MUHAMMED

Muhammed


BAYRAK

TC.Bayrak



Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı
  

Şifreniz
  





Forum İstatistikleri
Toplam Üyeler» Toplam Üyeler 27
Son Üye» Son Üye Fahriye
Toplam Konular» Toplam Konular 16,895
Toplam Yorumlar» Toplam Yorumlar 18,293

Detaylı İstatistikler Detaylı İstatistikler

DOWNLOADEN


“Downloaden Bölümümüzden BEDAVA Grafik Paketleri,E-Kitaplar ve Bedava Bilgisayar Programlarını Tek TIKLA BEDAVA indirebilirsiniz”
(Raşit Tunca)




AYET

“Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır”
ENBİYA Suresi 105


FELSEFEMiZ

“ iSLAM OKUMAK YAZMAK YADA ÇiZMEK DEĞiLDiR, Yahutta O Hadis şöyle, Bu Ayette böyle diyor Diye Papağanlıkda Değildir. islam Kuranı ve sünneti HAYATINA TATBiK edip, Onunla Yaşayabilmekdir”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)


Raşit Tunca Sözü

“Yüzme bilmek Denizden çıkmana fayda vermez, taaki yüzme biliyorsan, denizedee düştüysen, ellerini, kollarını, ayaklarını çırpacaksın, ve birde tutuncak dal bulacak, tutunup çıkacaksın. ilimde böyledir, bir ilmi bilmek fayda etmez, taaki, onu hayatında tatbik edesiye, Dinde böyledir, din bilmek imanını kurtarmaz, taaki, ne zaman, bildiğin öğrendiğin dinini hayatında tatbik edip, yaşadın, o zaman belki kurtulursun.”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)

GÜZEL SÖZ

“ Bazen Hata Yapıvermek, Doğruyu bulmanın ilk Basamağıdır.
(Başağaçlı Raşit Tunca Sözü)





Ole Christensen Rømer Kimdir ? Biyografisi

ROEMER, Ole Christensen (  1644-1710) Danimarkalı astronomi bilgini. Işığın sonlu bir hıza sahip olduğunun ilk bilimsel kanıtını bulmuştur.

25 Eylül 1644’te Aarhus’ta doğdu, 19 Eylül 1710’da Kopenhag’da öldü. Doğduğu kentte tamamladığı ortaöğreniminin ardından 1662 ’de Kopenhag Üniversitesi’ ne girdi. Bu üniversitede dostluğunu kazandığı, asistanlığını yaptığı ve öğrenimi sonrasında evinde yaşamaya başladığı Erasmus Bartholin’in etkisiyle astronomiye yöneldi ve Tycho Brahe’nin el yazmalarını basıma hazırlama çalışmalarına girişti. 1671’de Fransız Bilimler Akademisi tarafından Tycho Brahe’nin Hven Adası’ndaki gözlemevinin konumunu belirlemek üzere Danimarka'ya gönderilen Jean Picard ile tanıştı ve sekiz ay süreyle Pi-card’ın yardımcılığını yaptı. Gözlemevinin konumunu belirlemenin yanı sırajüpiter’in ilk uydusunun tutulmalarıyla ilgili gözlemler de içeren çalışmaları sırasında hayranlığını kazandığı Picard tarafından 1672’de Paris’e götürüldü. Kraliyet Gözlemevi’nde görev aldığı Paris’te yaşadığı dokuz yıl boyunca pek çok gözlem yaptı, astronomik gözlem araçları geliştirdi ve ışığın sonlu bir hıza sahip olduğunun ilk bilimsel kanıtını buldu. 1681’de ülkesine döndükten sonra kraliyet astronomluğu, Kopenhag Üniversitesi’nin astronomi profesörlüğü ve Kopenhag Gözlemevi’nin yöneticiliğinin yanı sıra çeşitli konularda teknik danışmanlık yaptı. Bu dönemde de pek çok gözlem yapan ve duyarlı gözlem araçları geliştiren, 1704’te Kopenhag ile Roskilde arasındaki Tusculaneum’ da yeni bir gözlemevinin kurulmasını sağlayan Roemer, kral tarafından birçok idari göreve de getirilmiş, 1705’te Kopenhag belediye başkanlığına ve senatörlüğe, 1707’de devlet konseyi başkanlığına atanmıştır.

Roemer’in ışığın hızına ilişkin önemli buluşuyla sonuçlanan araştırmalarının başlamasına neden olan problem Jüpiter’in uydularının, özellikle de ilk uydusu olan Io’nun tutulmaları arasında geçen zaman aralıklarının saptanmasıydı. Roemer’in Picard ile birlikte çalıştığı yıl karşılaştığı bu problemin çözümüyle görevlendirilen ünlü Fransız astronomu Cassini, 1675’te akademiye sunduğu araştırmasında tutulmalar arası zaman aralıklarında düzensizlikler bulunduğunu ve Jüpiter’in yörüngesinin dış-merkezliliğiyle açıkladığı bu düzensizliklerin Yer ile Jüpiter’in birbirlerine göre konumlarına da bağlı olduğunu belirtti. Aynı çalışmada bu düzensizliklerin ışığın sonlu bir hızla yol almasından kaynaklanması olasılığından da söz etmiş ancak bu görüşün yanlış olduğu sonucuna varmıştı. Antik çağlardan bu yana ışığın hızının sonsuz olduğuna, başka bir deyişle, bir noktadan öbürüne gitmek için zamana gereksinimi olmadığına inanılıyordu. Zaman zaman, iki tepeye yerleştirilmiş aynalar yardımıyla ışığın hızını ölçmeye çalışan Galileo gibi, ışığın belirli bir hızı olabileceğini düşünen bilim adamları çıkmışsa da hiçbiri görüşlerini destekleyen deneysel bir kanıt bulmayı başaramamışlardı.

Cassini’nin bulgularını ve kuramsal öngörülerini kendi ölçümleriyle birleştiren Roemer için ışığın hızının sonlu olduğuna ilişkin kanıtı bulmak ve ışığın hızını hesaplamak pek güç olmadı. Tutulmalar arasındaki sürenin ,Yer ile Jüpiter birbirlerinden uzaklaştıkça arttığını gören ve bu artışı iki gezegen arasındaki uzaklık arttıkça ışığın Yer’e ulaşması için geçecek olan sürenin uzamasıyla açıklayan Roemer, 9 Kasım 1676’da gerçekleşecek olan tutulmanın, beklenenden on dakika daha geç gözlenebileceğini öne sürdü. Bu savının doğru çıkması üzerine de ışığın yaklaşık olarak saniyede 225.000 km’lik bir hızla yol aldığını gösteren hesaplamalarını akademiye sundu. Güneş ile Yer arasındaki uzaklığı on bir dakikada aldığını hesapladığı ışığın hızı için, bugün bilinen 300.000 km/sn’lik hızdan oldukça farklı da olsa bilinen ilk bilimsel değeri elde etmeyi başarmıştı.

Geçişleri izlemekte kullanılan ve bir gökcisminin devinimini yeni ayarlamalara gerek kalmadan izleme olanağı sağlayan meridyen çemberi de aralarında olmak üzere geliştirdiği yeni gözlem araçlarıyla astronominin olanaklarını zenginleştiren Roemer, termometre yapımında sabit iki noktanın seçilmesi gerektiğini gören ve suyun kaynama noktasıyla karın erime noktasını temel alarak bir sıcaklık ölçeği geliştiren ilk bilim adamı olmuş, bu alandaki çalışmalarıyla Fahrenheit’a ışık tuttmuştur.

Ole Rømer

Ole Christensen Rømer (  Danish pronunciation :  [ˈo(  ː)lə ˈʁœːˀmɐ]; 25 September 1644 – 19 September 1710) was a Danish astronomer who in 1676 made the first quantitative measurements of the speed of light. Rømer also invented the modern thermometer showing the temperature between two fixed points, namely the points at which water respectively boils and freezes. In scientific literature alternative spellings such as "Roemer", "Römer", or "Romer" are common.

General biography
Rundetårn, or round tower, in Copenhagen, on top of which the university had its observatory from the mid 17th century until the mid 19th century, when it was moved to new premises. The current observatory there was built in the 20th century to serve amateurs.

Rømer was born on 25 September 1644 in Århus to a merchant and skipper, Christen Pedersen (  died September 19,1663), and Anna Olufsdatter Storm (  c. 1610-1690), daughter of a well-to-do alderman.[1] Since 1642, Christen Pedersen had taken to using the name Rømer, which means that he was from the Danish island of Rømø, to distinguish himself from a couple of other people named Christen Pedersen.[2] There are few records of Ole Rømer before 1662, when he graduated from the old Aarhus Katedralskole (  the Cathedral school of Aarhus),[3][4] moved to Copenhagen and matriculated at the University of Copenhagen. His mentor at the University was Rasmus Bartholin, who published his discovery of the double refraction of a light ray by Iceland spar (  calcite) in 1668, while Rømer was living in his home. Rømer was given every opportunity to learn mathematics and astronomy using Tycho Brahe's astronomical observations, as Bartholin had been given the task of preparing them for publication.[5]

Rømer was employed by the French government :  Louis XIV made him tutor for the Dauphin, and he also took part in the construction of the magnificent fountains at Versailles.

In 1681, Rømer returned to Denmark and was appointed professor of astronomy at the University of Copenhagen, and the same year he married Anne Marie Bartholin, the daughter of Rasmus Bartholin. He was active also as an observer, both at the University Observatory at Rundetårn and in his home, using improved instruments of his own construction. Unfortunately, his observations have not survived :  they were lost in the great Copenhagen Fire of 1728. However, a former assistant (  and later an astronomer in his own right), Peder Horrebow, loyally described and wrote about Rømer's observations.

In Rømer's position as royal mathematician, he introduced the first national system for weights and measures in Denmark on 1 May 1683.[6][7] Initially based on the Rhine foot, a more accurate national standard was adopted in 1698.[8] Later measurements of the standards fabricated for length and volume show an excellent degree of accuracy. His goal was to achieve a definition based on astronomical constants, using a pendulum. This would happen after his death, practicalities making it too inaccurate at the time. Notable is also his definition of the new Danish mile of 24,000 Danish feet (  circa 7,532 m).[9]

In 1700, Rømer persuaded the king to introduce the Gregorian calendar in Denmark-Norway — something Tycho Brahe had argued for in vain a hundred years earlier.[10]
Ole Rømer at work

Rømer developed one of the first temperature scales while convalescing from a broken leg.[11] Fahrenheit visited him in 1708 and improved on the Rømer scale, the result being the familiar Fahrenheit temperature scale still in use today in a few countries.[12][13][14]

Rømer also established navigation schools in several Danish cities.[15]

In 1705, Rømer was made the second Chief of the Copenhagen Police, a position he kept until his death in 1710.[16] As one of his first acts, he fired the entire force, being convinced that the morale was alarmingly low. He was the inventor of the first street lights (  oil lamps) in Copenhagen, and worked hard to try to control the beggars, poor people, unemployed, and prostitutes of Copenhagen.[17][18]

In Copenhagen, Rømer made rules for building new houses, got the city's water supply and sewers back in order, ensured that the city's fire department got new and better equipment, and was the moving force behind the planning and making of new pavement in the streets and on the city squares.[19][20][21]

Rømer died at the age of 65 in 1710.[22]
Rømer and the speed of light
Main article :  Rømer's determination of the speed of light

The determination of longitude is a significant practical problem in cartography and navigation. Philip III of Spain offered a prize for a method to determine the longitude of a ship out of sight of land, and Galileo proposed a method of establishing the time of day, and thus longitude, based on the times of the eclipses of the moons of Jupiter, in essence using the Jovian system as a cosmic clock; this method was not significantly improved until accurate mechanical clocks were developed in the eighteenth century. Galileo proposed this method to the Spanish crown (  1616–1617) but it proved to be impractical, because of the inaccuracies of Galileo's timetables and the difficulty of observing the eclipses on a ship. However, with refinements the method could be made to work on land.

After studies in Copenhagen, Rømer joined the observatory of Uraniborg on the island of Hven, near Copenhagen, in 1671. Over a period of several months, Jean Picard and Rømer observed about 140 eclipses of Jupiter's moon Io, while in Paris Giovanni Domenico Cassini observed the same eclipses. By comparing the times of the eclipses, the difference in longitude of Paris to Uranienborg was calculated.

Cassini had observed the moons of Jupiter between 1666 and 1668, and discovered discrepancies in his measurements that, at first, he attributed to light having a finite speed. In 1672 Rømer went to Paris and continued observing the satellites of Jupiter as Cassini's assistant. Rømer added his own observations to Cassini's and observed that times between eclipses (  particularly those of Io) got shorter as Earth approached Jupiter, and longer as Earth moved farther away. Cassini made an announcement to the Academy of Sciences on 22 August 1676 :

   This second inequality appears to be due to light taking some time to reach us from the satellite; light seems to take about ten to eleven minutes [to cross] a distance equal to the half-diameter of the terrestrial orbit.[23]

Illustration from the 1676 article on Rømer's measurement of the speed of light. Rømer compared the duration of Io's orbits as Earth moved towards Jupiter (  F to G) and as Earth moved away from Jupiter (  L to K).

Oddly, Cassini seems to have abandoned this reasoning, which Rømer adopted and set about buttressing in an irrefutable manner, using a selected number of observations performed by Picard and himself between 1671 and 1677. Rømer presented his results to the French Academy of Sciences, and it was summarised soon after by an anonymous reporter in a short paper, Démonstration touchant le mouvement de la lumière trouvé par M. Roemer de l'Académie des sciences, published 7 December 1676 in the Journal des sçavans. Unfortunately the paper bears the stamp of the reporter failing to understand Rømer's presentation, and as the reporter resorted to cryptic phrasings to hide his lack of understanding, he obfuscated Rømer's reasoning in the process. Unfortunately Rømer himself never published his results.[24]

Assume the Earth is in L, at the second quadrature with Jupiter (  i.e. ALB is 90°), and Io emerges from D. After several orbits of Io, at 42.5 hours per orbit, the Earth is in K. Rømer reasoned that if light is not propagated instantaneously, the additional time it takes to reach K, that he reckoned about 3½ minutes, would explain the observed delay. Rømer observed immersions in C from the symmetric positions F and G, to avoid confusing eclipses (  Io shadowed by Jupiter from C to D) and occultations (  Io hidden behind Jupiter at various angles). In the table below, his observations in 1676, including the one on August 7, believed to be in opposition H,[25] and the one observed at Paris Observatory to be 10 minutes late, on November 9.[26]
The eclipses of Io recorded by Rømer in 1676
Time is normalized (  hours since midnight rather than since noon); values on even rows are calculated from the original data. Month Day Time Tide orbits average (  hours)
June 13 2 : 49 : 42 C
2,750,789s 18 42.45
May 13 22 : 56 : 11 C
4,747,719s 31 42.54
Aug 7 21 : 44 : 50 D
612,065s 4 42.50
Aug 14 23 : 45 : 55 D
764,718s 5 42.48
Aug 23 20 : 11 : 13 D
6,906,272s 45 42.63
Nov 9 17 : 35 : 45 D

By trial and error, during eight years of observations Rømer worked out how to account for the retardation of light when reckoning the ephemeris of Io. He calculated the delay as a proportion of the angle corresponding to a given Earth's position with respect to Jupiter, Δt = 22·(   α⁄180°)[minutes]. When the angle α is 180° the delay becomes 22 minutes, which may be interpreted as the time necessary for the light to cross a distance equal to the diameter of the Earth's orbit, H to E.[26] (  Actually, Jupiter is not visible from the conjunction point E.) That interpretation makes it possible to calculate the strict result of Rømer's observations :  The ratio of the speed of light to the speed with which Earth orbits the sun, which is the ratio of the duration of a year divided by pi as compared to the 22 minutes

 365·24·60⁄π·22 ≈ 7,600.

In comparison the modern value is circa  299,792 km s−1⁄29.8 km s−1 ≈ 10,100.[27]

Rømer neither calculated this ratio, nor did he give a value for the speed of light. However, many others calculated a speed from his data, the first being Christiaan Huygens; after corresponding with Rømer and eliciting more data, Huygens deduced that light travelled  16 2⁄3 Earth diameters per second.[28]

Rømer's view that the velocity of light was finite was not fully accepted until measurements of the so-called aberration of light were made by James Bradley in 1727.

In 1809, again making use of observations of Io, but this time with the benefit of more than a century of increasingly precise observations, the astronomer Jean Baptiste Joseph Delambre reported the time for light to travel from the Sun to the Earth as 8 minutes and 12 seconds. Depending on the value assumed for the astronomical unit, this yields the speed of light as just a little more than 300,000 kilometres per second. The modern value is 8 minutes and 19 seconds, and a speed of 299,792.458 km/s.

