü olarak çalıştı.
Önemli kitapları arasında The Mechanical Bride (Mekanik Gelin, 1951), The Gutenberg Galaxy (Gutenberg Galaksisi, 1962), Understanding Media (Medyayı Anlamak, 1964) ve The Medium is The Message (Quentin Fiore ile birlikte, Araç Mesajdır, 1967), War and Peace in the Global Village (Quentin Fiore ile birlikte, Küresel Köyde Savaş ve Barış, 1968 ) sayılabilir.
*Annesi aktris olan Mcluhan, annesinin hitabet sanatına duyduğu ilginin etkisi altında büyüdü. Şiire büyük ilgi duyan Marshall McLuhan, üniversiteye girmeden önce birçok şiiri ezbere öğrendi. Bu şiir sevgisi onun çalışmalarına ve yapıtlarına da yansıdı.
*1928 yılında Manitoba Üniversitesinde mühendislik okumaya başladı, aynı üniversitede İngilizce ve felsefe üzerine yüksek lisans yaptı. Bu okulu bitirdikten sonra 1935 yılında Cambridge Üniversitesinde edebiyat üzerine doktora yapmaya başladı. Cambridge yılları aynı zamanda McLuhan’ın yaşamında çok önemli bir dönüm noktası hâline geldi.
*31 Aralık 1980’de hayatını kaybetti.
*McLuhan’ın ünü özellikle 1990’lı yıllarda ölümünden yeniden arttı. İnterneti, yeni teknolojileri anlamak isteyen birçok kişi onun düşüncelerine yöneldi. Hatta günümüzde Marshall McLuhan onuruna teknoloji dalında önemli çalışmalara imza atan kişilere “Marshall McLuhan Ödülü” verilmektedir.
McLuhan’ın Kuramına Işık Tutan Sözleri
* Küresel bir köyde yaşıyoruz ve sayımız durmadan artıyor.
* Aslında insanlar gazete okumuyorlar her sabah sıcak bir banyodalar gibi onların içine dalıyorlar.
* Büyük olmanın en hoş yanlarından biri, küçük düşünme lüksüne sahip olmaktır.
* Yarın bizim daimi adresimizdir.
* Araç mesajdır.
* Kullanıcı içeriğin ta kendisidir.
* Televizyon her an öğretmektedir. Televizyon bütün okullardan ve bütün yüksek öğrenim kurumlarından daha çok eğitim verir.
* Teknolojiler yalnızca insanların kullandığı icatlar değildir, insanları yeniden icat eden araçlardır.
* Anadil propagandadır.
Araç Mesajdır.
Marshall McLuhan’ın “Araç Mesajdır” sözü en çok tartışılan kuramlarından birisidir. “Birçok kimse teknolojinin, yani aracın doğuştan iyi ya da kötü olmadığı görüşündedir. Aracın değeri nasıl kullanıldıklarıyla biçimlenir. McLuhan ise bu görüşün tam zıttını düşünür. Ona göre aracın gerçek içeriği kendisidir.”
Araç, insanın uzantısıdır. Bu uzantı, akla gelen her şeyi kapsar. Konuşulan ve yazılı sözcük, giysi, ev, para, basın, yol, araba, tekerlek, uçak, fotoğraf, telgraf, daktilo, telefon, sinema, radyo, televizyon… Yani McLuhan’ın ünlü sözüyle araç, mesajdır. (Medium is message) McLuhan bu sloganlaştırılmış sözüne temel oluşturan düşünceleriniyse şöyle açıklayabiliriz:
“İçerik yerine biçime eğilmek gerekmektedir. İletişimin şekli belli iletiler için tercihe sahiptir. İçerik daima belli bir şekilde vardır ve bu biçimin dinamiği tarafından bir dereceye kadar yöneltilir. Eğer araç bilinmezse mesaj da bilinmez. Bu anlamda, araç ortak iletidir. Araç, onu kullanan kişilerin algısal alışkanlıklarını değiştirir dolayısıyla yansız değildir. Kişilere olduğu kadar topluma da mesaj verir.”
Yani McLuhan mesajın içeriğinin iletildiği araçtan daha önemli olduğu görüşünün aksine aracın bir etki oluşturduğunu savunur. Ona göre araçla neyin söylendiği önemli değildir. Örneğin bir hikâye, sözlü söylenmesi, sahnede oynanması, radyoda anlatılması, filmde gösterilmesi ve televizyonda sergilenmesiyle farklı anlamlar kazanır. Araç doğal olarak bir dile ve eğilime sahiptir.
McLuhan bu sözü için şöyle der: “Bir medya (araç) bizim algımızı şekillendirir ve yeniden şekillendirir. “Araç mesajdır” diyerek bunu kastetmeye çalışırım”.
Medya, yani araç iletilen mesajdan çok, insanlar üzerinde etkilidir. Araç sadece mesajın taşıyıcısı rolünü üstlenmez. O belki de mesajdan daha çok insanların düşünce yapılarını ve algılayışlarını değiştirir. Algımızı şekillendirir ve belki de algımızı farklı formlara sokar. Kitap, radyo, televizyon ve sinemada verilen mesajların hepsi farklı etki oluşturur. Örneğin insanlar yazılı kültürün etkisiyle kitapta verilen mesajı daha zor unuturken, televizyonda verilen mesajı daha kolay unutabilmektedir.
“McLuhan’a göre, bizim araçlara alışılagelen yanıtımız yani araçların nasıl kullanıldığının önemli olduğu, teknolojik mankafanın uyuşuk tutumudur. Çünkü bir aracın içeriği, hırsız tarafından beynin, bekçi köpeğinin dikkatini başka yere çekmek için taşıdığı yağlı bir et parçasıdır. Aracın etkisi, güçlü ve yoğundur. Çünkü bir başka araca içerik olarak verilir. Sinemanın içeriği roman, oyun ya da operadır. Sinemada biçimin etkisi program içeriğiyle ilişkili değildir.”