A plaque at the Observatory of Paris, where the Danish astronomer happened to be working, commemorates what was, in effect, the first measurement of a universal quantity made on this planet.
Inventions

In addition to inventing the first street lights in Copenhagen,[29][30] Rømer also invented the meridian circle,[31][32][33] the altazimuth,[34][35] and the Passage Instrument.[36][37]
Ole Romer Medal

The Ole Rømer Medal (  da) is given annually by the Danish Natural Science Research Council for outstanding research.[38]
The Ole Rømer Museum

The Ole Rømer Museum is located in the municipality of Høje-Taastrup, Denmark,[39] at the excavated site of Rømer's observatory Observatorium Tusculanum (  da) at Vridsløsemagle.[40][41][42] The observatory opened in 1704, and operated until about 1716, when the remaining instruments were moved to Rundetårn in Copenhagen.[43] There is a large collection of ancient and more recent astronomical instruments on display at the museum.[44] The museum opened in 1979, and has since 2002 been a part of the museum Kroppedal at the same location.[45][46][47]
Honours

In Denmark, Ole Rømer has been honoured in various ways through the ages. He has been portrayed on bank notes,[48] the eponymous Ole Rømer's Hill (  da) is named after him,[49] as are streets in both Aarhus and Copenhagen (  Ole Rømers Gade and Rømersgade (  da) respectively).[50][51] Aarhus University's astronomical observatory is named The Ole Rømer Observatory (  Ole Rømer Observatoriet (  da)) in his honour, and a Danish satellite project to measure the age, temperature, physical and chemical conditions of selected stars, was named The Rømer Satellite (  da). The satellite project stranded in 2002 and was never realised though.[52][53]

The Römer crater on the Moon is named after him.[54]
In popular culture

In the 1960s, the comic-book superhero The Flash on a number of occasions would measure his velocity in "Roemers" [sic], in honour of Ole Rømer's "discovery" of the speed of light.[55][better source needed]

In Larry Niven's 1999 novel Rainbow Mars, Ole Rømer is mentioned as having observed Martian life in an alternate history timeline.

Ole Rømer features in the 2012 game Empire :  Total War as a gentleman under Denmark.
General references
MacKay, R. Jock; Oldford, R. Wayne (  2000). "Scientific Method, Statistical Method and the Speed of Light". Statistical Science. 15 (  3) :  254–278. doi : 10.1214/ss/1009212817. (  Mostly about A.A. Michelson, but considers forerunners including Rømer.)
Axel V. Nielsen (  1944). Ole Romer, en Skildring af hans Liv og Gerning (  in Danish). Nordisk Forlag.



Kaynaklar  :


-----------------------

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Halk Ansiklopedisi Wikipedia

Torte - Sachertorte - çikolatalı Kek Pastanın Mucidi Franz Sacher Kimdir?

Torte - Sachertorte - çikolatalı Kek Pastanın Mucidi Franz Sacher Kimdir?

Franz Sacher Dogumu 19 Aralık 1816 Viyana, Avusturya İmparatorluğu'nda; Ölümü Baden bei Wien  11 Mart 1907, Avusturya-Macaristan) Avusturyalı bir pasta şefi, O dünyaca ünlü Sachertorte (çikolatalı Kek Pasta nin) mucidi olarak kabul edilir.


Sachertorte nin hikayesi Metternich in evinde başlar ve orada, Klemens Wenzel, Lothar Nepomukile Metternich in mutfaginda başlar ,şef aşci yüksek misafirler için üst düzey konuklar için özel bir tatlı oluşturmak için görevlendirilir yeni bir tarif yapmasi istenir ondan, ve o "bu gece ben mahcup olmamaliyim" der fakat, buna rağmen şef aşçı hasta olur, onun yardimcilarindan olan 16 yaşindaki Franz Sacher onun yaninda iki senelik ögrencidir iki yıldır çırak olarak görev yapiyordur.ve o hasta olunca bu görevi o üstlenir. ve o gece için Franz Sacher işde Sacher Torte(Sacher Pastasi- çikolatalı kek) tarifini bulur keşfeder.
Aşcilik ögrenimini tamamlayan Franz Sacher Deneyimlerini önce Pressburgda yapar, daha sonra kisa süreli, Avusturya Viyana ile Macaristan Budapeşte arasi sefer yapan, Tuna nehrindeki gemilerde yapar. 1848 de Viyanaya geri döner Viyana Weihburggasse 4 deki "şarapli ince tatlar" dükkanini acar ve „Schokoladetorte des Franz Sacher(çikolatalı kek-pasta)“ ile 1 Aralik 1865 de satiş rekorunu kirar.1871 yılında yapılan Leopoldstädter Aspern Gasse 2 (şimdiki Aspernbruckengasse deki). Grand Hôtel de l'Europe Hoteli devralir.

Franz Sacher sonra 1881 yılında O ve ailesi için  onun adına konut ev inşa edilmesi için mühendislere salik verir, ve 1873 yılında, onun ölene kadar oturdugu Villa, Viyana ya bagli Alt Baden deki, Bu günkü Sauerhofstraße de, 1907' ye yakın tamamlanir, ve ailesiyle birlikte oraya yerleşir. Halen Buried Sacher Baden mezarlığinda Yatmakdadir.

Franz Sacherin  eşinin ismi Rosa idi ve iki oğlu vardı.

AUF DEUTSCH

Franz Sacher (* 19. Dezember 1816 in Wien, Kaisertum Österreich; † 11. März 1907 in Baden bei Wien, Österreich-Ungarn) war ein österreichischer Konditor; er gilt als der Erfinder der weltbekannten Sachertorte.

Leben

Die Geschichte der Sachertorte beginnt, als der Herr des Hauses Metternich, Klemens Wenzel Lothar Nepomuk von Metternich, seine Hofküche im Jahr 1832 beauftragte, für sich und seine hochrangigen Gäste ein besonderes Dessert zu kreieren. „Dass er mir aber keine Schand’ macht, heut Abend!“ sagte er. Doch der Chefkoch war krank, und so musste – so lautet zumindest die Legende – der 16-jährige Franz Sacher, Lehrling im zweiten Jahr, die Aufgabe übernehmen. An diesem Tag wurde die Sachertorte erfunden.

Als ausgelernter Koch machte sich Franz Sacher nach einigen Jahren Berufserfahrung zuerst in Pressburg und dann kurzfristig auf Donauschiffen zwischen Wien und Budapest selbstständig. Sacher kehrte im Jahre 1848 nach Wien zurück und eröffnete in der Weihburggasse 4 einen Feinkostladen mit Weinhandlung, wobei sich die „Schokoladetorte des Franz Sacher“ als Verkaufsschlager erwies. Ab 1. Dezember 1865[1] führte er als Besitzer auch das Grand Hôtel de l’Europe in der Leopoldstädter Asperngasse 2 (heute: Aspernbrückengasse), das er 1871 abgab.[2]

Franz Sacher ließ sich dann 1881 mit seiner Familie in Baden bei Wien nieder, wo er bis zu seinem Tode am 11. März 1907[3] in dem 1873 in seinem Auftrag erbauten Wohnhaus, einer Villa in der heutigen Sauerhofstraße, lebte.[4] Begraben ist Sacher im Familiengrab am Helenenfriedhof in Baden.

Franz Sacher und seine Frau Rosa hatten zwei Söhne:

   Eduard (1843–1892), der beim k.u.k. Hofzuckerbäcker Demel die Sachertorte vollendete und 1876 das Hotel Sacher in Wien gründete
   Carl (1849–1929), der 1881 Sacher’s Hotel & Curanstalt im Helenental gründete.[5] In diesem bis heute frequentierten Hotel bzw. Restaurant waren viele bedeutende Persönlichkeiten, unter anderem auch Kaiserin Elisabeth zu Gast.


Kaynak :
--------------
Halk Ansiklopedisi Wikipedia

Henry Ford Kimdir Biyografisi - Motorun Mucidi

Henry Martin Ford (30 Temmuz 1863 - 7 Nisan 1947), otomobil üreticisi Ford Motor Company'nin kurucusu.

Ransom Eli Olds'un kendine ait Oldsmobile isimli otomobil firmasında 1902'de basit tarzda geliştirdiği yürüyen bant tekniğini, zaman içerisinde Ford tutarlılıkla mükemmelleştirdi. Ford'un otomobil üretim taslağı sadece sanayi üretimini değil, kültürü de etkiledi (Fordizm).

1879 yılında evinden ayrılarak makinistliği öğrenmek için yakınındaki Detroit'e yerleşen Ford, öğreniminden sonra Westinghouse Company'de iş bularak benzin motorları üzerine çalışmalar yaptı. Clara Bryant ile evliliğinden sonra maddi durumunu kendine ait bir kereste fabrikasıyla iyileştirdi. Thomas Alva Edison'in kurduğu Edison Illuminating Company'de 1881 yılında mühendisliğe başladı. Dünyaca ünlü buluşcu Edison ile Ford sonraki yıllarda arkadaş oldular. Baş mühendisliğe terfisinden sonra yakıt motorları üzerindeki şahsi araştırmalarına yeterince zaman ve para ayırabilen Ford, Quadricycle isimli aracının gelişimini 1896 yılında tamamladı. Söz konusu başarının ardından Edison Illuminating'den ayrılarak, başka yatırımcılarla birlikte 1899 yılında Detroit Automobile Company'i kurdu. Kendi modellerinin üstünlüğünü göstermek amacıyla araçlarını başarıyla diğer üreticilerin araçlarıyla yarıştırdı. Ancak 1901'de Detroit Automobile Company iflas etti.

Ford Motor

1903'te Henry Ford 11 yatırımcıyla birlikte 28.000 Dolar sermayeyle Ford Motor Company'i kurdu. Şirket tarafından 1908'de piyasaya sürülen Modell T 1913'e kadar üne kavuştu ve ABD yollarının her yerinde yaygındı. Aynı yıl Ford'un fabrikalarında yürüyen bantlı üretimi başlatması verimliliği yüksek derecede çoğalttı. 1918 yılında ABD'de kullanılan arabaların yarısı Modell T idi. Aynı modelden 1927 yılına kadar 15 milyon araç satılarak 45 yıl süre tutulacak rekor kırıldı.

Henry Ford'un çalışanlarına karşı özel bir tutumu vardı. Çalışanların 1913 yılında 8 saatlik çalışma gününe karşı aldıkları 5 US Dollar günlük ücret, 1918 yılında o zamana göre olağanüstü miktar olan 6 Dolara yükseldi. Ayrıca Ford çalışanlarına kara katılım arz ediyordu. Öte yandan fabrikalarında sendikalaşmaya kesinlikle karşı olan Ford, sendika faaliyetlerini önlemek için Harry Bennett'i işe aldı. Bennett sendika örgütlenmelerini yıkmak için yıldırma stratejileri izledi. United Auto Workers'in 1941'de yürüttüğü grevin sonunda bazı Ford fabrikalarında toplu sözleşmeler üzerinde anlaşılabilindiyse de, sendikal örgütlenme ancak Ford ve Bennett'in 1945'de şirketten ayrılışından sonra fabrikalarda büsbütün yayıldı. 1947 yılında hayatını kaybetti

Çok geniş araştırmalar yaptırarak hazırladığı Beynelmilel Yahudi adlı eseri büyük yankı yapmıştır.

DEUTSCH


Henry Ford


Henry Ford (* 30. Juli 1863 Greenfield Township (Michigan), USA; † 7. April 1947 in Dearborn, Michigan) gründete den Automobilhersteller Ford Motor Company. Er perfektionierte konsequent die Fließbandfertigung im Automobilbau, die allerdings schon Ransom Eli Olds 1902 in vereinfachter Form in seiner Automobilfirma Oldsmobile vorweggenommen hatte. Sein Konzept der modernen Fertigung von Fahrzeugen revolutionierte nicht nur die industrielle Produktion, sondern hatte auch starken Einfluss auf die moderne Kultur (Fordismus). Neben dieser Pionierarbeit für den Automobilbau ist Ford als zeitweiliger Publizist antisemitischer Schriften wie The International Jew, die eine große Außenwirkung hatten, bis heute politisch umstritten.

Leben


Henry Ford wurde in einer Kleinstadt in Wayne County, in der Nähe von Dearborn, westlich von Detroit, auf der florierenden Farm seiner Eltern, William Ford (1826–1905) und Mary Litogot O’Hern (1839–1876), geboren, die aus der Grafschaft Cork in Irland eingewandert waren. Henry war das älteste von insgesamt sechs Kindern. Er konnte in der ländlichen Gegend nur die Dorfschule besuchen und erhielt somit eine geringe formale Bildung. Als Kind war er sehr an mechanischen Einzelheiten interessiert. Er zeigte hohes handwerkliches Geschick und verbrachte im Alter von zwölf Jahren viel Zeit in seinem Werkraum, den er selbst eingerichtet hatte. Mit fünfzehn Jahren hatte er bereits seinen ersten Verbrennungsmotor gebaut.

Im Jahre 1879 verließ er sein Zuhause und zog in das nahe Detroit, um dort seine Lehrzeit als Maschinist zu beginnen. Er arbeitete zuerst bei F. Flower & Bros., später bei der Detroit Dry Dock Co. Nach seiner Ausbildung fand Ford einen Job bei der Westinghouse Electric Corporation, wo er an Ottomotoren arbeitete. Nach seiner Heirat mit Clara Jane Bryant 1888 verbesserte er seine finanzielle Lage mit einem eigenen Sägewerk.

1891 wurde Ford als Ingenieur bei der Edison Illuminating Company eingestellt, benannt nach dem Gründer und Direktor Thomas Alva Edison. Mit diesem weltberühmten Erfinder war er in späteren Jahren noch freundschaftlich verbunden. Nach seiner Beförderung zum Chefingenieur 1893 hatte er nun genügend Zeit und Geld, um sich seinen persönlichen Experimenten mit Verbrennungsmotoren zu widmen. Seine Experimente gipfelten 1896 in der Fertigstellung eines selbstangetriebenen Fahrzeugs, des Quadricycle.

Selbstständigkeit


Nach diesem Erfolg verließ Ford Edison Illuminating und gründete mit weiteren Investoren 1899 die Detroit Automobile Company. Während dieser Zeit ließ Ford seine Fahrzeuge Rennen gegen die anderer Hersteller fahren, um die Überlegenheit seiner Modelle zu demonstrieren. Er selbst errang einen Sieg gegen Alexander Winton, einen bekannten Rennfahrer, in seinem Quadricycle am 10. Oktober 1901. Dennoch war die Detroit Automobile Company kurze Zeit später insolvent.

Ford Motor Company

Henry Ford gründete 1903 mit elf weiteren Investoren und 28.000 US-Dollar Kapitaleinlage die Ford Motor Company. Bei einer Ausstellung fuhr Ford in einem neu entwickelten Auto einen neuen Geschwindigkeitsrekord, als er die Strecke von einer Meile auf dem Eis des St.-Clair-Sees innerhalb von 39,4 Sekunden zurücklegte (147 km/h). Überzeugt von diesem Erfolg nahm der bekannte Rennfahrer Barney Oldfield das Auto mit quer durch das Land und machte die Marke Ford zu einem Begriff in den USA. Dieses neue Automodell wurde von Oldfield 999, nach der damals schnellsten Dampflokomotive, getauft. Henry Ford war auch einer der ersten Geldgeber für das Indianapolis-500-Rennen.
Das Modell T (Tin Lizzy)


1908 brachte die Ford Motor Company ihr Model T von József Galamb auf den Markt. Im Zeitraum von 1909 bis 1913 nahm Ford mit verändertem Modell T an verschiedenen Rennen teil und gewann 1909 (obwohl er später disqualifiziert wurde) auch ein Rennen „von Küste zu Küste“ quer durch die USA. Ein weiterer Rekord wurde 1911 auf dem Jahrmarkt in Detroit aufgestellt, als der Fahrer Frank Kulick eine neue Bestzeit für die Strecke von einer Meile erzielte. 1913 versuchte Ford mit einem umgebauten Modell T am Indianapolis-500-Rennen teilzunehmen, wurde aber nicht zugelassen mit der Begründung, der Wagen müsste erst um weitere 1.000 Pfund schwerer gemacht werden, bevor er sich qualifizieren könne. Ford verließ das Rennen und stieg kurze Zeit später komplett aus dem Renngeschäft aus. Als Begründung für seinen Ausstieg nannte er seine Unzufriedenheit mit den Bestimmungen im Rennsport sowie den gesteigerten Bedarf an Zeit für sein florierendes Geschäft mit dem Modell T.

Für die Öffentlichkeitsarbeit waren Rennen 1913 nicht mehr nötig – das Modell T war berühmt und allgegenwärtig auf Amerikas Straßen. In diesem Jahr führte Ford die Fließbänder in seinen Fabriken ein, welche ihm eine enorme Produktionssteigerung erlaubten. Bereits 1918 war jeder zweite Wagen in Amerika ein Modell T. Das Design des Modells T, glühend vertreten und verteidigt von Henry Ford, wurde bis 1927 beibehalten, als die Beliebtheit des Designs bereits nachgelassen hatte. Bis zu diesem Zeitpunkt waren über 15 Millionen Fahrzeuge hergestellt worden. Das war ein Rekord, der die nächsten 45 Jahre Bestand haben sollte.