Kısacası Marshall McLuhan, iletişimde aracın aslan payına sahip olduğunu düşünmektedir. “McLuhan, aracın vücut ve beyni bilinçsizce etkilediğini söylemektedir. Buna karşın mesaj bilinçli beyin üzerinde etkilidir. Marshall McLuhan bir aracın içeriğinin daima bir başka araç olduğunu belirtmektedir. Mesela yazmanın içeriği konuşmadır, el yazması da basımın içeriğidir. McLuhan burada ‘Araç mesajdır’ derken mesajın ve içeriğinin hiçbir önemi olmadığını kastetmediğinin de altını çizmektedir. Buna karşın McLuhan aracın hiç önemsenmemesi hâlinde yeni teknolojilerin insanlar üzerindeki etkisinin anlaşılamayacağına da dikkat çekmektedir. McLuhan bunun sonucunda da insanların yeni medya (araç) tarafından oluşturulan yeni çevre karşısında hazırlıksız yakalanacağının ve hayrete düşeceğinin altını çizmektedir.
Fikret Hakan Kimdir?
Bumin Gaffar Çıtanak ya da sahne adıyla Fikret Hakan ( d. 23 Nisan 1934, Balıkesir - ö. 11 Temmuz 2017, İstanbul), Türk oyuncu.
1950 yılında 'Üç Güvercin' adlı oyunla 'Ses Tiyatrosu'nda tiyatro sahnelerine ilk adımını attı. 1952 yılında 'Köprüaltı Çocukları' adlı filmle sinemaya geçti. 163 film ve dizide oynadı, 1970'li yıllarda senarist, yönetmen ve yapımcı olarak çalıştı. 'Üç Arkadaş' ve 'Keşanlı Ali Destanı'yla büyük bir üne kavuştu.
Fikret Hakan Hollywood'ta
Ünlü yönetmen Peter Collinson başrollerini Tony Curtis ve Charles Bronson'un oynayacağı Paralı Askerler ( Birleşik Krallık filmi, 1970) filmi için Türkiye'ye geldiği zaman Türk sinema oyuncuları için Hollywood'a adım atma fırsatı doğmuştu. Çünkü Collinson tamamını Türkiye'de çekmek istediği filmde Türk oyunculara da yer verecekti. Filmin oyuncu kabul mülakatlarına büyük ilgi olunca Şan Tiyatrosunda oyuncu seçme yarışması yapıldı. Bu yarışmada başarılı olan Fikret Hakan, Salih Güney, Erol Keskin, Aytekin Akkaya ve birkaç Türk oyuncu filmin oyuncu listesine alındılar.
Fikret Hakan filmde Albay Ahmet Elçi rolüyle önemli bir yer edindi. Başarılı mimikleri ve az İngilizce bilmesine rağmen uyumlu dudak hareketleri ile yönetmen Peter Collinson'un büyük beğenisini kazandı. Uzun yıllar Hollywood'ta görev yapıyormuş gibi rahat bir performans sağlayan Fikret Hakan film sonrası çeşitli yapımlar için teklif aldı. Aynı dönemde henüz nedeni bilinmeyen bir şekilde filmin Türkiye'de yasaklanması sonrası Türk oyuncuları ile Hollywood yetkilileri arasındaki bağ zayıfladı. Özellikle bazı Türk oyuncuların hiç İngilizce bilmemeleri oyunculuk yeteneklerine rağmen ülke dışında kendini göstermelerini engelledi.
Türk Sinemasının en verimli çağını yaşadığı 70'li yılların başında, gelen cazip tekliflere rağmen Fikret Hakan Türkiye'de kalmayı tercih etti. Filmde Fikret Hakan'ın canlandırdığı Albay Ahmet Elçi'nin yardımcı subaylığını yapan Salih Güney ise dil bilmemesi nedeniyle bu filmde konuşamadığı gibi diğer yapımlar için teklifte alamadı. Filmde Tony Curtis'in fedailerinden birini canlandıran Aytekin Akkaya ise her ne kadar filmde yeteri kadar görünmesede gösterdiği performans ve kamera arkasındaki çalışkanlığı ile yapımcıların büyük beğenisini kazandı. Kendisine İngilizce öğrenmesi karşılığında Hollywood filmlerinde oynama teklifleri sunuldu. Akkaya İngilizce kurslarına zaman ayıramaması sonucu diğer sanatçılar gibi Türkiye'de kaldı.
Fikret Hakan 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almıştır. İstanbul Kültür Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak eğitim vermektedir.
13.11.2009 tarihinde Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Anabilim Dalı'ndan fahri doktor unvanı almıştır. Oyuncu bir süredir akciğer kanseri tedavisi gördüğü Kartal Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde 11 Temmuz 2017'de 83 yaşında ölmüştür.[1]
Rol aldığı tiyatro oyunları
Zorba : Nikos Kazancakis
Durand Bulvarı ( Armand Salcrou) - Ankara Sanat Tiyatrosu - 1967
Hep Cocuk Kalacağız : Çığır Sahne
Filmografi
Yönetmen olarak
Sürgünden Geliyorum - 1971
Cennetin Kapısı - 1973
En Büyük Patron - 1975
Hammal - 1976
Sürgün - 1976
Yapımcı olarak
Sürgün - 1976
Senarist olarak
Sürgünden Geliyorum - 1971
Cennetin Kapısı - 1973
En Büyük Patron - 1975
Sürgün - 1976
Oyuncu olarak
( 163 film ve dizi)
Hoşgör, Boşver, Aldırma ( Memo Festivalde),1953
Köprüaltı Çocukları,1953
Cingöz Recai,1954
Yollarımız Ayrılıyor,1954
Karacaoğlan,1955
Gülmeyen Yüzler,1955
Beyaz Mendil,1955
Battal Gazi Geliyor ....Cafer,1955
Ölüm Deresi,1956
Papatya,1956
Kör Kuyu,1957
Lejyon Dönüşü,1957
Ak Altın,1957
Gelinin Muradı ....Doktor,1957
(:::) Kurşun,1957
Kamelyalı Kadın,1957