Henry Ford wird oft nachgesagt, er habe gesagt, dass jeder Kunde einen Ford in der Farbe seiner Wahl bekommen könne – solange die Farbe schwarz sei. Lange Zeit wurde diese Aussage als Legende angesehen. Es gibt aber in seinem Buch Mein Leben und Werk im Kapitel „Das Geheimnis der Produktion“ den Satz: „Jeder Kunde kann seinen Wagen beliebig anstreichen lassen, wenn der Wagen nur schwarz ist.“ Der Grund dafür dürfte folgender sein: Schwarz war die Standardfarbe, da Schwarz die erste industriell hergestellte und lang haltbare Farbe war. Außerdem trocknet Schwarz am schnellsten, was ein starkes Argument für diese Farbe war, da man damals große Hallen und Böden brauchte, um Karosserieteile trocknen zu lassen. Ein weiterer Grund war, dass es in der Massenproduktion einfacher ist, nur eine Farbe zu verwenden. Nicht alle Ford T waren schwarz, aber die meisten.

Henry Ford hatte eine besondere Einstellung zu seinen Beschäftigten. So führte er im Januar 1914 in seinem Unternehmen den Achtstundentag ein und hob gleichzeitig den Mindestlohn von 2,34 $ auf 5,00 $ pro Tag an – deutlich über das damals übliche Niveau (Effizienzlohn). Während der Spitzenproduktion des Modells T um 1918 erhöhte sich dieser Betrag sogar noch auf 6,00 $. Ford bot seinen Arbeitern auch ein neuartiges System zur Gewinnbeteiligung an. Dass die Löhne bei Ford das bis dahin übliche um mehrere hundert Prozent überstiegen, war nach Fords eigener wiederholter Aussage wirtschaftliches Kalkül: Er wollte nicht die persönliche Situation seiner Arbeiter verbessern, sondern die Kaufkraft der Arbeiterschaft massiv stärken, um den Absatz massengefertigter Produkte wie seiner Autos zu gewährleisten. Damit schuf Ford die Grundlagen der Konsumgesellschaft, wie sie für das 20. Jahrhundert typisch war. Auch die gestiegene Freizeit der Arbeiter sollte der Nachfrage nach Produkten und deren Abnutzung durch die Verwendung dienen.

Andererseits lehnte Ford Gewerkschaftsverbände innerhalb seiner Fabriken rigoros ab. Um Gewerkschaftsaktivitäten zuvorzukommen, stellte Ford Harry Bennett ein, der offiziell Leiter des Kundendienstes wurde. Bennett benutzte verschiedene Einschüchterungstaktiken, um sich organisierende Gewerkschaften zu vernichten. Ein Sitzstreik der United-Auto-Workers-Gewerkschaft führte 1941 schließlich zu Tarifverhandlungen in manchen Fordwerken, allerdings kam es zu einer vollen gewerkschaftlichen Organisation erst ab 1945, nachdem Henry Ford und Harry Bennett das Unternehmen verlassen hatten.
Ford-Fertigung (1923)
Der erste und der zehnmillionste Ford (1924)

Am 1. Januar 1919 übergab Henry Ford den Vorsitz der Ford Motor Company an seinen Sohn Edsel Ford, behielt aber trotzdem einen starken Einfluss auf die Leitung des Unternehmens. Während Edsel den Vorsitz hatte, wurden nur wenige Entscheidungen getroffen, die vorher nicht von Henry abgesegnet worden waren, und die wenigen anderen wurden von Henry Ford oft rückgängig gemacht. Während dieser Zeit kauften Edsel und Henry die Aktien zurück, die bis dahin noch in der Hand anderer Investoren gewesen waren. Sie mussten sich für den Rückkauf eine Menge Geld leihen, wurden dadurch aber zu alleinigen Inhabern des Unternehmens. Das war der Anfang einer Periode des Niedergangs für das Unternehmen, da kurze Zeit später das Land von der Nachkriegsrezession getroffen wurde.

In der Mitte der 1920er Jahre begannen die Verkaufszahlen des Modells T zu fallen. Das war teilweise auf die steigende Verbreitung von Verbraucherkrediten zurückzuführen, die andere Firmen anboten, damit sich die Konsumenten deren Autos kaufen konnten. Außerdem hatten die Modelle der Konkurrenz meist weitere neue Funktionen und Designs, die dem Modell T nicht zur Verfügung standen. Trotz des Drängens von Edsel, dem Vorsitzenden des Unternehmens, weigerte sich Henry Ford strikt, dem Modell T neue Eigenschaften hinzuzufügen oder Finanzierungspläne für Verbraucher einzuführen (ersteres um die Preise unten und erschwinglich zu halten, letzteres weil er glaubte, dass diese schlecht für die Wirtschaft seien).
Das Modell A und danach

Die wegbrechenden Verkaufszahlen für das Modell T überzeugten Henry Ford 1926 schließlich davon, was Edsel schon einige Zeit befürwortet hatte: ein neues Modell musste her. Henry Ford steuerte zu dem Projekt vor allem sein Fachwissen in Sachen Technik, Entwicklung des Antriebs, Chassis und andere technische Notwendigkeiten bei und überließ es seinem Sohn, eine neue Karosserie zu entwickeln. Edsel gelang es auch, gegen die Einwände seines Vaters ein hydraulisches Bremssystem und ein Sliding-shift-Getriebe durchzusetzen. Das Ergebnis war das im Dezember 1927 vorgestellte und sehr erfolgreiche zweite Modell A, das bis 1931 mehr als vier Millionen Mal produziert wurde.

Henry Ford hatte lange Zeit ein besonderes Interesse an Kunststoffen aus landwirtschaftlichen Erzeugnissen, auch aus Hanf. Bekannt wurde sein Soybean Car, dessen Karosserie teilweise aus einem sojafasernverstärkten Kunststoff bestand.

Ebenfalls in die 1930er Jahre fällt das Projekt Fordlândia, eine Kautschuk-Plantage und Retortenstadt auf einem 10.000 Quadratkilometer großen gepachteten Areal in Brasilien. Ziel des Unternehmens war es, die Reifenproduktion vom teuren britischen Kautschuk aus Malaysia unabhängig zu machen. Örtliche Arbeitskräfte wurden mit sozialen Versprechungen angelockt, von denen so wenig eingehalten wurden, dass es zu Unruhen kam. Letztendlich scheiterte das Mammutprojekt an der unzureichenden Vorsorge gegen Pflanzenkrankheiten, denen die nach sechs Jahren Arbeit erwartete Ernte zum Opfer fiel.

Am 26. Mai 1943 starb Edsel Ford und hinterließ damit eine offene Stelle im Vorsitz des Unternehmens. Henry Ford befürwortete, dass die Stelle von Harry Bennett übernommen werden sollte. Die Witwe von Edsel, Eleanor Ford, die die Aktien ihres verstorbenen Mannes geerbt hatte, wollte, dass ihr Sohn Henry Ford II die Stelle übernahm. Die Streitfrage entschied sich, als Henry selbst im Alter von 79 Jahren die Stelle übernahm. Das Unternehmen ging harten Zeiten entgegen – innerhalb der nächsten zwei Jahre verlor die Firma zehn Millionen Dollar pro Monat. Präsident Roosevelt zog sogar ein staatliches Darlehen für die Ford Motor Company in Betracht, damit die kriegswichtige Produktion fortgesetzt werden könne.
Publizistische Tätigkeit und Antisemitismus
Von Henry Ford herausgegebene antisemitische Schrift zur so genannten „Judenfrage“ (1922)

Nachdem sich Henry Ford größtenteils aus dem Geschäft der Ford Motor Company zurückgezogen hatte, widmete er viel Zeit der Herausgabe einer Zeitung, des Dearborn Independent, welche er 1919 gekauft hatte. In den acht folgenden Jahren verbreitete das Blatt antisemitische Artikel, unter anderem die Protokolle der Weisen von Zion, eine Fälschung des zaristischen Geheimdienstes, die sich gegen Juden, Sozialisten, Liberale und Freimaurer richtete. Die American Jewish Historical Society beschreibt diese in seinem Namen verbreiteten Ideen während dieser Periode als „anti-immigrant, anti-labor, anti-liquor and anti-semitic“ (gegen Immigranten, gegen Arbeiter, gegen Alkohol und gegen Juden).

Diese Artikel richteten sich auch gegen Ford selbst, da er bereits am 28. November 1894 in der Palestine Lodge No 357 in Detroit zum Meister erhoben wurde und dort für fast 53 Jahre regelmäßiges Mitglied bleiben sollte. Am 21. November 1928 wurde Ford zum Ehrenmitglied der ältesten Freimaurerloge Michigans, der Zion Lodge No 1, ernannt, in der sein Schwager William R. Bryant im Jahr 1932 Vorsitzender der Loge war. Im September 1940 erhielt Ford in New Jersey den 33. Grad AASR, ein Verwaltungsgrad.[1]

Außerdem wurden unter Fords Namen mehrere antijüdische Artikel im Independent veröffentlicht, die in den frühen 1920er Jahren in vier Bänden unter dem Titel Der internationale Jude – Ein Weltproblem (engl. Original: The International Jew, the World’s Foremost Problem) verkauft wurden. Darin wurde die Verschwörungstheorie vertreten, das Weltjudentum habe ein geheimbündlerisches Komplott gebildet, um mit Hilfe seiner Macht in Wirtschaft und Hochfinanz die Weltherrschaft zu erlangen. Juden seien angeblich sowohl für die Korruption in Wirtschaft, Gewerkschaften und im Sport als auch für den Ersten Weltkrieg, die Russische Revolution und den Amerikanischen Bürgerkrieg verantwortlich. Im Januar 1922 wurde die antisemitische Kampagne der Zeitung zunächst ausgesetzt (Ford wurden Ambitionen auf eine Präsidentschaftskandidatur nachgesagt, für die er auch jüdische Wählerstimmen benötigt hätte), 1924 jedoch erneut aufgenommen.[2] Berichte über die Pogrome in Russland wurden als Fälschungen bezeichnet. Die Artikel waren von verschiedenen Autoren geschrieben worden, darunter auch von Fords langjährigem persönlichem Sekretär, Ernest Liebold. Keiner der Artikel wurde von Ford selbst verfasst, aber da er der Verleger war, lag die Veröffentlichung in seiner Verantwortung. Teile dieser Artikel wurden in die amerikanische Ausgabe von Adolf Hitlers Buch Mein Kampf übernommen. Das Buch Der internationale Jude wurde 2008 im Iran nachgedruckt.[3][4]

Wiederholte öffentliche Appelle, nicht zuletzt von Präsident Woodrow Wilson, seine antisemitische[5] Hetze einzustellen, hatten zunächst keinen Erfolg. Erst unter dem Druck einer Verleumdungsklage des Juristen und Farmeraktivisten Aaron Sapiro[6] und des Journalisten Herman Bernstein, vertreten durch Samuel Untermyer, entschuldigte er sich für die Hetzschriften des Verlags in einer öffentlichen Erklärung vom 30. Juni 1927. Außerdem untersagte er dem Verleger Theodor Fritsch in Leipzig, Schriften mit der Angabe Henry Ford als Verfasser oder Herausgeber zu verkaufen, zu drucken und zu verbreiten. Die Restauflage des Buches Der internationale Jude ließ Ford in den USA vernichten. Theodor Fritsch weigerte sich jedoch, die rund 10.000 Exemplare des Buches in deutscher und spanischer Sprache aus dem Verkehr zu ziehen, und begründete das auch mit wirtschaftlichen Einbußen.[7] Ford schloss den Dearborn Independent im Dezember 1927.

Er war Mitglied des America First Committee, einer isolationistischen Bewegung, die 1940/41 die Teilnahme der USA am Zweiten Weltkrieg zu verhindern versuchte. Am 7. Januar 1942 schrieb Henry Ford einen offenen Brief an die Anti-Defamation League, prangerte darin den Hass gegen Juden an und äußerte seine Hoffnung, dass antijüdische Hetze für immer aufhören werde.[8] Seine Werke werden immer noch von einigen Gruppierungen genutzt, meist findet man sie auf geschichtsrevisionistischen oder Neonazi-Websites.
Henry Ford und der Nationalsozialismus

Die Ford Motor Company war am Aufbau der deutschen Streitkräfte vor dem Zweiten Weltkrieg beteiligt. 1938 wurde beispielsweise ein Fertigungswerk in Berlin in Betrieb genommen, dessen einzige Aufgabe es war, Lkws für die Wehrmacht herzustellen. Ford produzierte insgesamt 78.000 Lkws und 14.000 Kettenfahrzeuge für die Wehrmacht. Vor dem Einmarsch der deutschen Wehrmacht ins Sudetenland erhielt sie von Ford eine Eillieferung von 1.000 Lkws. Die Ford-Werke wurden bis Ende 1944 von der alliierten Bombardierung ganz verschont und danach auch nur wenig beschädigt. Dort wurden auch Zwangsarbeiter aus Konzentrationslagern eingesetzt, die man für vier Reichsmark pro Tag von der SS auslieh.

Im Juli 1938 wurde Henry Ford mit dem Adlerschild des Deutschen Reiches ausgezeichnet. Ford war der erste Amerikaner, dem diese Auszeichnung zuteilwurde. Sie war die höchste Auszeichnung, die das Deutsche Reich während der Weimarer Republik und der Zeit des Nationalsozialismus an Ausländer vergab. Der Orden wurde vergeben „in Anerkennung der Pionierarbeit [Fords], um Autos für die Massen verfügbar zu machen“. Die Auszeichnung wurde begleitet von einer persönlichen Glückwunschnachricht Adolf Hitlers (Detroit News, 31. Juli 1938 ). Im selben Jahr wurde Ford das Großkreuz des Deutschen Adlerordens verliehen.[9]

In Hitlers Büro der NSDAP-Parteizentrale in München hing ein großes Porträt von Ford. Auf die Frage der Detroit News, was der amerikanische Industrielle für ihn bedeute, sagte Hitler 1931: „Ich betrachte Henry Ford als meine Inspiration.“[10]

In einem Brief bemerkte Heinrich Himmler 1924, Ford sei „einer der wertvollsten, gewichtigsten und geistreichsten Vorkämpfer“.[11] Der Reichsjugendführer Baldur von Schirach bekräftigte ebenfalls den Einfluss der Ford-Lektüre in seiner Aussage beim Nürnberger Prozess: „Das ausschlaggebende antisemitische Buch, das ich damals las und das Buch, das meine Kameraden beeinflußte […], war das Buch von Henry Ford ‚Der internationale Jude‘. Ich las es und wurde Antisemit. Dieses Buch hat damals auf mich und meine Freunde einen so großen Eindruck gemacht, weil wir in Henry Ford den Repräsentanten des Erfolgs, den Repräsentanten aber auch einer fortschrittlichen Sozialpolitik sahen.“[12]

1940 erschien Fords Autobiographie Erfolg im Leben. Mein Leben und Werk bzw. nur Mein Leben und Werk auf Deutsch in der 33. Auflage; die Auflagenhöhe lässt sich abschätzen, da die erste Nachkriegsausgabe 1952 angibt „166. - 195. Tausend“.

Die Ford-Stiftung


Henry Ford gründete 1936 mit seinem Sohn Edsel die Ford-Stiftung im Bundesstaat Michigan, mit einer umfassenden Charta, um das Gemeinwohl der Menschen zu fördern. Die zuerst nur lokal ausgelegte Stiftung wuchs beträchtlich und hatte bis 1950 ihren Fokus auch national und international erweitert.

Die letzten Jahre


Nach Ende des Zweiten Weltkrieges übergab der alternde Henry Ford am 21. September 1945 den Vorsitz der Ford Motor Company an seinen Enkel Henry Ford II und ging in den Ruhestand. Er verstarb am Abend des 7. April 1947 im Alter von 83 Jahren in Fair Lane, seinem Anwesen in Dearborn, und wurde auf dem Ford-Friedhof in Detroit begraben.

Schriften

Herausgeber: The International Jew. The World’s Foremost Problem. 4 Bände, Dearborn, Michigan, 1920–1921. Deutsch: Der internationale Jude. Ein Weltproblem. 2 Bände, Leipzig 1921–1922
mit Samuel Crowther: My Life and Work (1922). Dt.: Mein Leben und Werk, übers. von Curt und Marguerite Thesing. Paul List Verlag, Leipzig 1923; spätere Ausgaben unter dem Titel Erfolg im Leben. Mein Leben und Werk. – Autobiografie
mit Samuel Crowther: To Day and to Morrow. (1926). Dt:. Das große Heute, das größere Morgen, übers. von Curt und Marguerite Thesing. Paul List Verlag, Leipzig 1926.
mit Samuel Crowther: Moving Forward. (1930). Dt.: Und trotzdem vorwärts. 1930.
Edison as I knew him. (1930). Dt.: Mein Freund Edison. Paul List Verlag, Leipzig 1931.