Üç Arkadaş ....Doktor,1958
Son Saadet,1958
Allah Korkusu,1958
Bir İnsanlık Meselesi ( Allah Korusun),1958
Dertli Irmak,1958
Dokuz Dağın Efesi,1958
Zümrüt ....Selim,1959
Camp Der Verdammten,1961
Hatırla Sevgilim,1961
Şeytanın Kılıcı,1961
Silahlar Konuşuyor,1961
İstanbul'da Aşk Başkadır,1961
Aşk Yarışı,1962
Kısmetin En Güzeli,1962
Sokak Kızı,1962
Yılanların Öcü ....Kara Bayram,1962
Aşk Orada Başladı,1962
Battı Balık,1962
Ölüme Yalnız Gidilir,1962
Badem Şekeri,1963
Bana Annemi Anlat,1963
Cehennemde Buluşalım ( Comp Der Verdammten),1963
Katır Tırnağı,1963
Öldür Beni,1963
Zehir Hafiye,1963
Aşka Vakit Yok,1963
Karanlıkta Uyananlar,1964
Affetmeyen Kadın,1964
Bücür,1964
Keşanlı Ali Destanı ....Keşanlı Ali,1964
Atçalı Kel Mehmet,1964
Avanta Kemal,1964
Cumartesi Senin Pazar Benim,1965
Başlık,1965
Korkusuzlar,1965
Köroğlu-Dağlar Kralı,1965
Siyah Gözler,1965
Uzakta Kal Sevgilim,1965
Bitmeyen Yol,1965
Buzlar Çözülmeden,1965
Dünkü Çocuk,1965
Murat'ın Türküsü,1965
Onyedinci Yolcu,1965
Toprağın Kanı,1966
Babam Katil Değildi,1966
Dövüşmek Şart Oldu,1966
Erkek Ve Dişi,1966
Her Şafakta Ölürüm,1966
Hızır Efe,1966
Korkusuz Adam,1966
Nuh'un Gemisi,1966
Ölüm Tarlası,1966
Silahları Ellerinde Öldüler,1967
Bozkurtlar Geliyor,1967
Devlerin İntikamı,1967
Eceline Susayanlar,1967
Kan Davası,1967
Çıldırtan Arzu,1967
Şeyh Ahmed,1968
Şeytan Kafesi,1968
Kafkas Kartalı,1968
Kara Battal'ın Acısı,1968
Mısır'dan Gelen Gelin,1969
Target: Harry,1969
Devlerin Aşkı,1969
Günahını Kanlarıyla Ödediler,1969
You Can't Win 'Em All ( Paralı Askerler)....Albay Ahmet Elçi, 1970
Battal Gazi Destanı ....Hammer,1971
Şehzade Sinbad Kaf Dağında,1971
Vurguncular ....Kont,1971
Trittico,1971
Gülüm, Balım, Çiçeğim,1971
Hasret,1971
Öldüren Şehir,1971
Ölümsüzler,1971
New Yorklu Kız,1971
Fedailer Mangası,1971
Cemo ....Memo,1972
Elif İle Seydo,1972
Büyük Soygun,1973
Pir Sultan Abdal ....Pir Sultan Abdal,1973
Dayı,1974
Kısmet,1974
Köprü,1975
En Büyük Patron,1975
Pembe İncili Kaftan ( TV) ....Muhsin Çelebi,1975
Delicesine,1976
Gülşah Küçük Anne ....Fikret,1976
İki Arkadaş,1976
Sürgün,1976
Kaplan Pençesi,1976
Hora Geliyor Hora,1976
Kurban Olayım,1976
Yuvanın Bekçileri,1977
Yangın,1977
Demiryol ....Hasan,1979
Bir Günün Hikâyesi ....Mustafa,1980
Beni Böyle Sev,1980
Takip,1981
Bir Damla Ateş,1981
Kimbilir ( Kibariye),1981
Öğretmen Kemal,1981
Unutulmayanlar ....Figo,1981
Toprağın Teri ....Hasan,1981
Arkadaşım,1982
Düşkünüm Sana,1982
Haram,1983
Küçük Ağa ( TV),1983
Fidan,1984
Acı Ekmek,1984
Alkol,1985
Savunma,1986
Aşkın Kanunu Yoktur,1986
Gün Doğmadan,1986
Duvardaki Kan ( TV),1986
Severek Öldüler,1987
O Bir Melekti,1987
Yazgı,1987
Acıların Günlüğü ....Fikret Usta,1988
Hüküm,1988
Kara Sevda,1989
Dehşet Gecesi,1989
Sessiz Fırtına,1989
Gülbeyaz,1989
İstiyorum,1989
Eskici Ve Oğulları,1990
Hanımın Çiftliği ( TV),1990
Sevgi Demeti ( Müdür Baba) ( TV),1992
Yalancı ( TV),1993
Gerilla ....Cevat Fehmi,1994
İnsanlar Yaşadıkça ( TV),1994
Sen De Gitme ....Antoine,1995
Ekmek,1996
Anılardaki Sevgili ( TV),1996
Yaşama Hakkı,1998
Her şey Oğlum İçin ( TV),1998
Baba ( TV),199
Aşkın Dağlarda Gezer ( TV),1999
Zümrüt Gözlerim Aklına Gelirse,2000
Aslan Oğlum,2000
Yeni Hayat ( TV),2001
Benimle Evlenir Misin ( TV) ....Eşref Bey,2001
Zor Hedef ( TV),2002
Para=Dolar,2000
Şıh Senem, ( 2003)
Kurşun Yarası ( TV), 2003
Eğreti Gelin, 2005
Kaybolan Yıllar ( 2006) Süleyman Çesen
Unutulmaz dizi 2009-2010
Birleşen Gönüller 2014
Umut, 2008
Plakları
Yeşilçam'ın en üretken olduğu dönem olan 1960'lı ve 1970'li yıllarda Sadri Alışık'tan Fatma Girik'e , Yılmaz Köksal'dan Hülya Koçyiğit'e kadar onlarca sinema oyuncusu müzik plakları dordurmuşlardı. Bu plak yapma furyasına Fikret Hakan da katıldı ve birkaç 45'lik plak da o doldurdu. Bu plaklar şunlardır:
1972 - Cemo / Dedikleri Gerçek İmiş - Radyofon Plak 001
1974 - Dostun Gülü / Löberde - Yavuz Plak 1558
1975 - Aşk Uğultusu / Sancı - Diskotür 5199
Kitapları
Kendi yazdıkları
"Hamal'ın Uşakları" ( öykü), Telos Yayıncılık, İstanbul, 1997.
"İmbikli Duvar" ( şiir), Serander Yayınları, Trabzon, 2002.
"Siyah Işık ( Toplu Şiirler 1978-2008 )", Serander Yayınları, Trabzon, 2008.
"Joe Brico Masumdur" ( öykü), Umuttepe Yayınları, İstanbul, 2009.
"Gece Limanı ( Yasaksız Mutsuzluklar Rıhtımı)" ( roman), İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2010.
"Türk Sinema Tarihi", ( anı, sinema), İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2010.
Hakkında yazılanlar
"Fikret Hakan - Eskimeyen Yeşilçamlı" ( inceleme), Nigar Pösteki, Umuttepe Yayınları, İstanbul, 2009.
"Asla Unutmadım", Feyzan Ersinan Top, Dünya Yayıncılık, İstanbul, 2006 ( Fikret Hakan, bu incelemede Türk sinemasının diğer 5 ünlü sanatçısıyla birlikte ele alınmış)
Aldığı ödüller
1965 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, Keşanlı Ali Destanı
1968 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, Ölüm Tarlası
İzmir Enternasyonal Fuarı 1. Film Şenliği, 1965, Keşanlı Ali Destanı, En İyi Erkek Oyuncu
1971 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Erkek Oyuncu, Hasret
30. Antalya Film Şenliği, 1993, Yalancı ( TV), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
34. Antalya Film Şenliği, 1997, Yalancı ( TV), Yaşam Boyu Onur Ödülü
2009- Eskişehir Osmangazi Üniversitesi'nden fahri doktorluk unvanı aldı.
2012-Engelsiz Yaşam Vakfı, Yaşam Boyu Meslek ve Onur Ödülü
Kaynak : Wikipedia
Harun Kolçak Kimdir ?
Harun Kolçak ( d. 15 Temmuz 1955, İstanbul - ö. 19 Temmuz 2017, İstanbul) Türk pop şarkıcısı, besteci, söz yazarı ve bas gitarist. Sinema sanatçısı Eşref Kolçak'ın oğludur.
Hayatı ve Kariyeri
1955-1977: İlk deneyim
1955 yılı İstanbul doğumlu sanatçı Saint Benoit'da eğitimini sürdürdüğü sırada müzik çalışmalarına o yıllarda bas gitar çalarak başlamış, içindeki müzik tutkusu artınca sinema sanatçısı olan babası Eşref Kolçak’la konuşarak eğitimini yarım bırakmış ve profesyonel müzik çalışmalarına başlamıştır. İlk çalışmalarına rock müziğin babası olarak tanınan Erkin Koray’la başlamıştır. 1977'de Erkin Koray'ın çıkardığı Tutkusu albümünde bas gitar çalmıştır.
1978-1990
Silahlıpoda Ritm 68 orkestrasına 1978 yılında bas gitarist olarak katılan Kolçak, askerlik dönüşü caz müziğe yönelmiş, Aydın Esen, Neşet Ruacan-Nükhet Ruacan ve Erol Pekcan gibi ünlülerle çalışmış ve müzikal deneyimini artırmıştır. O dönem Harun Kolçak, Onno Tunç'tan orkestrasına katılması için teklif almıştır. 7 yıl boyunca Onno Tunç Orkestrası`nda bas gitaristlik, vokalistlik ve solistlik yapan Kolçak, Zerrin Özer ve Aşkın Nur Yengi ile birlikte yaptığı düetler ile Kuşadası “Kuşadası Altın Güvercin Müzik Yarışması” ve Antalya “Akdeniz Akdeniz Müzik Yarışması” adlı şarkı yarışmalarında ödüller almıştır. Bu dönemde Nilüfer, Sezen Aksu ve Zerrin Özer albümlerine geri vokal yapmıştır.
1991-2017
1991’de Onno Tunç ile ortak yaptığı “Beni Affet” albümü ile büyük çıkış yakaladı. Albümlerinin çoğunda şarkıların söz ve müziği kendine ait olan Kolçak, başka sanatçılara da pek çok eser vermiştir. 1996’da Litvanya’da 13 ülkenin katıldığı “Müzikos Festivalis 96”da “En İyi İkinci Şarkıcı” seçilmiştir.[2]
Kolçak, 2012'de Yeniden Doğuyorum adlı solo albüm çıkarmıştır. Ekim 2013 itibarıyla Harun Kolçak&Rock Off isimli grup kurmuştur. Can Güney,Yusuf Tunceli ve Orkun Gezer`in olduğu grubun verdiği ilk performansı Okan Bayülgen`in Makina Kafa adlı programda vermişlerdir.
Harun Kolçak 2014 yılında yakalandığı prostat kanseri nedeniyle ameliyat geçirmiştir. “Ölüm hayatta birçok şeye anlam katıyor. Ölümsüz olsaydık, birbirimize değer vermezdik” sözleriyle hastalığıyla nasıl mücadele ettiğini açıklayan Kolçak, kanseri maneviyatı ile yendiğini ve bu esnada alkali diyeti yaptığını söylemiştir.
22 Haziran 2016 Çarşamba günü Harun Kolçak'ın hastalığı yeniden nüksetti. Acil olarak hastaneye kaldırılan Harun Kolçak yeni bir ameliyat geçirdi. Yoğun bakımda tedavi altına alınan sanatçının yakın dostları tarafından Harun Kolçak'ın bilincinin açık olduğu fakat sadece gözüyle tepki verebilmekte olduğu bildirildi.[3] Sanatçı tüm yapılan müdahelelere rağmen 19 Temmuz 2017 akşamı tedavi gördüğü Maslak Acıbadem Hastanesi'nde 62 yaşında ölmüştür. Cenazesi Teşvikiye Camii'nden kaldırılarak Bursa'nın Gemlik ilçesinde bulunan aile mezarlığı'nda defnedilmiştir.