Literatur
Biografien

Adolf Saager: Henry Ford. Werden – Wirken. Wagnerische Verlagsanstalt, Stuttgart 1924
Heinz Sponsel: Henry Ford. Vom Blechesel für jeden zum Traumwagen für alle. Mohn, Gütersloh 1960
Steven Watts: The People’s Tycoon: Henry Ford and the American Century. Vintage Books, New York 2006, ISBN 0-375-70725-5
S. Tyschkus: Henry Ford. Der Begründer und Pionier der Massenmotorisierung. In: Ausbau, Illustrierte Monatshefte für technische Berufe. Heft 4/1978, S. 233–241, Verlag Pi. Christiani, Konstanz 1978

Interviews mit Henry Ford in Buchform

Fay Leone Faurote: Philosophie der Arbeit. P. Aretz, Dresden 1929 (Originaltitel: My Philosophy of Industry)
Ralph Waldo Trine: Meister im Leben. Vier Gespräche mit Henry Ford. 2. Auflage. Drei Eichen Verlag, München und Engelberg 1982, ISBN 3-7699-0386-2

Romane


Upton Sinclair: Am Fließband. Mr. Ford und sein Knecht Shutt. Rowohlt, Reinbek 1993 u. ö., ISBN 3-499-15654-7. Zuerst März-Verlag, Berlin 1983. Zuletzt Area-Verlag, Erftstadt 2004, ISBN 3-89996-029-7 (Original: The Flivver King). Weitere dt. Ausgaben unter den Titeln: (Das) Fließband. Ein Roman aus FORD-Amerika. Friedrich Oetinger, Hamburg 1948 & Association/Aktion 1974 (diese mit Vorw.: U. Sinclair und die amerikanische Arbeiterbewegung) – Autokönig Ford. Malik-Verlag 1938
Aldous Huxley: Schöne neue Welt. Ein Roman der Zukunft. Piper, München 1960. (Der Roman spielt in der fiktiven Welt im Jahre 632 „nach Ford“. Sieben Ford-Aufsichtsräte teilen sich die Weltherrschaft. Nicht nur Autos, sondern auch Menschen werden jetzt am Fließband produziert. Die Menschen beten: „Dank sei Ford“ oder „Gelobt sei Ford am Lenkrad“.)


--------------------
Kaynak : Halk Ansiklopedisi Wikipedia


-------------------
Etiketler : Henry Ford Kimdir, Biyografisi,Motorun Mucidi,Henry Ford,Ford,Motorun mucidi,ilk motoru keşfeden,


Halit Akçatepe Kimdir ? Biyografisi

Halit Akçatepe (d. 1 Ocak 1938; Üsküdar, İstanbul - ö. 31 Mart 2017), Türk oyuncu.

Yaşamı

1 Ocak 1938'de Üsküdar'da doğan Akçatepe, ilkokulu Refik Halit Karay Mektebi'nde okur. Babası Sıtkı Akçatepe'dir. Konservatuvar eğitimi hiç almamıştır (kendisi konservatuvar eğitimiyle uzaktan yakından bir alakası olmadığını belirtmiştir). Zamanın film yönetmenlerinden birinin, babasına "bize bir çocuk oyuncu lazım" dediği zaman, babası tülüatçı Sıtkı Bey oğlu Halit'i oynatmıştır. İlk filmini 1943'te 5 yaşındayken çekti. Daha sonra ilkokul sıralarında ders görmeye başladı. Saint Benoit Fransız Lisesi'nden mezun oldu. 1959'da Anıtkabir'de 1,5 yıl askerlik görevini yaptı. 1972'te Tatlı Dillim filmiyle şöhreti yakaladı. 1963'te Yasak, Gündoğarken, Semaya Baktım Seni Gördüm filmlerini çekti. 1975'te Hababam Sınıfı adlı filmindeki Güdük Necmi tiplemesiyle Türk sinemasına adını yazdırmıştır.

Usta oyuncunun babası Sıtkı Akçatepe ve annesi Leman Akçatepe de Türk sinemasında birçok yapımda rol almış oyunculardır. Özellikle babası Sıtkı Akçatepe, Hababam Sınıfı film serisinde oynadığı Paşa Nuri tiplemesiyle tanınmaktadır. Babası Sıtkı Akçatepe annesi tarafından Osmanlı İmparatorluğu'nun Lale Devri Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın torunudur.

31 Mart 2017 tarihinde kalp krizi geçirerek 79 yaşında hayatını kaybetmiştir. 2 Nisan 2017 tarihinde Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilmiştir.

Özel Hayatı

Halit Akçatepe'nin annesi ve babası da oyuncudur. Annesi Leman Akçatepe babası ise Hababam Sınıfı filmlerinde "Paşa Nuri" rolüyle tanınan Sıtkı Akçatepe'dir. İki kez evlenen oyuncu ilk evliliğini 1963 yılında Tülin Akçatepe ile yapmış bu evliliğinden Itır (1964) ve Ebru (1968 ) isminde iki kızı olmuştur. 1981 yılında Tülin Hanımdan boşanan oyuncu 1999'da kendisinden 39 yaş küçük olan Rezzan Akçatepe ile evlenmiştir. Bu evliliğinden ise 2001 yılında kızları Günsu doğmuştur.[2] Halit Akçatepe ve Rezzan Akçatepe 2009 yılında boşanmıştır.[

Tiyatro

   Tıpkı Sen Tıpkı Ben : Haluk Işık - [[Hadi Çaman Tiyatrosu]] - 2002
   Töre : Turgut Özakman - [[İstanbul Şehir Tiyatrosu]]
   Havana Duruşması : H.M. Enzensberger - Dostlar Tiyatrosu - *
   1971
   Asiye Nasıl Kurtulur? : Vasıf Öngören - Dostlar Tiyatrosu - *
   1970
   Nekrasof : Jean Paul Sartre - Dostlar Tiyatrosu - 1970
   Rosenbergler Ölmemeli : Alain Decaux - Dostlar Tiyatrosu - 1969
   Durdurun Dünyayı İnecek Var : Anthony Newley\Leslie Bricusse - Dostlar Tiyatrosu - 1969


Filmografi




   Babam Sınıfta Kaldı (2013)
   Krem (dizi) (2012)
   Kral Çıplak (2012)
   Leyla ile Mecnun (dizi) (2011)
   Geniş Aile (2009)
   Aile Reisi (2009)
   7 Kocalı Hürmüz (2009)
   Orada Neler Oluyor? (2009)
   Vurgun (2008 )
   Genco (2007)
   Yalan Dünya (2007)
   Hakkını Helal Et (2007)
   Sesler Yüzler Mekanlar (2007)
   İki Aile (2006 - 2008 )
   Sevda Çiçeği (2006)
   Hababam Sınıfı Üç Buçuk (2005)
   İki Arada Aşk (2005)
   Cumbadan Rumpaya (2005)
   Beşinci Boyut (2005)
   Müyim Olan Aşkımız (2005)
   Hababam Sınıfı Askerde (2004)
   Büyük Buluşma (2004)
   Canım Annem (2004)
   Avrupa Yakası (2004)
   Yeşilçam Denizi (2003)
   Şapkadan Babam Çıktı (2003)
   Hababam Sınıfı Merhaba (2003)
   Vaka-i Zaptiye (2002)
   En Son Babalar Duyar (2002)
   Çılgın Bediş (2001)
   Siyah Cennet (2000)
   Tersine Dünya (2000)
   Konu Komşu (1999)
   Eltiler (1997)
   Hayvanlara Dokunduk (1997)
   Hoşçakal İstanbul (1996)
   Şaban İle Şirin (1995)
   Çatı (1995)
   Kaygısızlar (1994)
   Hayri Beyin Son Aşkı (1993)
   Oyun İçinde Oyun (1993)
   Şaban Askerde (1993)
   Yazlıkçılar (1993)
   Anasının Kızı (1992)
   Sürgün (1992)
   İnsanlar Yaşadıkça (1989)
   Bizimkiler (1989)
   Kötü Kader (1987)
   Büyük Koşu (1987)
   Karımın Gölgesi (1987)
   Keko Aptallar Çetesi (1986)
   Keriz (1985)
   Şaban Papucu Yarım (1985)
   Şen Dul Şaban (1985)
   Adile Teyze (1982)
   Umut Dilencisi (1982)
   Buyurun Cümbüşe (1982)
   Talih Kuşu (1982)
   Dört Geline Dört Damat (1981)
   Renkli Dünyalar (1980)
   Dokunmayın Şabanıma (1979)
   Evlidir Ne Yapsa Yeridir (1978 )
   Şabanoğlu Şaban (1977)
   Gülen Gözler (1977)
   Bülbül Ailesi (1976)
   Hababam Sınıfı Uyanıyor (1976)
   Süt Kardeşler (1976)
   Tantana Kardeşler (1976)
   Şoför Mehmet (1976)
   Lüküs Hayat (1976)
   Bizim Aile (1975)
   Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (1975)
   Merhaba (1975)
   Ah Nerede (1975)
   Üç Ahbap Çavuşlar (1975)
   Şaşkın (1974)
   Hababam Sınıfı (1974)
   Köyden İndim Şehire (1974)
   Salak Milyoner (1974)
   Evet mi Hayır mı? (1974)
   Kanlı Deniz (1974)
   Mavi Boncuk (1974)
   Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (1974)
   Canım Kardeşim (1973)
   Tarkan: Güçlü Kahraman (1973)
   Yalancı Yarim (1973)
   Oh Olsun (1973)
   Ömer Hayyam (1973)
   Umut Dünyası (1973)
   Sevilmek İstiyorum (1973)
   İyi Döverim Kötü Severim (1972)
   Tarkan: Altın Madalyon (1972)
   Üç Sevgili (1972)
   Sev Kardeşim (1972)
   O Ağacın Altında (1972)
   Tatlı Dillim (1972)
   Feryat (1972)
   Bir Varmış Bir Yokmuş (1971)
   Üç Arkadaş (1971)
   Beyoğlu Güzeli (1971)
   Mahallenin Namusu (1953)
   Köprüaltı Çocukları (1953)
   Hayat Acıları (1951)
   Güldağlı Cemile (1951)
   İstiklal Madalyası (1948 )
   Bir Dağ Masalı (1947)
   Karanlık Yollar (1947)
   Senede Bir Gün (1946)
   Günahsızlar (1944)
   Nasreddin Hoca Düğün'de (1943)
   Dertli Pınar (1943)



Oyuncu Seçimi

   Hababam Sınıfı - 1974 (Cast Sorumlusu)

Yardımcı Yönetmen


   Hasret - 1974

Reklam


   Pakpen - 2006
   Vodafone - 2010

Senaryo Yazarı

   Şaban Pabucu Yarım - 1985
   Gurbetçi Şaban - 1985
   Lüküs Hayat - 1976

----------------------------

Son dakika: Halit Akçatepe hayatını kaybetti! Ölüm nedeni...

Sinema sanatçısı Halit Akçatepe'den üzücü haber... Ataşehir'de özel bir hastanede tedavi gören usta oyuncu Halit Akçatepe 79 yaşında hayatını kaybetti.

Öte yandan, acı haberi duyan ünlü sanatçının yakınları ve sanat camiasından çok sayıda insan hastaneye akın etmeye başladı.

Halit Akçatepe'nin ailesine taziyede bulunan Cumhurbaşkanı Recep (:::) Erdoğan, "Halit Akçatepe her zaman sevgiyle yad edilecektir" dedi...

Halit Akçatepe'nin vefatının ardından hastaneden bir açıklama geldi. Açıklamada uzun süredir evde tedavi gördüğü belirtilen Akçatepe'nin kalp krizinden öldüğü ifade edildi.

Sinema ve tiyatro sanatçısı halit akçatepe 79 yaşında  hayatını kaybetti. Alınan bilgiye göre Akçatepe, Ataşehir'de bir süredir tedavi gördüğü  özel bir hastanede yaşamını yitirdi.

Yeşilçam'ın sevilen oyuncularından Akçatepe, Hababam Sınıfı'ndaki  "Güdük Necmi", Süt Kardeşler'deki "Ramazan", Köyden İndim Şehire filmindeki  "Gayret" karakterleriyle sinemaseverlerin gönlünde taht kurmuştu.

ÖLÜM NEDENİ BELLİ OLDU
Halit Akçatepe'nin vefatının ardından hastaneden bir açıklama geldi. İç hastalıkları uzmanı Dr. Osman Arıkan yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verdi: "Son iki yıldır evde bakım hastası olarak tedavi görüyordu. Evde aniden rahatsızlanınca kendisine refakat eden hemşire arkadaşımız 112 acil servise haber veriyor. Acil servis ekibiyle hastaneye gelirken yolda kalp ve solunumu durmuştu. Acil servisimize alır almaz müdaheleye başladık. 45 dakika süren resitasyon müdahalelerine rağmen 14.40 itibariyle ex kabul ettik. Ölüm nednenini kalp ve solunum durması olarak kabul ediyoruz. Ani bir kalp krizi şeklinde olduğu gözüküyor"

KARACAAHMET MEZARLIĞINA DEFNEDİLECEK

Akçatepe'nin özel hemşiresi Fatih Çelik usta sanatçının kızından aldığı bilgileye, Karacaahmet Mezarlığı'na defnedileceğini ancak defin tarihinin henüz belli olmadığını aktardı. Çelik, "usta oyuncu son günlerini nasıl geçirdi?" sorusuna "Halit bey son günlerinde gayet mutluydu" yanıtını verdi.

HALİT AKÇATEPE KİMDİR?


1938'de Üsküdar'da doğan Akçatepe, ilk filmini 1943'te 5 yaşındayken çekti. Daha sonra ilkokul sıralarında ders görmeye başladı. Saint Benoit Fransız Lisesi'nden mezun oldu. 1959'da Anıtkabir'de 1,5 yıl askerlik görevini yaptı. 1972'te Tatlı Dillim filmiyle şöhreti yakaladı. 1963'te Yasak, Gündoğarken, Semaya Baktım Seni Gördüm filmlerini çekti. 1975'te Hababam Sınıfı adlı filmindeki Güdük Necmi tiplemesiyle Türk sinemasına adını yazdırmıştır.

Usta oyuncunun babası Sıtkı Akçatepe ve annesi Leman Akçatepe de Türk Sineması'nda birçok yapımda rol almış oyunculardır. Özellikle babası Sıtkı Akçatepe, Hababam Sınıfı film serisinde oynadığı Paşa Nuri tiplemesiyle tanınmaktadır. Babası Sıtkı Akçatepe annesi tarafından Osmanlı İmparatorluğu'nun Lale Devri Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın torunudur.


--------------------

Kaynaklar :

Halk Asnsiklopedisi Wikipedia
Milliyet Haber

------------------------
Etiketler :
Halit Akçatepe,Kimdir ? ,Biyografisi,Güdük necmi,himmet abey diyen,Halit,Akçatepe,hababam sinifi,salak milyonerler,Hayat hikayesi,vefat etdi,2017 de, 2017 de vefat etdi,receb ayinda,



Macellan Kimdir? Biyografisi ve Hakkında Kısaca Bilgi

Ferdinand Macellan (Portekizce: Fernão de Magalhães, İspanyolca: Fernando ya da Hernando de Magallanes); (d. 1480 İlkbaharı, Sabrosa, Portekiz – ö. 27 Nisan 1521, Maktan Adası, Cebu, Filipinler), Portekizli denizci, gezgin ve kâşif. İspanyol İmparatorluğu'nun desteğiyle denize açıldı. Hikâyesi, bu seyahate eşlik eden Antonio Pigafetta'nın anılarını yazması sayesinde günümüze ulaşmıştır.

Ferdinand Macellan, 1480 yılının ilkbaharında Portekiz'de varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. 10 yaşına geldiği zaman amcasının başında olduğu kraliyet donanma okuluna yazılarak eğitim hayatına ilk adımını attı. GençIiği Portekiz'li denizciler yanında gemilerde denizciliği öğrenmekle geçti. Ferdinand Macellan'ın maceraları; onun seyahatlerine eşlik eden eden Portekiz'li Antonio Pigafetta'nın anılarını yazması sayesinde günümüze ulaşmıştır.

Genç yaşta Portekiz kralının hizmetine girdi. 1494'te Portekiz ve İspanya arasındaki Tordesillas Antlaşması gereğince Güney Afrika ve Ümit Burnu'ndan Hint Okyanusu'na uzanan bölgede Portekiz araştırmalarının güvence altına alınmasıyla, 1505'te Francisco de Almeida önderliğindeki Hindistan ekibine gönüllü katıldı. 1506 yılında Macellan doğu Hindistan'a giderek Baharat Adaları'na keşif gezilerinde bulundu. Şubat 1509'da, Osmanlı Devleti'nin bölgedeki gücünün gerilemesinin başlangıcı olarak da görülen Diu Muharebesi'ne katıldı. 1510 yılında kaptanlığa getirildi, fakat bir yıl içinde doğuya izinsiz gemi götürmek yüzünden bu yetkisini kaybetti ve Portekiz'e geri dönmeye zorlandı.