Diskografi
Albüm
Beni Affet ( 1991)
En Büyük Aşk ( 1993)
Yanımda Kal ( 1995)
Teslim Oldum ( 1998 )
Yaşasın ( 2000)
Müzisyen ( 2006)
Yeniden Doğuyorum ( 2012)
Çeyrek Asır ( 2016)
Tekli
Biz ( Bendeniz ve Harun Kolçak) ( 1994)
Aşk Beni Hep Değiştirecek ( 2007)
Diğer çalışmaları
Dansa Çağrı - Zerrin Özer ile 1986 Kuşadası Altın Güvercin Müzik Yarışması'nda
Yeniden - Aşkın Nur Yengi ile 1987 Kuşadası Altın Güvercin Müzik Yarışması'nda
Güzel Şeyler Söyle - Aşkın Nur Yengi ile 1987 Eurovision Şarkı Yarışması'nda
Keloğlan - Grup FM üyesi olarak 1987 Eurovision Şarkı Yarışması'nda
Bile Bile - Aşkın Nur Yengi'nin Sevgiliye albümünde düet ( 1990)
Benimsin - Aşkın Nur Yengi'nin Haberci albümünde düet ( 1997)
Efkarım Tarumar - Serpil Barlas'ın albümünde düet ( 1998 )
Duy Beni Dinle Beni - 41 Kere Maşallah ( 2006)
Biri Var - Bendeniz'in Değiştim albümünde düet ( 2006)
Sebebim Yok - Egoist'in On albümünde düet ( 2007)
Pişmanım - Betül Demir'in Süper albümünde düet ( 2008 )
Bir Gece - Çınar Vol. I ( 2008 )
Filmografi
Oyuncu olarak
Kurşun Asker ( 2002)
Pis Yedili ( 2012-2013) Hurşit Van Beethoven
Müzik ekibi
Rumuz Goncagül ( 1987)
Yalancı Yabancı ( 2006)
İçimdeki Yabancı - Seni Seviyorum ( 2008 ) [4]
Müzik Videoları
1-Gitme Seviyorum
2-Gir Kanıma
3-İstersen
________________
Kaynak : Wikipedia
Cüneyt Arkın Kimdir Biyografisi
Cüneyt Arkın gerçek adıyla Fahrettin Cüreklibatır[1], (d. 8 Eylül 1937, Karaçay, Odunpazarı, Eskişehir), Türk sinema oyuncusu. Sinemada canlandırdığı "Malkoçoğlu" karakteri kendisine lakap olarak atfedilmiştir.
Yaşamı
Eskişehir'in merkezine bağlı Karaçay köyünde doğdu. Babası Kurtuluş Savaşı'na katılmış Hacı Yakup Cüreklibatur'dur. Aslen Nogay'dır. Lise öğrenimini Eskişehir Atatürk Lisesi'nde gördü, 1961 yılında İstanbul Tıp Fakültesinden mezun oldu.[
Sinema kariyeri
Memleketi Eskişehir'de, yedek subay olarak askerliğini yaparken, Göksel Arsoy'un başrol oynadığı Şafak Bekçileri (1963) filminin çekimleri sırasında yönetmen Halit Refiğ'in dikkatini çekti. Askerliğini bitirdikten sonra Adana ve civarında doktorluk yaptı. 1963 yılında Artist dergisinin yarışmasında birinci oldu. Bir süre iş arayan Cüneyt Arkın, 1963'te Halit Refiğ'in teklifiyle sinema oyunculuğuna başladı ve 2 yıl içinde en az 30 film çevirdi.
1964 yılında oynadığı Gurbet Kuşları filminin finalindeki kavga sahnesi, Arkın'ın kariyerinde bir kırılma noktası oldu. Bir süre daha duygusal-romantik jön karakterlerini canlandırdıktan sonra yine Halit Refiğ'in önerisiyle aksiyon filmlerine yöneldi. Bu dönemde İstanbul'a gelen Medrano Sirki'nde altı ay süreyle akrobasi eğitimi aldı. Burada öğrendiklerini Malkoçoğlu ve Battalgazi serilerinde beyaz perdeye aktararak, Türk sinemasına daha önce hiç örneği olmayan bir tarz getirdi. Kısa sürede avantür filmlerin en aranan oyuncusu haline geldi. Romantik jön filmlerle başladığı sinema yaşantısını hareketli filmlerle sürdürse de hemen her karakter role de can verdi. Kariyeri boyunca westernden komediye, macera filmlerinden toplumsal filmlere değişik türlerde filmler çekti. Özellikle Maden (1978) ve Vatandaş Rıza (1979) filmleri, Cüneyt Arkın'ın kariyerinde özel bir yer kaplar.
12 Mart dönemi sırasında, 4. Altın Koza Film Festivali'nde (1972) jürinin ilk oylamasında Yılmaz Güney'i Baba filmindeki rolüyle en iyi erkek oyuncu seçilmesine rağmen daha sonra siyasi baskılarla Yılmaz Güney'in yerine, ilk oylamada Yaralı Kurt filmindeki performansıyla ikinci olan Cüneyt Arkın'ı en iyi erkek oyuncu seçti. Bu karara tepki gösteren Arkın ödülü reddetti.[3]
Cüneyt Arkın sinemasına ayrı bir renk getiren, yönetmenliğini Çetin İnanç'ın yaptığı 1982 tarihli Dünyayı Kurtaran Adam zamanla bir kült film haline geldi. 1980'li yıllarda Ölüm Savaşçısı, Kavga, Sürgündeki Adam ve İki Başlı Dev gibi aksiyon filmlerinden sonra, 1990'lı yıllarda da polisiye dizilere yöneldi.
Cüneyt Arkın, at binmede ve karatede uzman sporcu unvanına sahiptir.[4] Oyunculuğun yanı sıra televizyon izlenceleri sunmuş ve kısa bir süre gazetelerde sağlıkla ilgili köşe yazarlığı da yapmıştır. 2009 yılında omurgasındaki sinir sıkışmasından dolayı yaklaşık üç ay hastanede tedavi gördü.
Özel hayatı
Cüneyt Arkın ilk evliliğini 1964 yılında kendisi gibi doktor olan Güler Mocan ile yaptı. 1966 yılında kızları Filiz doğdu. 1968 yılında boşandıktan bir yıl sonra Betül (Işıl) Cüreklibatur[1] ile evlenen Cüneyt Arkın'ın,bu evlilikten de Kaan ve Murat adlarında iki çocuğu vardır. Kızı bir şirkette genel müdürlük yapan Arkın'ın oğullarından Murat da dizilerde oyunculuk yapmaktadır. Bir dönem alkolizm tedavisi görmüş olan Arkın, alkol, uyuşturucu ve gençliğin sorunları konulu sayısız konferans vermiş, bunlarla ilgili teşekkür beratları ve onur ödülleri almıştır.
Siyasi yaşamı
Türk milliyetçisi kimliğiyle bilinen Cüneyt Arkın 2002 Genel Seçimlerinde Anavatan Partisi'nden Eskişehir milletvekili adayı olması için Mesut Yılmaz tarafından teklif götürüldü.[7] Sonraki yıllarda ise İşçi Partisi adına düzenlenen ve bir grup bilim adamı, aydın ve sanatçının katıldığı "İşçi Partisi Hükümeti’nde Göreve Hazırız" kampanyasına katılarak, yeniden siyaset sahnesinde adını duyurdu.
Filmografi
1963: Kaderin Mahkumları
1964: Yankesici Kız
1964: Yalnız Değiliz
1964: Şoför Nebahat Ve Kızı
1964: Sıkı Dur Geliyorum
1965: Horasanin Üc Atlısı
1965: Silahların Sesi
1965: Ölüme Kadar
1965: Devlerin Kavgası
1966: Malkoçoğlu Ali Bey
1966: Kolsuz Kahraman
1966: Affedilmeyen
1966: Acı Tesadüf
1966: Ayrılık Şarkısı
1966: Cibali Karakolu
1966: Çıtkırıldım
1966: Damgalı Adam
1966: Dişi Düşman
1966: Fakir Bir Kız Sevdim
1966: Göklerdeki Sevgili
1966: İntikam Uğruna
1966: Karanlıklar Meleği
1966: Kıskanç Kadın
1966: Suçsuz Firari
1966: Şafakta Üç Kurşun
1966: Yakut Gözlü Kedi
1966: Zehirli Haya
1967: Kanunsuz Kahraman
1967: Malkoçoglu - krallara karsi
1967: Zengin Ve Serseri
1967: Yüzbaşı Kemal
1968: Haci Murat geliyor
1968: Köroglu
1969: Ala Geyik
1969: Malkocoglu Akincilar Geliyor
1969: Büyük Yemin
1969: Ask Mabudesi
1970: Adsiz Cengaver
1970: Yumurcak Köprüaltı Çocuğu
1971: Battal Gazi Destanı
1971: Malkocoglu Ölüm Fedaileri
1971: Küçük Sevgilim
1972: Alin Yazisi
1972: Battal Gazi'nin İntikamı
1972: Fatihin fedaisi
1972: Hayatimin En Güzel Yillari
1973: Savulun Battal Gazi Geliyor
1973: Küçük Kovboy
1973: Kuşçu
1973: Gönülden Yaralılar
1974: Ayri Dünyalar
1974: Battal Gazi'nin Oğlu
1974: Die Todeshand des Lifangfu (Karateciler istanbulda)
1974: Babalik
1974: Dayi
1974: Kin
1975: Kilicaslan
1975: İnsan Avcısı
1975: Babaların Babası
1975: Babanın Oğlu
1975: Babacan
1975: Şafakta Buluşalım
1975: Lion Man (Kicil aslan)
1975: Cemil
1975: Karamurat – Seimn Kungfu ist tödlich (Kara Murat - Kara sovalyeye Karsi)
1976: Der Rächer des Khan (Kara Murat seyh gaffar'a karsi)
1976: Zwei Teufelskerle auf dem Weg nach Istanbul (Üç kagitcilar)
1976: Korkusuz Cengaver
1976: Deli Şahin
1976: Tek Başına
1976: " Tuzak"
1977: Yikilmiyan Adam
1977: Akrep Yuvasi
1977: Kara Murat Denizlerin Hakimi
1977: Satilmis Adam
1978: Kara Murat Devlerle savasiyor
1978: Das Bergwerk (Maden)
1978: Baba Kartal
1978: Ölüm Görevi
1978: Görünmeyen Düşman
1979: Küskün Çiçek
1979: Canikom
1979: Üç Sevgili
1979: Vatandaş Rıza
1979: Kanun Gücü
1979: Üç Tatlı Bela
1979: Öldüren Örümcek
1979: Pusu
1979: Üç Sevgili
1980: Rüzgar
1980: Kartal Murat
1981: Önce Hayaller Ölür
1982: Kanije Kalesi
1982: Dünyayı Kurtaran Adam
1982: Son Savaşçı
1982: Son Akin
1982: Ölümsüz
1983: İntikam Benim
1984: Bir Kaç Güzel Gün İçin
1984: Ölüm Savaşçısı
1985: Bin Defa Ölürüm
1985: Doruk
1985: Kaçış
1985: Kahreden Gençlik
1985: Kanun Adamı
1985: Kaplanlar
1985: Katiller de ağlar
1985: Mahkum
1985: Paramparça
1985: Paranın Esiri
1985: Son Darbe
1985: Biz Bir Aileyin
1986: Gırgır Hafiye
1986: Kavga
1986: Kanca
1986: Kral Affetmez
1986: Der Verbrecher mit dem Engelsgesicht Melek yüzlü cani
1986: Babasının Oğlu
1986: Silah Arkadaşları
1986: Yalnız Adam
1987: Sürgündeki Adam
1987: Asılacak Adam
1987: Şeytanın Oğulları
1987: Son Kahramanlar
1987: Bitmeyen Adam
1987: Sevdam Benim
1987: Cehennem Ateşi
1987: Dökülen Yapraklar
1988: Bombacı
1988: Şafak Sökerken
1990: Oğulcan
1999: Gülün bittigi yer
2006: Türken im Weltall (Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu)
2007: Çılgın Dersane
2008: Çilgin Dersane Kampta - Das verrückte Sommercamp (Çilgin dersane kampta)
2014 : Gulyabani
2014 : Panzehir (Gegengift)
---------
Kaynak :
Wikipedia - Halk Ansiklopedisi
-------------
Etiketler : Cüneyt Arkın Kimdir, Biyografisi,Hayat hikayesi,Cüneyt,Arkın,C.Arkın,malkocoglu,dünyayi kurtaran adam,köroglu,Battal Gazi',Battal Gazi'nin Oğlu,Kilicaslan,Cemil,Karamurat ,Deli Şahin, Kanun Gücü,Kanun Adamı,Gırgır Hafiye,Silah Arkadaşları,Ala Geyik,Şoför Nebahat Ve Kızı,Cibali Karakolu,
Friedrich Soennecken Kimdir?
(Dröschede (şimdiki ismi ile Iserlohn şehirinde) 'de 20 Eylül 1848 doğdu ;2 Temmuz 1919 da Bonn da vefat etdi) Friedrich Soennecken bir Alman girişimci, mucit ve tasarımcı işadamıdir. Ofis malzemeleri mucidi ve üreticisi Soennecken firmasinin ve markasinin kurucusu ve Dairesel yazı tipi geliştirdi onu yazmak icinde kendi icadi dolmakaleminin mucididir. Bugün Iserlohn'da, Poppelsdorf Friedrich Soennecken Okulu'na ismi verildi ve birde Bonn Tannenbusch'un bir yol adında sokak adında ismi verildi.
Yaşam ve çalışma
Soenneckens Yazil malzemleri katalogu . Bon üniverisninin yaninda Preuss da Şirketi ni kurdu. Şirketi Devlet Ödülü'nü aldi 1895.