1511'de Fas'a gönderildi ve burada Azamor Savaşı'na katıldı. Bu savaşta dizinden ciddi biçimde yaralandı. İzin almadan savaşı terk edince Almedia'nın gözünden düştü, ayrıca Emevilerle yasadışı ticaret yapmakla suçlandı. Suçlamaların birçoğu zamanla etkisini kaybetse de, Macellan Portekiz kralı I. Manuel'in gözünden düştü. Kral, Macellan'ın ücretini artırmayı reddetti ve 15 Mayıs 1514'ten sonra yeni iş teklifinde bulunmayacağını bildirdi. Bunun üzerine Macellan hizmetini İspanya Krallığına sunmaya karar verdi. Denizciliğin yanı sıra coğrafyaya da meraklı idi. Hep batı istikametinde yol alınması halinde doğu üli savunmaktaydı.

Hatta bu teorisinin gerçekleştirilmesi için zamanın Portekiz kralından yardım istedi. O zamana kadar, Amerika kıtasının Labrador'dan Rio de Plata'ya kadar olan kısmı keşfedilmişti. MaceIIan, kıtanın kuzeyden ve güneyden bir geçit vereceğine inanıyordu. Ancak bu isteği kabul edilmemişti. Aynı teklifin, İspanya Kralı Beşinci Şarl tarafından kabul edilmesi üzerine, 20 EyIül 1519 tarihinde beş gemi ve 270 mürettebat ile Sanlúcar de Barrameda'dan yola çıkan Macellan, 13 Aralıkta Rio de Janerio'ya ulaştı. Buradaki nehirler vasıtasıyla batıya geçmek isteyen Macellan bir geçit bulamayacağını anlayınca Latin Amerika'nın güneyine doğru yelken açtı.

1520′de Macellan ismi verilen geçidi keşfetti. Macellan Boğazına giren filo, bu boğazdan büyük sıkıntılardan sonra çıkabildi. Böylece Büyük Okyanusu kuzeybatı doğrultusunda aşmış oldu. Bu sırada, hava şartları, açlık ve denizle boğuştu. Gemilerde isyan çıktıysa da bastırıldı. Sonunda binbir güçlükIe boğazı aşabilen Macellan bu yeni okyanusun sularını Atlas Okyanusundan daha sakin bulduğundan ona, Pasifik adını verdi. 1521′de Mariona Adalarında Fuan'da karaya ayak basan kafile, 16 Mart'ta Filipin Adalarına geçti. Filipinlerde geçirdiği günler esnasında yerliIer ile arasında çıkan tartışma çarpışmaya döndü ve bu sırada Macellan 27 Nisan 1521′de öldürüldü.

Güney Amerika'daki Macellan boğazından geçerek Atlas ile Büyük Okyanus'u birleştiren ilk deniz yolculuğu dünya çevresinde yapılan ilk seyahattir. Ferdinand Macellan, son yolculuğunu tamamlayamadan 27 Nisan 1521 tarihinde Filipinler'de Maktan Adasında yapılan savaşta 41 yaşında ölmüştür. 6 Eylül 1522′de İspanya'ya dönen kafilede 18 kişi kalmıştı. Dünyanın yuvarlak olduğu deniz yoluyla dolaşılarak da ispat edilmiş oldu ve Büyük Okyanusun varlığı ortaya çıktı.

Macellan son yolculuğunu tamamlayamadan Filipinler'deki Mactan Savaşı'nda öldürüldü. Ancak daha önce ziyaret ettiği Baharat Adaları'nın ötesine giderek tüm meridyenlerden geçen ilk insanlardan olmayı başardı. Büyük Okyanus'a seferi esnasında okyanusu çok sakin gördüğü için "pasifik" (sakin) ismini veren, ayrıca Güney Amerika’da keşfettiği boğaza kendi ismi verilen Portekizli denizci Macellan, Büyük Okyanus'u aşan bir araştırma gezisi yapmış ilk insandır.

Dünyayı dolaşmak üzere denize açılan 237 (diğer bir kaynağa göre 270) denizcinin sadece 18'i İspanya'ya dönerek seyahatini tamamlamayı başardı. Bu denizcilere Macellan'ın ölümünden sonra yönetimi devralan Juan Sebastián Elcano adlı İspanyol liderlik etmiştir.

İlk Yolculuklar


Macellan ilk deniz yolculuğuna 1505 yılında, henüz 25 yaşındayken çıktı. Görevi Francisco de Almeida'yı Portekiz genel valisi olarak Hindistan'a götürmekti. Yerel bir kral üç yıl önce Vasco da Gama'ya vergi verdiği halde Almedia'ya vermeyi reddedince Macellan bu yolculuğunda ilk kez bir savaş görmüş oldu. Almedia bugünkü Tanzanya'da bulunan dönemin başkenti Kilwa'ya saldırıp bu bölgeyi ele geçirdi.

1506 yılında Macellan doğu Hindistan'a giderek Baharat Adaları'na keşif gezilerinde bulundu. Şubat 1509'da, Osmanlı Devleti'nin bölgedeki gücünün gerilemesinin başlangıcı olarak da görülen Diu Muharebesi'ne katıldı. 1510 yılında kaptanlığa getirildi, fakat bir yıl içinde doğuya izinsiz gemi götürmek yüzünden bu yetkisini kaybetti ve Portekiz'e geri dönmeye zorlandı.

1511'de Fas'a gönderildi ve burada Azamor Savaşı'na katıldı. Bu savaşta dizinden ciddi biçimde yaralandı. İzin almadan savaşı terk edince Almedia'nın gözünden düştü, ayrıca Emevilerle yasadışı ticaret yapmakla suçlandı. Suçlamaların birçoğu zamanla etkisini kaybetse de, Macellan Portekiz kralı I. Manuel'in gözünden düştü. Kral, Macellan'ın ücretini artırmayı reddetti ve 15 Mayıs 1514'ten sonra yeni iş teklifinde bulunmayacağını bildirdi. Bunun üzerine Macellan hizmetini İspanya Krallığına sunmaya karar verdi.

Seyahati

10 Ağustos 1519'da Macellan'ın emrindeki beş gemi Sevilla'dan ayrıldı ve Guadalquivir Nehri'ni geçerek nehrin ağzında yer alan Sanlúcar de Barrameda'ya ulaştı. Gemiler burada beş haftadan daha uzun süre bekledi. İspanyol yöneticiler Portekizli amiral konusunda şüpheci ve ihtiyatlıydı, neredeyse Macellan'ın denize açılmasına karşı çıktılar ve Portekizli gemi tayfasının hemen hemen tamamını İspanyol denizcilerle değiştirdiler. Ama sonunda Macellan, 20 Eylül'de emrindeki yaklaşık 270 denizciyle birlikte Sanlúcar de Barrameda'dan yola çıktı.

Kral Manuel Ferdinand, yakalamak üzere bir deniz müfrezesi yolladıysa da Macellan Portekiz güçlerinden kaçmayı başardı. Kanarya Adaları'nda bir mola verdikten sonra Yeşil Burun Adalarına ulaştı, buradan Brezilya'daki Cape St. Augustine'ye doğru yola çıktı. 20 Kasım'da ekvatoru geçtiler ve 6 Aralık'ta Brezilya göründü.

Brezilya Portekizlilere ait olduğundan Macellan burada durmaktan kaçındı ve 20 Aralık'ta bugünkü Rio de Janeiro yakınlarına demir attı. Burada çeşitli takviyeler yapıldı ama kötü koşullar yüzünden gecikmeler oldu. Daha sonra, Güney Amerika'nın doğu kıyılarına doğru yelken açarak, Macellan'ın Baharat Adaları'na ulaştığını düşündüğü boğazı aradılar. Filo 10 Ocak 1520'de Río de la Plata'ya ulaştı.
Macellan'ın güzergâhı Güney Amerika'nın güney ucunu keserek Atlas ve Büyük Okyanus'u birleştiriyordu.

31 Mart'ta mürettebatın bir kısmı Puerto San Julian adını verdiği bir grup oluşturdu. Beş gemiden ikisinin kaptanlarının da katıldığı bir isyan çıktı. Mürettebat genel olarak sadık çıktığı için isyan başarısız oldu. Quesada idam edildi, Cartagena ve bir keşiş de ıssız bir kıyıda bırakılarak terk edildi.

Yolculuk devam etti. Santiago gemisi gözlem yapmak için kıyılara yaptığı bir gezide fırtınaya yakalanarak battı. Tüm mürettebatı karaya çıkmayı başaran gemiden iki kişi Macellan'a haber ulaştırdı, kıyıdakilere yardım geldi. Ancak Macellan bu maceradan sonra yeniden yola koyulmadan önce birkaç hafta beklemeyi tercih etti.

Filo, 24 Ağustos 1520'de 52° güney enleminde Cape Virgenes'e ulaştı. Deniz tuzlu ve derin olduğu için geçişi buldukları kanısına vardılar. Dört gemi çetin bir yolculuk sonunda, Macellan'ın 1 Kasım Tüm Azizler Günü'nde aştıkları için Estreito de Todos los Santos (Bütün Azizler Kanalı) adını verdiği 373 mil uzunluğundaki kanalı geçtiler. Bu boğazın günümüzde adı Macellan Boğazı'dır. Macellan öncelikle Concepcion ve San Antonio'yu boğazı keşfetmekle görevlendirdi, ancak Gomez tarafından yönetilen San Antonio kaçarak İspanya'ya döndü. 28 Kasım'da kalan üç gemi Büyük Okyanus'a ulaştı. Macellan buranın adını suyun durağanlığından ötürü Mar Pacifico (Pasifik Okyanusu → pasif, durağan deniz) koymuştur.

Kuzeybatıya giden ekip 13 Şubat 1521'de ekvatora ulaştı. 6 Mart'ta Marianas'ta, 16 Mart'ta ise kalan 150 kişi ile Filipinler'deki Homonhon adasındaydılar. Macellan Malay tercümanı sayesinde yerli halkla anlaşabiliyordu. Limasawa Adası'ndan Rajah Kolambu ile karşılıklı hediyeler alıp verdiler ve onun önderliğinde 7 Nisan'da Cebu Adası'na gittiler. Cebu Adası'ndan Rajah Humabon onlara dostça davrandı, hatta Hıristiyanlığa geçmeyi bile kabul etti.
Magellan anıtının önünde Lapu Lapu onuruna yapılmış olan başka bir anıt da bulunmaktadır

Filipinli yerlilerle geçen ilk dostluk günlerinin aldatıcı olduğu kısa zamanda anlaşıldı. Macellan 27 Nisan 1521'de Lapu-Lapu önderliğindeki yerlilerle girdiği Mactan Savaşı'nda öldü. Yolculuğa para vererek katılan Antonio Pigafetta adlı zengin turist Macellan'ın ölümü ile sonuçlanan olaylara tanıklık etmiştir ve bunu anılarında yazar:

       Sabah olduğunda 49 kişi belimize kadar gelen suya atladık ve suyun içinden kıyıya ulaşana değin iki ok atımı mesafe kadar yürüdük. Botlarımız suyun içindeki kayalardan ötürü daha ileri gidemiyordu. 11 adamı botları korumak üzere geride bırakarak devam ettik. Kıyıya ulaştığımızda 1500 kadar yerli üç bölüm halinde gruplanmıştı. Bizi gördüklerinde savaş çığlıkları atmaya başladılar. Tüfekli adamlar ve okçular yarım saat kadar savaştılar, ancak bir işe yaramadı. Kaptanı tanıyan bazıları üzerine saldırdı ve kafasından miğferini düşürdüler. Bir yerli yüzüne doğru bambu bir mızrak savurdu, fakat kaptan kargısıyla onu derhal öldürdü, kargıyı vücudunda bırakarak. Sonra kılıcına el attı fakat yarıya kadar çekebildi, çünkü bambu mızrakla kolundan yaralanmıştı. Bunu gören yerliler topluca üstüne çullandılar. Biri sol bacağına bir pala ile vurdu, bu, kaptanın yüzüstü düşmesine sebep oldu. Derhal üzerine bambu ve demir mızraklarla, palalarla saldırdılar. Bizim ışığımızı, aynamızı, yardımcımızı, gerçek önderimizi öldürene değin. Onu yaraladıklarında hepimizin botlara bindiğinden emin olmak için birçok kez geriye dönüp baktı. Sonra onu ölü bir şekilde geride bırakarak biz yaralanmışlar, yenilmişler, elimizden geldiğince, hareket etmeye başlayan botlara doğru çekildik..

Dünya turu ve dönüşü

Macellan vasiyetnamesinde, köle olan Malay tercümanının özgür bırakılmasını istemişti. Enrique adını kullanan, Henry the Black olarak vaftiz edilmiş tercüman, Sumatralı köle tüccarları tarafından yurdunda ele geçirilip satılmıştı. Macellan ile yaptığı birçok yolculukla dünyayı tam anlamıyla dolaşmış ilk kişi Enrique'dir. Macellan'ın Malacca'ya yaptığı ilk seferlerde hizmetine giren Enrique, Afrika'daki savaşlarda, sahibinin Portekiz'de kralın huzurunda gözden düşüşünde ve yeniden başarılı bir şekilde filosuyla denizlere açılışında hep yanındaydı. Ama geminin yeni kaptanı Mactan'da Enrique'yi serbest bırakmayı reddetti.

Enrique 1 Mayıs'ta Rajah Humabon'un yardımı ile 30 kadar ölü denizcinin arasına karışarak kaçmayı başardı. Antonio Pigafetta dille ilgili notlar tutmaktaydı ve görünüşe göre yolculuğun geri kalanında iletişimi sürdürebildi.

Filipinler'de uğradıkları kayıplar keşif ekibinin sayısını ciddi biçimde azalttı, kalan üç gemiyi idare edemez hale geldiler. Bu sebeple 2 Mayıs 1521'de Concepción'u terk ettiler ve kendilerine karşı kullanılmasını önlemek amacıyla yaktılar. Artık sadece Trinidad ve Victoria'dan ibaret kalan filo batıya, Palawan'a doğru ilerledi. 21 Haziran 1521'de bu adadan ayrıldılar ve sığ sularda yol bulabilen Moro rehberler yardımı ile Brunei - Borneo'ya ulaştılar.

Brunei'nin dalgakıranlarında 35 gün demir attılar. Venedikli Pigafetta burada gördüğü Rajah Siripada'nın altınlarından ve yumurta büyüklüğündeki incilerden bahseder. Brunei ayrıca övündüğü evcil fillere ve 62 toptan oluşan bir kuvvete sahipti, ki bu Macellan'ın gemilerinin gücünü beşe katlıyordu. Pigafetta ayrıca Avrupa'da henüz çok nadir bulunan porselen ve gözlük gibi örnekler aracılığıyla krallığın sahip olduğu teknolojiden de sözeder.

Maluku Adaları'na (Baharat Adaları) 6 Kasım 1521'de ulaştıklarında 115 kişi kalmışlardı. Portekizlilere yakın olan Ternate sultanının rakibi Tidore sultanı ile biraz ticaret yapmayı başardılar.

Kalan iki gemi değerli baharatlarla dolu olarak batıya, İspanya'ya doğru yola çıkmaya çalıştı. Ancak Molucca'yı terk ettiklerinde Trinidad'ın su aldığını keşfettiler. Mürettebat deliği bularak onarmaya çalıştı fakat başaramadı. Trinidad için çok zaman harcamak zorunda kalacaklarını anladılar, daha küçük olan Victoria ise kalan denizcilerin hepsini alacak durumda değildi. Sonuç olarak bir grup denizciyle birlikte Victoria İspanya'ya doğru yola çıktı. Birkaç hafta sonra da Trinidad Büyük Okyanus rotasını izleyerek İspanya'ya varmak amacıyla Molucca'yı terketti, fakat gemi Portekizliler tarafından yakalandı ve onların gözetimi altındayken fırtına sonucu battı.

Victoria Hint Okyanusu'ndan eve doğru 21 Aralık 1521'de yola çıktı. 6 Mayıs 1522'de Juan Sebastián Elcano yönetimindeki gemi Ümit Burnu'nu geçerken tayın olarak sadece pirinç kalmıştı. Yeşil Burun Adalarına ulaşamadan 20 denizci açlıktan ve C vitamini eksikliğinde ortaya çıkan skorbüt hastalığından öldü. Oysaki gemide bugün c vitamini içerdiği bilinen tonlarca karanfil bulunuyordu. 9 Haziran'da, 26 tonluk baharat, karanfil ve tarçından oluşan kargoyu kaybetme korkusuyla 13 denizciyi daha Portekiz yönetimindeki bu adada bıraktı.

6 Eylül 1522'de yola çıkışlarından neredeyse tam üç sene sonra Juan Sebastián Elcano ve kalan denizcileri taşıyan Victoria İspanya'ya ulaştı. Keşif gezisi aslında az da olsa kâr getirmişti, ancak denizciler tam ücretlerini alamadılar. 1522 sonbaharında mürettebat Valladolid'de krallığın huzuruna çıktığında Maximilianus Transylvanus ile görüştü ve yolculuğa dair ilk rapor 1523 yılında yayımlandı. Pigafetta'nın yazdıkları 1525'e kadar ortaya çıkmadı, hatta tam olarak yayımlanması 18. yüzyıl sonlarını bulmuştur.

Trinidad gemisindeki 55 mürettebatın dördü 1525'te İspanya'ya ulaşmayı başardı. Kalan 51 kişi çeşitli savaşlar ya da hastalıklar yüzünden ölmüştü.

Keşifleri

Macellan'ın keşif gezisi dünya çevresinde yapılan ilk seyahattir ve Güney Amerika'daki boğazdan geçerek Atlas ile Büyük Okyanus'u birleştiren ilk deniz yolculuğudur. Macellan'ın ekibi Avrupa için tamamen yeni olan pek çok hayvan türü ile karşılaştı. Bunlardan bazıları "hörgüçsüz develer" olarak tanımlanan lamalar ve "tüyleri yolunmayan fakat derisi yüzülen siyah kazlar" olarak tanımlanan penguenlerdir.

En yakın iki galaksi olan Macellan Bulutsuları Güney Yarıküre'de keşfedildi. 69.800 km olan yolculukları sayesinde dünyanın çevresini de hesaplanmış oldu.

Bu yolculuk sayesinde, uluslararası bir saat sisteminin gerekliliği ortaya çıktı. Döndüklerinde, dikkatle tutulan seyir defterine rağmen geride kalanlarla günlerinin uyuşmadığını fark ettiler. Fakat günlerin uzunluğu arasındaki farkı hesaplayacak kadar kesin ölçüm yapabilen saatleri yoktu. Zamanla ilgili bu olgu büyük heyecan yarattı, özel bir heyet bu garipliği bildirmek üzere Papa'ya yollandı.

Kısa kısa

   Ferdinand Macellan Güney Amerika'nın güney burnunda yer alan Tierra del Fuego'ya ulaşan ilk Avrupalıdır,
   Güney Amerika'daki yerli kabileleri gören ilk Avrupalıdır. Macellan "Devasa yarı-insan ırkını" gördü. Gördüğü Dagon denen varlıklardı. Bu karşılaşmadan sonra bazı Filipinlileri köle olarak aldı. Bir Avrupalı olarak ilk kez Filipinler'e ayak basarak oranın yerli halkını gördü.
   Yolculuğu sırasında karşılaştığı değişik hayvan türlerini tanımlamak için yanında profesyonel bilim adamları vardı.
   İspanyol, Portekizli, Fransız ve İngiliz olmak üzere 232 denizci Macellan ile katıldığı dünya turunda hayatını kaybetti.
   Yolculuğunu İspanya Kralı ve Kraliçesi destekledi.



Kaynaklar :
Wikipedia



EVLİYA ÇELEBİ KiMDiR?


On ciltlik muhteşem eseri “Seyahatnamesi” ile dünya çapında tanınan âlimimiz ve seyyahımız Evliya Çelebi‘nin hayatının dönüm noktası bir rüya ile başlar. Seyahatnamenin birinci cildinde gördüğü bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:

“İstanbul’da hanemde bir gece uykuya dalmıştım. Birden bire kendimi Yemiş iskelesi yanında bulunan Ahi Çelebi Camiinde gördüm. Camiinin içi nur yüzlü bir cemaatle dolup taşmıştı. Ben de bu camiinin içine girerek minberin dibine diz çöküp oturdum. Bu nur yüzlü pirleri hayranlıkla temaşaya daldım. Fakat bunlann kim olduklarını anlayamamıştım. Nihayet yanımda bulunan bir zata sordum: ‘-Benim sultanım, ism-i şerifinizi ihsan buyurur musunuz?’ dedim. O zat, Kemankeşlerin Piri “Sa’d ibni Ebi Vakkas“ olduğunu söyledi. Derhal elini öptüm. Yine:

“-Sizin yanınızdaki zatlar kimlerdir?’ diye sual ettiğimde: ‘Sahabe-i Kiram ve Ensar Hazretleridir dedi. O tarafa baktım. Bu zatlar sıra ile Hazret-i Ebu Bekir (ra), Hazret-i Ömer (ra), Hazret-i Osman (ra), Hazret-i Ali (ra) idiler. Bunları doya doya seyredip taze can buldum. Mihrapta ise Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz Aleyhisselâtü vesselam oturmakta idi. Biraz sonra yanımda oturmakta bulunan Sa’d İbni Ebi Vakkas Hazretleri elimden tutup beni Peygamber Efendimizin huzuruna götürdü ve dedi ki:

” ‘Âşık’ı sâdıkın ve ümmet-i müştakın Evliya kulun şefatin rica eder.’

“Ben de derhal Hazret-i Peygamberin dest-i mübareklerini bûs ettim. Fakat heybetlerinden çok korkarak titredim. Kendilerine:

” ‘Şefaat ya Resulallah!‘ diyeceğim yerde:

“Seyahat ve Resulullah! diyi verdim. Cenab-ı Peygamber derhal tebessüm ettiler. Seyahatlerimin hayırlı olması için ‘Fatiha’ dediler. Bundan sonra sıra ile Eshab-ı Kiram’in ellerini birer birer öptüm. Cümlesi:

“Seyyâh-ı âlem ve ferîd-i beni âdem ol! “diye dua ettiler. Ben de Ahi Çelebi Camiinden dışarı çıktım.

“Sabah olup uyanınca bir abdest alıp bu rüyamı tabir ettirmek üzere Kasımpaşa’da İbrahim Efendi Hazretlerine gittim. Bu zat bana:

“Sen büyük bir seyyah olacaksın!’

“buyurdu. Ben de bundan sonra seyahata çıkıp gördüklerimi yazmaya başladım.”

Sahabelerin yaptığı dualar Dergâh-ı İlâhî’de kabul olunmuş ve Evliya Çelebi benzeri olmayan ve sahasında da tek olan dünya seyyahı oluvermiştir.

Asya, Avrupa ve Afrika’ya yayılan imparatorluğun topraklarını adım adım dolaşarak gördüklerini tesbit eden Evliya Çelebi’nin telif ettiği on bin sahifelik “Seyahatname”si emsalsiz bir tarih ve coğrafya eseri olarak dünya ilim âleminin dikkatini çekmiştir

Meşhur seyyahımız 1630’da gördüğü yukarıda bahsi geçen rüyadan sonra, ilk seyahatim 1640’ta ailesinden gizli olarak Bursa’ya yapmıştır. Çıktığı bu ilk seyahati bir ay devam etmiştir. Evliya Çelebi Seyahatnamenin ikinci cildinde seyahat dönüşü babasının tavrım ve kendisine yaptığı nasihatlan şöyle anlatmaktadır:

“Hakir o gün hane-i gamkînimize (gam içinde olan evimize) varıp peder ü mâderin (baba ve ananın) dest-i şeriflerini (ellerini) öpüp huzur-i şeriflerinde (önlerinde) karar ettiğimde (durduğumda) peder-i azizim eyitti:

“Safa geldin Bursa seyyahı! Sefa geldin! ‘Halbuki ne canibe gittiğimden kimsenin haberi yok idi. Hakir dedim: ‘Sultanım, hakirin Bursa’da idiğimi nerden bildiniz?’

“Buyurdular ki: -Sen bin elli senesi muharreminin aşuresinde (1640 senesi Mayıs başları) kaybolduğun gece ben nice me’sure (makbul dualar) tilâvet ettim. Bin kerre “kevser” suresini okudum. Ol gece Âlem-i menamda (uykuda) seni gördüm ki Bursa’da Emir Sultan zaviyesinde ruhaniyetten istimdat ile seyahat rica edip bükâ ederdin (ağlardın) o gece bana nice ehl-i hal canlar rica edip senin seyahata gitmekliğin için izin talep eylediler. Ben de ol gece cümlesinin rızasıyla sana destur (izin) verdim. Fatiha tilavet eyledik.

“Gel imdi, oğul! Şimdengeri (bundan sonra) sana seyahat göründü. Allah mübarek eyliye. Amma sana nasihatim var” diye elimden yapışıp, huzurunda ayak üzerine durdurup sağ eliyle sol kulağımı burarak şu nasihata ağâz eyledi (başladı):

“Oğul! âdem yoksul olur, besmelesiz taam (yemek) yeme. Sırrın var ise sakın avratına deme. Cünüp iken yemek yeme. Esvabının (elbisenin) söküğünü üstünde dikme. İyi adını keme takma. Keme (kötüye) yoldaş olma, zararını çekersin. Sen yürü ileri, gözüm, kalma geri. Alay bozma…”

Seyahat için babasından da ruhsat alan Evliya Çelebi o tarihten itibaren vefatına kadar durmadan gezip dolaşmıştır.

Tatlı dilli, hoş sohbet seyyahımız Evliya Çelebi, 1611 yılında, İstanbul’un Unkapanı semtinde dünyaya gelmiştir.
Asıl ismi Hafız Mehmed Zıllî Evliya idi Aslen Kütahyalı olan babası, Sultan IV.Murad’ın Kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî Efendi de âlim bir zattı. Evliyanın kuvvetli bir tahsil görmesi için çalışmıştır. Evliya da babasını mahcup etmemiş, zekası, çalışkanlığı ve kabiliyetiyle hocalarının takdirini kazanmıştır. Hamid efendi medresesindeki tahsilini ikmal ettikten sonra, tanınmış âlim Ahfeş Efendi’den yedi sene ders almış, Evliya Mehmed Efendi’nin de ilminden istifade etmiştir. Bilahare Topkapı Sarayındaki Enderun-u Hümayun’a girmiş, burayı bitirdikten sonra da sipahi sınıfına dahil olmuştur.

Sultan IV.Murad, ilmini ve ahlakını yakinen bildiği Evliya Çelebiyi saraya muhasib olarak almıştır. Evliya Çelebi Sultan İbrahim ve Sultan IV. Mehmed devirlerinde de mühim resmi vazifeler almış ve bu vazifeler dolayısiyle çeşitli beldeleri gezmiştir.

Defterdarzade Ahmet Paşa ile Anadolu’yu, Şam Beylerbeyi Murtaza Paşa ile Suriye ve Filistin’i gezdikten sonra Melek Ahmed Paşa’nın sadrazamlığında sadarette memuriyet almış, Paşa’nın Rumeli Beylerbeyliğine gönderilmesi üzerine onu takib etmiştir.

Fazıl Ahmed Paşa’nın ordusuyla birlikte Avusturya’ya gitmiş, yolda gördüğü yerler hakkında çeşitli malzeme toplamıştır.

Elçi Mehmed Paşa ile birlikte Viyana’ya gitmiş, bu vesile ile Avusturya şehirlerini dikkatle tedkik etmiştir. Seyahatini İspanya, Hollanda ve Danimarkaya kadar uzatmış, daha sonra Eflak-Boğdan, Kırım, Kafkasya ve Hazer Denizi çevresini, Volga boylarını incelemiştir.

Hac vazifesini yerine getirmek için Hicaza, oradan Mısır, Sudan ve Habeşistan’a gitmiştir.

Yetmiş senelik ömrünü devamlı seyahat etmekle geçiren Evliya Çelebi, Osmanlı devletinin hemen bütün şehirlerini ve kasabalarını gezmiştir. Anadolu, Rumeli, Suriye, Irak, Mısır ve Hicaz’ın yanı sıra Macaristan, Transilvanya, Almanya, Hollanda, Bosna-Hersek, Dalmaçya, Güney Rusya, Kırım, Kafkasya ve İran’ın birçok bölgelerini dolaşmıştır.

Gördüklerini basit bir şekilde ele almamış, köklü incelemelerde bulunmuştur. Bölgelerin ahlak, görgü ve an’anelerini, meşhur şahıslarını, binalarını ve tarihlerini inceledikten sonra kaleme almıştır.

Seyahatlerinden bir kısmını savaşlara katılmak suretiyle yapan Evliya Çelebi, bizzat savaşlara da katılmış ve silah kullanmada, ata binmedeki maharetini harp meydanında göstermiştir.

Güzel sesi ve hoş sohbeti ile her zaman padişahların, vezirlerin ve komutanların yanıbaşında bulunmuştur. Onun hoş sohbeti yazı üslubuna da aksetmiş ve ölmez eseri “Seyahatname” zevkle okunan bir klasik hüviyetini asırlardan beri muhafaza etmiştir

Ömrünü ilme adayan bu değerli âlim ve seyyahımız hiç evlenmemiştir.

1681’de vefat eden Evliya Çelebi’nin mezarı kayıptır.

Seyahatname’si muhtelif dillere tercüme edilmiş olan dünya çapında şöhret sahibi Evliya Çelebi’nin mezarının kayıp oluşunu kabullenmek istemiyorduk bir türlü. Araştırmaya başladık. Tarihî kaynaklar, Evliya Çelebi’nin Mısır Seyahati dönüşünde İstanbul’da vefat ettiğini ve Lohusakadın türbesinin yanına defnedildiğini söylemekteydi. Şişhanede bulunan Lohusakadın türbesinin yanında Meyyiz Zade Kabri ve onun bitişiğinde Evliya Çelebi ailesine ait mezarlık bulunmaktaymış. O civarda yaptığımız araştırmada, Lohusakadın türbesinden başka hiç bir mezar göremedik. Nasıl olurdu, koskoca mezarlık nereye giderdi? Kafamıza düğümlenen suallerin cevablarını değerli tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’da bulduk. Şöyle diyordu Konyalı:

“Evliya Çelebi ve babası, IV.Murad’ın kuyumcubaşısı Mehmed Zıllî Efendi Lohusakadın türbesinin yanında medfundur. Fakat yol yapılırken ordaki bütün mezarlar yerinden söküldü ve mezar taşları bir çukura dolduruldu. Ben yol yapılırken gitmiş ve mezar taşlarını görmüştüm.”

Bu ifadeden sonra tekrar Şişhane’ye gittik ve bu defa mezar taşlarını aramaya başladık. Ne yazık ki bütün aramalarımıza rağmen bir tek mezar taşına bile rastlayamadık. Evet, Koca Evliya Çelebi’nin, Mehmed Zilli Efendi’nin ve daha nice büyüklerin mezarları yok olmuştu, yok dilmişti. Evliya Çelebi’yi araştıran Batılı bir araştırmacı İstanbul’a gelip Evliya Çelebi’nin mezarını sorsa, “yoktur” veya “kayıp” cevabı verilecekti. O da “Ayıp” diyemeyecek kadar nezaket sahibi ise, “yazık” diyecekti. Nitekim öyle de demektedirler

Kaynak : bilgicagi


İsmail Hakkı Bursevî Kimdir ?

Anadolu’da yetişen büyük velilerden, müfessir ve metinler şerhi üstadı. İsmi, İsmail Hakkı olup 1650 (H. 1062) tarihinde Aydos kasabasında doğdu. Babası, salih bir zat olan Mustafa Efendi’dir. 1725(H. 1137) tarihinde Bursa’da vefat etti.

İsmail Hakkı Bursevi, küçük yaşta, babası tarafından Celvetiyye yolu büyüklerinden Seyyid Osman Fadli Efendi’ye götürüldü. Onun; dua ve iltifatına kavuştu. On yaşında Osman Fadli Efendinin Edirne’de bulunan yetişmiş talebesi Abdülbaki Efendi’nin terbiyesi altına girip, yedi sene kendisinden din ve fen bilgilerini okudu. Okuduğu eserleri kendi yazısıyla yazardı. Abdülbaki Efendi’nin emri ile İstanbul’a geldi ve Osman Fadli Efendi’nin manevi terbiyesine girdi. Kısa zamanda manevi kemale (olgunluğa) yükseldi. İnsanları irşat (doğru yolu göstermek) için Bursa’ya bir müddet sonra da Üsküp’e gönderildi. Hocasının kendisine gönderdiği mektuptaki nasihatlerle amel edip, büyük hizmetlerde bulundu.

On sene Üsküp’te kalan İsmail Efendi, hocasının manevi işaretiyle 1685 tarihinde Bursa’ya gitti. Hocasının Magosa’ya gittiğini duyunca, o da gitti.

İsmail Hakkı Bursevi hocasının vefatından sonra, Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul güzergahı ile Bursa’ya geldi. Bu yolculuk sırasında Mevlana, Sadreddin-i Konevi ve Eşrefoğlu Abdullah Rumi gibi büyüklerin kabirlerini ziyaret etti.

İsmail Hakkı Bursevi, Sultan İkinci Mustafa Hanın daveti üzerine 1695 tarihinde Edirne’ye vardı. Nemçe Seferinde cihadın sevabını ve büyüklüğünü anlatarak askeri coşturdu. Ertesi sene Edirne’den ayrılarak Belgrad’a gitti. İsmail Hakkı Efendi, sadrazam Elmas Mehmet Paşa’nın hazır bulunduğu gazaların hepsine katıldı ve birkaç yerinden yara aldı. Ordunun zaferle geri dönüşünden sonra yaralı haliyle Bursa’ya geldi, talebe yetiştirmeye ve eser yazmaya devam etti. Bir ara Şam’a gitti ise de tekrar döndü.