Kağıt Delgi Zımbasının Mucidi - Soennecken-Locher
Soennecken ailesinin türbesi Poppelsdorf'da
Soennecken, 1848'de bir demircinin oğlu olarak dünyaya geldi. 27 Mayıs 1875'de Remscheid'de bir ticaret şirketi olan Soennecken Verlag'ı kurdu. Yazı yazma ve yazma konusundaki buluş ve gelişmeleri ile şirket çok iyi gelişti. 19 Ekim 1876'da Bonn Üniversitesi'ne Poppelsdorf'a olan yakınlığından dolayı şirketiyle birlikte çalıştı.
Burada, 1877 yılında Luisenstraße'de İngiltere'den ithalatı önlemek için papur üretimi başladı. 1884'te Kirschallee ile Jagdweg arasında üç katlı bir binanın yapıldığı bir bölgeye taşındı. Genişletme nedeniyle, çalışma alanı 1887'de genişletilecekti. 1883'te genç girişimci 40 kişiyi istihdam etti. Soennecken'in ilk dünya çapındaki başarısı, yeni bir tip nib tasarımı olan dolma kalemli yuvarlak kalem ile geldi.
O zamanlar başlangıçta İngiltere'den gelen Spitzfedern (Schwellzugfedern) ile yazılmıştı. Soennecken başlangıçta orada dolma kalem uçları yapmış ve daha sonra Poppelsdorf'da üretime başlamıştır. satış oluşturmak amacıyla, Soennecken bile Fransız Ronde yazı Rundschrift (Dairesel Yazı ) üzerine dolma kalem uçları, geliştirmiş, [2] Schwellschrift daha kolay el tutumuyla yazmayi kolaylaştıran yaziyi icad ederek öğrenmeyi daha kolay hale getirdi. Özellikle okul yazarlığına başlayanlar için kolaylık sağlandı. Yayınevi, öğretim ve egzersiz kitapları, bülten yayınladı. Birkaç dilde göründüler ve paralel olarak dağıttıkları Rundschriftfedern için aynı saatte reklam verdiler.
Soennecken, 1886'da piyasaya "mektup klasörü" olarak getirdiği dosya klasörünün mucidi olarak kabul edilmektedir. tamamlayıcı iyiliği olarak o 14 Kasım 1886 bağlayıcı için yaptığı kağıt zımba patent (patent başvurusu için "geçici bir araya harflerin tacking için aparat") idi (daha sonra slogan: Küçük veya büyük - muhteşem yumruk). 1890'da transfer takvimi geliştirdi, 1903 halka bağlayıcı. 3 Ekim 1896'da Poppelsdorf'da yeni bir bina açıldı. "Phoenix" adlı ilk taşınabilir Locher zaten onun Leitz klasörünün adını 1871 yılında geliştirdiği Stuttgart firması Louis Leitz tarafından 1901 yılında satıldı. 19 Şubat 1898'de mobilya üretimi için bir bina açıldı. 1903/1904'ten bu yana Soennecken raflar ve büro dolapları üretti, 1905'de "Soennecken" ticari marka olarak tescillendi. 1910'da Brüksel'deki 1910 Dünya Fuarı'ndaki buluşlarıyla ödüllendirildi. Şirketi dünya şirketi oldu. Berlin, Leipzig, Amsterdam, Anvers ve Paris Avustralya ve Hindistan'a 72.000 paketleri içinde ihracat evlere 1.000 çalışanı yardımıyla 1913 yalnız Soennecken gönderilen.
Oğlu Alfred Soennecken (24 Ocak 1881'de Bonn'da doğan Oğlu da 19 Temmuz 1954 öldü) fabrikada 1911'den beri aktifti. 1911, Poppelsdorf'da beş katlı bir karargah tamamlandı. 1911 Wilhelm Hammerschmidt Rudolf Hammerschmidt oğlu evlendi Friedrich Soenneckens kızı Karoline (* 8 Haziran 1883, 1972 †). 1919 şirket Soennecken içinde babasının ölümünden sonra Alfred Soennecken devam etti, 1973 yılında iflas etti, ancak Overath "toplu alım Derneği Alman ofis malzemesi perakendecisi" iflas şirketi "Soennecken eG" den edinilen altında ofis ürünlerini sattı. 2007 yılının Soennecken eG içinde değiştirildi 1999 yılında üretilen Soennecken eG ve ofis Actuell eG arasındaki birleşmeden Branion eG.
Friedrich Soennecken 2 Temmuz 1919 tarihinde öldü ve Bonn Poppelsdorf mezarlığında aile kabrine defnedildi.
Diğer buluşlar ve gelişmeler
Bir çırak olarak: İnkwell stabilite için ahşap bloklu
1860: Döngüsel senaryonun geliştirilmesi, bugünün el yazısının modeli
1877: Seyahat kopyası basinci
Okullarda kullanılan kalem III, okullarda kullanım için
1889: Kaliteli, asite dirençli altın pırlantalı dolma kalem
1890: Umlegkalender
1903: Ring bağlayıcı, sembolik Soennecken logosunun parçası
Ödüller
Bonn Üniversitesi'nden ölümünden sonra fahri doktorası (Dr. med.) verildi
Bu ve bu
1888 yılında Friedrich Nietzsche bir arkadaşına şunları yazdı: "... Bu kagida ilk yazdığım yazıyı Almanya'dan: Soenneckens Rundfeder Dolmakalemi ile ilk yazan benin herhalde.
Dairesel yazı tipi. Bonn 1876.
---------------------
Friedrich Soennecken (* 20. September 1848 in Dröschede (heute Stadt Iserlohn); † 2. Juli 1919 in Bonn) war ein deutscher Kaufmann, Unternehmer, Erfinder und Grafiker. Er war der Gründer des Büromittelherstellers Soennecken und entwickelte die Rundschrift mit Rundschriftfedern (Gleichzugfedern). Nach ihm wurden eine Straße in Iserlohn, die Friedrich-Soennecken-Schule in Poppelsdorf und eine Straße in Tannenbusch, heute beides Stadtteile von Bonn, benannt.