İsmail Hakkı Bursevi, Bursa’da dergah, mescit, semahane, çilehane ve misafir odalarından meydana gelen bir külliye yaptırarak ismini Cami-i Muhammedi koydu. Caminin kitabesini bizzat kendisi yazdı. Bursa’da vefat etti. Kabri, İsmail Hakkı Tekkesi diye anılan yaptırdığı Cami-i Muhammedi’nin mihrabı arkasındadır.

İsmail Hakkı Bursevi buyurdu ki:

“İnsana gelen bela ve sıkıntılar kalbi aydınlatır. Bela ve musibet zamanında ilahi tecelli meydana geldiği için kalp genişler.”

“Evliyayı inkar etmeyip, muhabbet beslemek lazımdır. Çünkü hadis-i şerifte; “Kişi sevdiği ile beraberdir” buyruldu. Kıyamet günü bu büyükler şefaat edeceklerinden onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helakine sebeb olur.”

“Salih arkadaşlarından ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalalete (sapıklığa) düşersin. Topluluktan ayrılan helak olur.”

Ahir zamanda tasarruf Türk’ündür;

Ruhul Beyan Tefsirinin Müfessiri İsmail Hakkı BURSEVİ (doğumu miladi 1652) Hazretleri, İstanbul Kütüphanesi’nde kayıtlı “HADİS-İ ERBAİN“ adlı eserde Bakara Suresi 31. ayetin tefsirini yaparken şöyle diyor:

“Âdem’in cennetten çıkma vakti gelince Cenab-ı Allah bunu haber vermesi için CEBRAİL’İ gönderir. Cebrail durumu Âdem’e bildirir. “Âdem tınmadı“ yani emri duyma...zlıktan geldi. Cebrail durumu Allah’a bildirince Allah Teâlâ Cebrail’e: “Git ÂDEM’E LİSAN-İ TÜRKİ ile SÖYLE“ der. Cebrail gelir ve Türkçe olarak cennetten çıkma emrini tebliğ eder. “Âdem cennetten lisan-i Türki ile ‘kalk‘ dimekle kıyam idip çıkmıştır. Zira ahir zamanda tasarruf Türk’ündür.“(İstanbul Küt. 1317 nolu kitap, s.26 )

ESERLERİ:
İsmail Hakkı Bursevi’nin 106 eseri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1)Tefsir-i Ruh-ul-Beyan;
İstanbul ve Mısır’da basılmıştır. Vaazlarda çok kullanılan bir tefsirdir.
2)Şerh-i Muhammediyye (iki cilt)
3)Şerh-i Mesnevi
4)Şerh-i Pend-i Attar
5)Şerh-i Bostan
6)Şerh-i Hadisi Erbain
7)Divan

İSMAİL HAKKI BURSEVİ (k.s ) ÇEKTİGİ ÇİLELER !

Kendisi şöyle anlatır :
Allahü Teala, adeti ilahiyyesi üzerine beni bulundugum dereceden daha yüksek bir dereceye yükseltti. Daha önce sahip olmadıgım bir meziyeti kalbime akıtarak, beni ilim ve irfan sahibi eyledi. Allahü Tealanın bu şekilde derecemi yükseltip , bana ilim ve irfan ihsan etmesi yedi senede meydana geldi. Fakat bu feyz ve yükseklige kavuşmak, başa gelen bela ve musibetlerin, meşakkatlerin acısını tatmaya baglı oldugundan, pek cok meşakkat ile karşılaştım.Bir taraftan diger tarafa, bır memleketten başka memlekete gitmek suretiyle çok meşakkat ve sıkıntılar çektim. Mihnet ve acı, insanı bulundugu mertebeden aşagı indirmez. Bilakis başa gelen bela ve musibeti kadere rıza ile karşılamak iyi akıbetlere vesile olur.
İlk önce yolculuk yaptıgım memleket Üsküp idi . Yedi sene sonra oradan Bursa’ya gittim. Yedi sene sonra Kıbrıs’a gitmem icap etti. Yedi sene sonra Harem-i şerife gittim. Yedi sene sonra Hicaz’a gittim. Orada çocuklarım vefat etti. Hac yolunda çok sıkıntılar çektim. Hatta kıymetli kitaplarım ve eşyalarımın hepsi elimden gitti. Eşkıya tamamını yaktı. Çölde ölümle yüz yüze geldim.Herşeyden ümidimi kesip ölümü beklemeye başladıgım anda Hızır Aleyhisselam geldi ve beni çölden kurtardı. Bu sırada bana manevi derecelerden tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat makamları verildiBütün bunlar karşısında ilahi emre boyun egdim. Yedi sene sonra Ebu Yümn’ün kabrini ziyaret maksadı ile dogum yerim olan Aydos’a gittim. Yedi sene sonra ikinci defa olarak hacca gittim. Yedi sene sonra Bursa’dan Şam’a gitmem emrolundu. Bütün akrabalarımdan uzak kaldım.
İşte bir çok musibet ve çilelerle geçirdigim bu yollar kırk seneyi geçiyor. Allahü Teala diledigini yapar. Kimse O’na bunu niçin böyle yaptın diye soramaz. Karşılaştıgım ve çektigim bu sıkıntılar, tamamen manevi işaretlerle meydana gelmiştir. Güzel akıbet, ancak Allahü Teala’nın fermanı üzere meydana gelendir. Resülüllah Efendimiz ; ‘’ Benim çektigim sıkıntıyı hiçbir Peygamber çekmemiştir ‘’ buyurmuştur. İnsana gelen bela ve sıkıntılar, kalbi aydınlatır. Bela ve musibet zamanında tecelli-i ilahi meydana geldigi için kalb genişler. Bütün bunlardan dolayı en şiddetli meşekkat, Peygamberler hakkında meydana gelmiştir. Onlarınkinden daha hafifi evliyada görülür. Bu itibarla büyük zatlar hep meşekkat ve sıkıntı çekmişlerdir. Resülüllah Efendimiz kendisine çok eziyet ve sıkıntı veren kavmi hakkında ; ‘’ İlahi ! Kavmime hidayet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar.’’ Buyurarak hidayetleri için dua ettiler.


İmam-ı Rabbani Hazretleri Kimdir?

İmam-ı Ahmed Rabbani Hazretleri, Hindistan'da yetişen en büyük veli ve alim. "Silsile-i aliyye" denilen İslam alimlerinin yirmi üçüncüsüdür.

İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'abidin'dir. Lakabı Bedreddin, künyesi Ebü'l-Berekat'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu.

Ahmed Sirhindî (Arapça: أَحْمَدْ اَلسِّرْهِنْدِي) daha çok bilinen adıyla İmâm-ı Rabbânî (26 Mayıs 1564 - 20 Kasım 1624), Hindistan'da yaşamış İslâm âlimi ve tasavvuf önderi.

1564 yılında o zamanlar Babür İmparatorluğu egemenliği altındaki Hindistan'ın Serhend (Sirhind, Chandigarh) şehrinde doğdu. Ömer bin Hattab'ın soyundan geldiği için 'el-Fârûk' lakabını almıştır. 1624 yılında, 60 yaşındayken vefat etmiştir. Genel olarak Nakşibendî tarikatı mensubu olmasının yanında Kadiriyye, Çeştiyye gibi diğer tarikatlar arasında da saygın bir yeri vardır. Nakşbendiyye tarikatının Müceddidiyye kolundandır.

Düşünce yapısı ve mücadelesi

Babası ve Bâkî Billâh gibi âlimlerden dersler alarak İslâmî konularda birikime sahip oldu. Temel düşüncesi tasavvuf merkezlidir. Fakat mektuplarında şeriatsız bir tasavvuf anlayışının olamayacağını dile getirerek önce şeriat kurallarının yerine getirilmesini tavsiye ederdi. Yirmi yaşlarındayken Bâkî Billâh'ın müridi oldu. Kendisine Bâkî Billâh tarafından icazet ve halifelik verildi.

Ekber Şah'ın İslâm'a karşı tahrif ve yeni bir din oluşturma çabasına karşı mücadele vermiş ve Ekber Şah'ı eleştirmiştir. Dîn-i İlâhî adlı bu yeni oluşumun çok yaygınlaşmaması İmam-ı Rabbânî'nin başarısı kabul edilir.

Ekber Şah'tan sonra yerine geçen oğlu Cihangir Şah, ordu içinde mürit sayısı arttığı için vezirleri tarafından bir tehdit oluşturduğunun söylenmesi üzerine Rabbânî'yi hapse attırmıştır. Cihangir, Rabbânî'yi bir sene sonra hapisten çıkararak sohbetine aldı.

Rabbânî, onlarca mürşit yetiştirip Hindistan'ın değişik bölgelerine göndererek halkı irşat ettirdi. Ehl-i Sünnet inancıyla yaşayıp yeni kavramlarla tasavvuf ıstılahını genişletti. Mektuplarında yaşadığı tecrübeleri anlatmasıyla sonraki sûfîlerin bir ıstılahî kaynağa sahip olmasını sağladı.

Rabbânî, bâzı kesimlerce ikinci bin yılın mücedditi ve müçtehit kabul edilir. İslâm hükümleri ile tasavvufu birleştirmesinden dolayı 'Sıla' ismi de verilmiştir.

Rabbânî, insanı Dünya'da ve Âhiret'te yükseltecek olan tevâzûnun ne olduğunu ve kurtuluşun ancak Ehl-i Sünnet'e uymakla olduğunu bildirmiştir. Talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emretmiş, taassuba ve yobazlığa karşı mücadeleye çok önem vermiş, dîni cahillerden öğrenmeyi men etmiştir. Devamlı kitap okumalarını, ilim öğrenmelerini istemiş, önce itikadı düzeltmenin, sonra fıkıh bilgilerini öğrenmenin gerekliliğini anlatmıştır.

Eserlerinde iman ve Kur'an ahlâkı anlatılmakta, Allah'ın varlığını, birliğini, sıfatlarını, ihlası, ruhu, şeytanla ve nefsle olan cihadı ve Allah'a samimi olarak nasıl yakınlaşılabilineceği, peygamberlere ve dört halifeye uymaya çalışmanın gerekliliğini anlatmaktadır. Müminlerin kendi içinde bölünmüş olduğunu, ancak sadece Ehl-i Sünnet'e uyanların kurtulacağını söylemiştir. Birlik olunması ve Müslümanlığın yayılması gerekliliği üzerinde çokça durmuştur.

Ehl-i Sünnet reyince ikinci bin yılın yenileyicisi (müceddid-i elf-i sâni) kabul edilmiştir. 63 yaşında doğduğu şehirde vefat eden Ahmed Sirhindî'nin türbesine bölgesinde Ravzayı Şerif denir.

İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır. İmam-ı Rabbani, Rabbani alim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kamil, olgun alim demektir. Hicri ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddid-i elf-i sani", ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir.

Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Faruki" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendi" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi'dir. (kuddise sirruh)

İmam-ı Rabbani Hazretleri ilk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerimi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur'an-ı Kerimi bülbül gibi okurdu. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur alimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri'den ilim öğrendi. Mevlana Kemaleddin meşhur alim Abdülhakim-i Siyalkuti'nin de hocası olup, zamanının en yüksek alimi idi. Bazı hadis kitaplarını da Şeyh Yakub-ı Keşmiri'den okudu. Kadı Behlul-i Bedahşani'den; hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icazet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadiri ve Çeşti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.

Bu sırada; Risalet-üt-Tehliliyye, Redd-i Revafid, İsbat-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, sür'at-i intikali, zekasının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.

İmam-ı Rabbani Hazretleri, memleketinde ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Me'arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve Şerh-i Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, alim ve hakimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnetiseniyyeye teşvik ediyor, çok alim ve veli yetiştiriyordu. Allahuteâlâ ona öyle manevi ilimler ihsan etmişti ki hocası Baki-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzuruna gelir, hürmetle otururdu. Hatta bir gün geldiği zaman, İmam-ı Rabbani'yi kalbi ile meşgul görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; "Rahatsız etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmam-ı Rabbani hazretleri kalkıp; "Kapıda kim var?" deyince üstadı; "Fakir Muhammed Baki." dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevazu ile karşıladı.

İmam-ı Rabbani Hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam alimi ve büyük bir mürşid-i kamildir. Peygamber Efendimiz (asv)'in vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allahuteâlâ kullarına acı(Zeker), İmam-ı Rabbani gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı batıldan ayırıp, çok kalblerden batılı kaldırdı. Bu yüce İmam'ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allahuteâlâ onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, din-i İslamı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin dine yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, ikna edici delillerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehlisünnet itikadının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid'atlerin kalktığını gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftira etmeye başladılar.

Bunun için bazı kimselerin cefa oklarına, eziyet ve iftiralarına hedef oldu. Nice alimlerin, fadılların, kamillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrafına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasedlerini daha da artırdı. İmam'ı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar. Mesela, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami gibi büyük meşayihi aşağı görüyor diyerek, cahil tabakayı aldattılar.

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye anında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usul-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyatının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftabih yani fıkıh alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvalara, daima uymaktı. Bazı fıkıh alimlerinin caiz dediği, bazılarının mekruh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helal ve haram olmasında ihtilaf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır." buyururdu.

İmam-ı Rabbani Hazretleri 1615 (H.1024) senesinde, elli üç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kaza-yı mübremin altmış üç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler." buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber Efendimize (asv) tabi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta Hazret-i Ebu Bekr'e, Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ali'ye de uymuş oluyordu.

1623 (H.1032) senesinde Ecmir'de iken; "Vefat etmemin yakın olduğuna dair işaretler, alametler görülmeğe başladı." buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp; "Ömrümüzün sona ermesi yakındır." buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyanın gözlerinin nuru kıymetli oğulları, bu mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzuruna kavuşunca, bir gün, bu yüksek oğullarını hususi odaya çağırdı. Buyurdu ki: "Kıymetli oğullarım, bu dünyaya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Öbür dünyaya gitmek icab ediyor, gitme ve yolculuk alametleri görünmeğe başladı."

Vefatı 1624 (H.1034) senesi, Safer ayının yirmi sekizi, kuşluk vakti vaki oldu.

Eserleri :

1) Mektubat: Mektubat, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelam ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.

Mektubat'ın birinci cildi 1616 (H.1025) senesinde talebelerinin meşhurlarından Yar Muhammed Cedid-i Bedahşi Talkani tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üç yüz on üç (313) mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Haşim-i Keşmi'ye yazılmıştır. İmam-ı Rabbani Hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; "Muhammed Haşim'e gönderilen bu mektupla resullerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshab-ı Bedr'in sayısına uygun olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmuştur.

İkinci cildi ise 1619 (H.1028 ) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütni tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esma-i Hüsna yani Allahuteâlânın Kur'an-ı Kerim'de geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.

Üçüncü cild de İmam-ı Rabbani Hazretlerinin vefatından sonra 1630 (H.1040) senesinde talebelerinden Muhammed Haşim-i Keşmi tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur'an-ı Kerim'deki surelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç cildde toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup vardı. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin vefatından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilave edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi beş yüz otuz altı (536) olmuştur.

Mektubat'daki mektupların birkaçı Arabi, geri kalanların hepsi Farisidir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır.

2) Redd-i Revafıd: Farisi olup, Rafızileri reddedeneserdir. Arapça'ya da tercüme edilmiştir.

3) İsbatün-Nübüvve: "Peygamberlik nedir?" adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir Ayrıca Arapçası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.

4) Mebde' ve Me'ad,
5) Adab-ül-Müridin,
6) Ta'likat-ül-Avarif,
7) Risale-i Tehliliyye,
8 ) Şerh-i Ruba'ıyyat-ı Abd-il-Baki,
9) Mearif-i Ledünniye,
10) Mükaşefat-ı Gaybiyye,
11) Cezbe ve Süluk Risalesi.