Leben und Werk
Soenneckens Schreibwarenkatalog, der mit dem Kgl. Preuß. Staatspreis für sein Unternehmen wirbt, 1895
früher Soennecken-Locher
Mausoleum der Familie Soennecken in Poppelsdorf
Soennecken kam 1848 als Sohn eines Schmiedes zur Welt. Am 27. Mai 1875 gründete er den F. Soennecken Verlag, einen Handelsbetrieb in Remscheid. Durch seine Erfindungen und Entwicklungen rund um Schrift und Schreiben entwickelte sich die Firma sehr gut. Am 19. Oktober 1876 zog er mit seiner Firma, auch wegen der Nähe zur Universität Bonn, nach Poppelsdorf.
Hier begann 1877 in der Luisenstraße die Produktion der Schreibfedern, um Importe aus Großbritannien zu vermeiden.[1] 1884 zog er auf ein Gelände zwischen Kirschallee und Jagdweg, wo ein dreigeschossiger Bau entstand. Expansionsbedingt war 1887 die Betriebsfläche zu erweitern. 1883 beschäftigte der junge Unternehmer 40 Mitarbeiter. Der erste weltweite Erfolg gelang Soennecken mit dem Entwurf einer neuen Art von Schreibfeder, die Rundschriftfeder für Füllfederhalter.
Zu jener Zeit wurde mit Spitzfedern (Schwellzugfedern) geschrieben, die ursprünglich aus England kamen. Soennecken ließ anfangs seine Federn dort herstellen und begann später mit der Produktion in Poppelsdorf. Um Absatz zu schaffen, entwickelte Soennecken selbst die zu den Federn passende, auf der französischen Ronde-Schrift aufbauende Rundschrift,[2] eine Schreibschrift, die durch eine erleichterte Handhaltung einfacher zu erlernen war als die Schwellschrift. Besonders für Schreibanfänger in der Schule wurde das Schreiben erleichtert. Sein Verlag gab Lehr- und Übungshefte heraus, die Rundschreibhefte. Sie erschienen in mehreren Sprachen und warben gleichzeitig für die Rundschriftfedern, die er parallel vertrieb.
Soennecken gilt als Erfinder des Aktenordners, den er 1886 als „Briefordner“ auf den Markt brachte. Als Komplementärgut ließ er sich am 14. November 1886 seinen Papierlocher für Sammelmappen („Apparat zum zeitweisen Zusammenheften von Briefen“ bei Patentanmeldung) patentieren (späterer Werbeslogan: Klein oder groß - lochen famos!). 1890 entwickelte er einen Umlegekalender, 1903 Ringbücher. Am 3. Oktober 1896 wurde ein neues Betriebsgelände in Poppelsdorf eingeweiht. Der erste tragbare Locher mit Namen „Phoenix“ wurde 1901 von der Stuttgarter Firma Louis Leitz verkauft, die 1871 bereits den nach ihr benannten Leitz-Ordner entwickelt hatte. Am 19. Februar 1898 wurde ein Gebäude für die Möbelfabrikation eingeweiht. Seit 1903/1904 stellte Soennecken auch Regale und Büroschränke her, 1905 wurde „Soennecken“ als Markenzeichen eingetragen. 1910 wurde er für seine Erfindungen auf der Weltausstellung 1910 in Brüssel ausgezeichnet. Sein Unternehmen entwickelte sich zur Weltfirma. Allein im Jahr 1913 versandte Soennecken mit Hilfe von 1.000 Mitarbeitern über seine Exporthäuser in Berlin, Leipzig, Amsterdam, Antwerpen und Paris 72.000 Pakete bis nach Australien und Indien.
Sein Sohn Alfred Soennecken (* 24. Januar 1881 in Bonn; † 19. Juli 1954) war seit 1911 im Werk tätig. 1911 wurde ein fünfgeschossiger Firmensitz in Poppelsdorf fertiggestellt. Friedrich Soenneckens Tochter Karoline (* 8. Juni 1883; † 1972) heiratete 1911 Wilhelm Hammerschmidt, den Sohn von Rudolf Hammerschmidt. Die von Alfred Soennecken nach dem Tod des Vaters 1919 weitergeführte Firma Soennecken ging 1973 in Konkurs, doch die „Großeinkaufsvereinigung deutscher Bürobedarfshändler“ in Overath vertrieb ihre Büroprodukte unter der aus dem Konkurs übernommenen Firma „Soennecken eG“. Aus der Fusion zwischen der Soennecken eG und der Büro Actuell eG ging 1999 die BRANION eG hervor, die 2007 in Soennecken eG umfirmierte.
Friedrich Soennecken starb am 2. Juli 1919, er wurde im familieneigenen Mausoleum auf dem Poppelsdorfer Friedhof in Bonn beigesetzt.
Weitere Erfindungen und Entwicklungen
als Lehrling: Tintengefäß mit Holzklotz zur Stabilität
1860: Entwicklung der Rundschrift, Vorbild unserer heutigen Schreibschrift
1877: Reisekopierpresse
Schulfeder III, zum Gebrauch in Schulen
1889: Füllfederhalter mit hochwertiger, säurebeständiger Goldfeder
1890: Umlegkalender
1903: Ringbuch, symbolisch Teil des Logo Soennecken
Auszeichnungen
posthume Ehrendoktorwürde der Universität Bonn (Dr. med. h. c.)
Dies und das
1888 schrieb Friedrich Nietzsche an einen Freund: „... dies Papier habe ich entdeckt, das erste, auf dem ich schreiben kann. Insgleichen Feder, diese aber aus Deutschland: Soenneckens Rundschriftfeder.“
Schriften
Die Rundschrift. Bonn 1876.
Das deutsche Schriftwesen und die Notwendigkeit seiner Reform. Bonn/Leipzig 1881.
Fraktur oder Antiqua im ersten Unterricht? Vortrag von Friedrich Sonnecken, gehalten in Bonn 1913. Bonn (u.a.) 1913.
—, Richard Döring: Die Verwendungsmöglichkeiten der Kriegsbeschädigten im Handel. Zwei Vorträge, gehalten auf der Tagung der Kriegsbeschädigten. Fürsorge, 23. bis 25. August (1916) in Köln. Hamburg 1916.
Die Aufschrift am Reichstagsgebäude „Dem deutschen Volke“. Eine Schriftstudie. München 1920, DNB.
RAŞiT TUNCA
BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA


FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik
ALLAH
BAYRAK

Radyo Karoglan
Foruma Misafir Olarak Gir
Forumda Neler Var


GALATASARAY
FENERBAHÇE
BEŞiKTAŞ
TRABZONSPOR
MiLLi TAKIM
ETKiNLiKLERiMiZ