IMAM_I RABBANI


Dînin ve dînî ilimlerin ihyâsı husûsunda İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mühim bir mevkii vardır. Çünkü o, “ikinci binin müceddidi”dir. İlk bin yılın sonlarında İslâm dîni büyük bir inkırâz tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Dînî ilimlere rağbet iyice azaldı. Cehâlet ve bid’atlar şuyû’ buldu. Dinde reform ve dinler arası telfik gayretleri devlet eliyle yürütülüyordu. İslâm ve müslümanlar hor ve hakir, küfür ve küffâr hâkim ve kâhirdi. Din ilmi ile meşgul olanlar bile, dünyâya rağbet ederek, âdetâ âlemin fesâdı için uğraşıyorlardı. İnsanların kurtarıcısı olan âlimleri de kurtaracak birine ihtiyaç vardı. Tasavvuf erbâbı ise büyük ölçüde vahdet-i vücûd ve felsefe menşe’li fikirlere kapılmış, ciddî hatalara düşmüştü.
İmâm-ı Rabbanî hazretleri böyle bir devirde dîni tecdîd ve ihyâ vazîfesine başladı. Yetiştirdiği talebeler ve yazdığı mektuplarla, dîni ve dînî ilimleri tervic etmeye çalıştı. Bu husûsta yazdığı mektuplardan bazı kısımları ehemmiyetine binâen arzetmeye çalışalım.
“Ulûm-ı şer’iyye talebesinin sûfiyye üzerine takdim edilmesi, himmet nazarında cidden güzel oldu. Talebe-i ulûmun takdîminde, dînin tervîci vardır. Çünkü onlar dîn-i nebeviyenin hâmilidirler. Millet-i Mustafaviyye, onlarla kâimdir. Kâinâtın efdali olan peygamberler, insanları sâdece dîne dâvet etmişlerdir. Bu yüce zâtların bi’setinden maksad, dîni tebliğ etmektir. Öyleyse hayırların en büyüğü, bilhâssa şeâir-i İslâmın yıkıldığı şu zamanda dîni tervîc ve onun hükümlerinden birini ihya için gayret göstermektir. Öyle ki Allah yolunda binler(ce şey)i infak, dînin meselelerinden bir meseleyi tervîce denk olmaz. Çünkü dîni tervîc etmek, peygamberlerin yolunu tâkip etmektir. O peygamberler ki, mahlûkâtın en şereflisi onlardır. İyiliklerin en mükemmeli onlara verilmiştir.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektubat 1/48 )
Çok sevdiği ve birçok yerde tezkiye ettiği, vefât ettiği zaman arkasından Allah’a, “Ey Allah’ım! Bizi onun ecrinden mahrum etme ve onun arkasından bizi fitneye düşürme.”, (İmâm-ı Rabbânî, 1/61) diye duâ ettiği Molla Ahmed Berkî hazretlerine yazdığı bir mektupta, onun mâneviyâtta yüce makâmlara ulaştığını müjdeledikten sonra şöyle buyurur:
“Senin bu devleti elde etmenin sebebi, cehâletin temekkün edip, bid’atların rüsuh bulduğu yerlerde, ulûm-ı diniyyeyi ta’lim ve ahkâm-ı fıkhiyyeyi neşretmen, evliyâullah’a muhabbet ve ihlas göstermendir. Allah bunları sana mahzâ fazlı ile vermiştir.” (İmam-ı Rabbani,1/275)

Molla Fenari  ( Mevlânâ Şemseddîn Fenârî ) Kimdir?

Molla Fenari, (d. y. 1350, Maveraünnehir - ö. 1430, Bursa), din alimi, bilim adamı, müderris, Osmanlı Devleti'nin ilk müftüsü/şeyhülislamı.

Hayatı


Molla Fenari yaklaşık 1350 yıllarında Maveraünnehir'de doğmuş ve Anadolu'ya göçetmiştir.[1] [kaynak belirtilmeli]Asıl adı Şemseddin Mehmed'dir. Babası Muhammed Hamza b. Ahmed tasavvuf ile uğraşmakta idi. Fenari lakabını ya Bursa Yenişehri civarında bulunan Fener kasabasından almıştır ya da babasının fenercilik yapması dolayısıyla almıştır. Molla Fenârî küçük yaşta babasından tasavvuf öğrenmiştir. Medrese eğitimi sırasında Mevlânâ Alâuddîn Esved, Cemâleddîn Aksarâyî, Hamîduddîn-i Kayserî'in derslerine devam etmiştir. Mısır'a gidip, Hanefî fıkıh âlimi Ekemâleddîn-i Bâbert'in derslerine katılmıştır.

Molla Fenari müderris olarak Bursa'da. Yıldırım, Çelebi Mehmed ve II. Murad dönemlerin yaşayıp çalışmıştır. Ankara Savaşı'ndan sonra Seyyid Mehmedi Buharî ve bir grup alim ile Timur tarafından esir olarak Kütahya'ya getirilmiştir.[2]

Osmanlı belgelerinde II. Murad 1424 yılında onu "Müfti'l Enamlık" görevine atamasına kadar (kadılar ve fakihler hakkında belgeler bulunmakla beraber) Molla Fenari ile kurulan ve sonradan şeyhülislamliğa dönüşecek müftülük kurumu hakkında hiçbir kayda rastlanmamaktadır.[3] Zaten 16. yüzyılda Mehmet Ebussuud Efendi'nin şeyhülislamlığına kadar, müftüler düşük maaşlı ve bu nedenle protokolde düşük seviyelerde bir devlet mercii idi. Kazaskerler günde 500 akçe yevmiye alırlarken müftüler önce bunun beşte biri sonra üçte biri günlük yevmiye alırlardı.[3]

Bu nedenle olacak Molla Fenari Bursa'da müderrislik, kadılık ve müftülük yaparken gelir sağlamak için ipekçilik de yapmıştır.

Molla Fenari, Bursa kadısı iken reisliği yaptığı mahkemede Yıldırım Bayezid'in şahitliğini kabul etmeyerek, adalet önünde hükümdarla herhangi bir vatandaşın eşit haklara sahip olduğu ilkesini getirmiştir.

Molla Fenari Hicaz'a hac ziyaretini ilk defa 1419;da yapmıştır. Hacdan dönerken, Mısır'da bir müddet kalarak ders vermiş ve Kudüs'e da uğradı. 1429 yılında Şam yolu ile ikinci defa hacca gitmiş ve bu arada yine Mısır ve Kudüs'de uğramıştır,

1430 yılında Bursa'da vefat etti.

Osmanlı Devleti’nin ilk şeyhülislâmı ve zamanının müceddidi olan büyük İslâm âlimi. İsmi, Muhammed bin Hamza bin Muhammed bin Muhammed er-Rûmî el-Fenârî’dir. Lakabı Şemsüddîn’dir. 751 (m. 1315) senesi Safer ayında, Fenâr köyünde dünyâya geldi. Bu köyde doğduğu veya babasının fenercilik san’atıyle meşgûliyetinden dolayı “Fenârî” nisbetiyle meşhûr oldu.

Aklî ve naklî ilimlerde zamanının bir tanesi oldu. Alâüddîn-i Esved’den, Cemâlüddîn-i Aksarâyî’den ve Mısır’da Ekmelüddîn-i Bâbertî’den ilim almış, babası Muhammed Hamza’dan ve Şeyh Hamîdüddîn-i Kayserî’den de tasavvuf ma’rifetlerini elde etmiştir. Kendisinden de; İbn-i Hacer ve Kâfiyecî Muhyiddîn gibi meşhûr zâtlar icâzet alarak istifâde ettiler. İbn-i Hacer diyor ki: “Kâhire’ye geldiğinde, onunla görüşmek şerefine nail oldum. Kendisi bana tam bir yetki ile icâzet verdi.”

İmâm-ı Süyûtî şöyle demektedir: Üstadım Şeyh Muhyiddîn-i Kâfıyecî, Molla Fenârî’nin derslerine katılıp, onun yardımcısı olduğundan, Molla Fenârî’yi övmekte pek ileri gitmişti. Niye “Fenârî” diye anıldığını sordum. Buna, onun fenercilik san’atıyle uğraştığını söyleyerek cevap verdi.”

Bursa’da müderrislik ve kadılık yaptı. Sultan İkinci Murâd Hân’ın iltifât ve teveccühlerine kavuştu. Onu müftîlik ve kadılık mevkiinin en yüksek makamı olan şeyhülislâmlık vazîfesine ta’yin etti. Pâdişâhın her husûsta en hâs müşaviri oldu. Bu yüksek âlime karşı halkın gösterdiği hürmet ve saygı, fevkalâde idi. Câmi-i şerîfe giderken, halk onu görmek için toplanır, o fazîlet timsâlini görmekten büyük bir haz duyardı. Tefsîr, fıkıh, usûl-i fıkıh ve daha başka ilimlere dâir yazdığı çok kıymetli eserleri vardır. Mantık ilmine dâir olan “Îsâgûcî şerhi”ni bir günde yazıp tamamlamıştır.

834 (m. 1431) senesi Receb ayında Bursa’da vefât etti. Kabri, Bursa’da Keşîş dağı eteğinde, Maksem adı verilen semtte yaptırdığı mescidin yanındadır ve ziyâret edilmektedir. Kabri, Bursa’nın en yüksek semtinde bulunmaktadır. Câmiinin yanında bir de medresesi vardır. Ayrıca birçok hayır işleri de gerçekleştirmişti.

Fenârî, din ve fen bilgilerinde zamanının en meşhûr âlimi idi. “Mugnî” ve “Vikâye” kitaplarını şerh eden Mevlânâ Alâüddîn Esved ve Şeyh Cemâleddîn-i Aksarâyî ile zamanında bulunan diğer birçok büyük âlimden ders okudu. İlim tahsili için Mısır’a gidip, orada bulunan meşhûr Hanefî fıkıh âlimi Kemâleddîn-i Bâbertî’den de okudu. Mevlânâ Ahmedî ve Hacı Paşa da ona talebe arkadaşlığı yapmışlardı. Din ilimlerinin yanında; fizik, matematik ve astronomi de öğrendi. Tasavvufta yüksek dereceye kavuşmuştu, ilim tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu’ya dönerek Bursa’ya yerleşti. Sultan Yıldırım Bâyezîd ve Çelebi Sultan Mehmed Hân zamanlarında, Bursa’da çok talebeye ders okutup, binlerce âlim yetiştirdi. Adı ve şöhreti her tarafta duyulup, sultanlar, kumandanlar ve büyük âlimler, kendisine hürmet ve i’tibâr gösterdiler. İlim ve irfan taleb edenler, her taraftan koşarak gelip, onun derslerine devam etmişlerdi.

822 (m. 1419) yılında, ilk defa Hicaz’a gidip hac yaptı. Hacdan dönerken. Mısır Sultânı Melik Müeyyid, Mısır’da kalarak ders vermesini rica etti. Bir müddet kalıp, ders okuttu. Birçok ulemâ ve evliyâ ile sohbet etmiş ve çeşitli mes’eleleri muhâsebe ve müzâkere etmişlerdir. Bu yolculuğu esnasında Kudüs-i şerîfi de ziyâret etmişti. Çelebi Sultan Mehmed Hân da’vet edince, Bursa’ya geldi. Bu haccında Medîne-i münevverede iken, orada vefât eden büyük velî Şâh-ı Nakşibend’in halîfesi Muhammed Pârisâ’nın cenâze namazında bulundu.

828 (m. 1424) yılında Sultan İkinci Murâd Hân, onu ilk şeyhülislâm olarak ta’yin etti. Bu vazîfeyi, adâlet ve hak üzere altı sene yaptı. Devletin mühim işlerinde, sultanlar ve devlet adamları kendisiyle istişâre ederek, ilminden ve isâbetli görüşlerinden istifâde etmişlerdi. Ders okutması yanında, fetvâ işlerini ve Bursa kadılığını da yürüten Molla Fenârî, bir mahkeme esnasında, Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân’ın şâhidliğini dahî kabûl etmemiştir. Şöyle ki: Mahkemede da’vâ konusu olan bir hâdisenin şahidi olarak pâdişâh’ın da dinlenmesi îcâbetmişti. Kâdı Molla Fenârî, huzûrunda duruşmaya çıkan Pâdişâh’ın şehâdetini, İslâmiyetin aradığı şâhidlik şartlarından biri kendisinde bulunmadığı için red etmişti. O da, namazlarda Pâdişâh’ın cemâatte görülmemesiydi. Çünkü dînimizde, cemâat ile namaz kılmayı terk edenin mahkemedeki şâhidliği makbûl değildir. Bunun üzerine Yıldırım Bâyezîd Hân hemen oturduğu sarayın yanına bir câmi inşâ ettirerek, beş vakit namazı, cemâati hiç terk etmeden kılmağa başladı. Bursa’da müderrislik ve kadılık yapan Molla Fenârî, kazzazlık (ipekçilik) yaparak da nafakasını te’min etmeye çalıştı ve kazandığı paralar ile çok hayrat ve hasenatta bulundu. Kale’de, Manastır mahallesinde ve Debbâglar semtinde olan mescidler ile, Pınarbaşı’ndaki Dâr-ül-hadîs, onun yaptırdığı eserlerdendir. Kudüs’te de bir medreseyi satın alıp, masraflarını, Anadolu’da yaptığı vakıfların gelirinden karşılamıştır. Vefâtında, çok para ve onbinden çok kitap bıraktı.

Molla Fenârî, bir ara Bursa’daki hizmetlerini bırakıp Konya’ya gitmişti. Karaman Beyi de ona çok iltifâtlarda ve ihsânlarda bulundu. Ders okutması için ricada bulundu. Orada da ders verip talebe yetiştirdi. Burada, Ya’kûb-i Asfâr ve Ya’kûb-i Esved gibi zâtlar ondan istifâde edip, ilimde yüksek dereceye ulaşmışlardı. Molla Fenârî, bu iki talebesiyle dâima iftihar ederdi. Karaman Beyi’nin kızı Gül Hâtun ile evlenerek, iki oğlu, iki kızı oldu. Sonra Osmanlı Sultânı’nın da’veti üzerine tekrar Bursa’ya geldi. Eski hizmetlerine devam etti. İki oğlu da, kendisi gibi âlim olarak yetişti. Onlar da Bursa’da kadılık yapmışlardır. Onun soyundan gelen Ali bin Yûsuf, İstanbul-Aksaray’da, Vatan caddesindeki kiliseyi câmi yapmıştır. İmâm-ı Îsâ Efendi, câmi’ye çok vakıf yaptığından, “Fenârî Îsâ” mescidi denilmiştir. Bu zât Bursa’da kadı iken, 903 (m. 1497) yılında vefât etmiştir. Ahfadından (torunlarından) Muhyiddîn bin Muhammed Fenârî, onüçüncü şeyhülislâm olup, Beykoz’a bağlı Dereseki köyünde ve Rumelihisârında birer mescid yaptırmış, 954 (m. 1547) senesinde vefât etmiştir. Kabri, Eyyûb Sultan’dadır.

Molla Fenârî, uzun zaman Bursa’da kalan ve Somuncu Baba diye tanınan Hâmid-i Aksarâyî’den de ilim ve feyz almıştır. Büyük bir velî ve yüksek âlimlerden birisi olan Somuncu Baba, önceleri Bursa’da yaptırdığı fırında pişirdiği ekmekleri satarak geçinirdi. O sırada Molla Fenârî de Bursa’da kadılık yapıyordu. Somuncu Baba’nın ilimdeki ve evliyâlıktaki üstünlüğünü bilenlerden idi. Sultan Yıldırım Bâyezîd. Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmi’yi inşâ ettirmeye başlamıştı. İnşâat sırasında, câmide çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba karşılamıştı. Câmi’nin inşâsı bittiğinde, açılış günü Cum’a hutbesini okumak üzere Pâdişâh’ın dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan hazretlerine vazîfe verilmişti. O gün orada, Molla Fenârî ile beraber büyük bir âlim topluluğu da vardı. Tam Cum’a vakti gelince, Emîr Sultan hazretleri; “Sultânım, zamanımızın büyüğü burada bulunurken, bizim hutbe okumamız edebe uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât, şu kimsedir!” diyerek Somuncu Baba’yı işâret etti. Şöhretten son derece sakınan bu büyük velî, Pâdişâh’ın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultân’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im! Niçin böyle yapıp, benim hâlimi ele verdiniz?” dedi. Emîr Sultan da: “Sizden daha üstün bir kimse göremediğim için böyle yaptım” diye cevap verdi. Cemâat hayret içinde kalmıştı. Somuncu Baba’nın okuyacağı hutbeyi merakla baklemeye başladılar. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle güzel bir hutbe îrâd buyurdu ki, o zamana kadar cemâat böyle bir hutbeyi hiç kimseden dinlememişlerdi. Hutbede; “Ulemâdan ba’zısının, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı bulunmaktadır. Onun için, bugünkü hutbemizde bu sûrenin tefsîrini yapalım” buyurdu. Fâtiha sûresinin yedi türlü tefsîrini yaptı. Bu konuda nice hikmetli sözler beyân eyledi ki, herkesin hayreti daha da çok arttı. Bursa’da herkes, artık onun büyüklüğünü anlamıştı. Başta kadı Molla Fenârî; “Somuncu Baba, önce bizim bu sûrenin tefsîrindeki müşkilimizi halletti. O, bunun büyük bir kerâmetiydi. Çünkü, Fâtiha’nın birinci tefsîrini bütün cemâat anlamıştı, ikinci tefsîrini, cemâatin bir kısmı anladı. Üçüncüsünü anlayanlar çok azdı. Dördüncü ve sonraki tefsîrlerini, içimizde anlıyan yok gibiydi” demekten kendini alamamıştı.

Namazdan sonra hemen evine giden Somuncu Baba’yı ilk ziyâret eden Molla Fenârî oldu. Bu ziyâret sırasında ona; “Efendim, bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat anlıyamadığım ba’zı yerleri vardı. Bu hutbeniz ile, anlıyamadığım yerleri açıklamış oldunuz. Medresede, hizmetlerimizin karşılığında kazandığımız beşbin akçe paramız vardır. Helâl olmasında hiç şüpheniz olmasın. Kabûl buyurursanız, bunu size hediye etmek ve ayrıca sizin talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh edip duâ eyledi. Molla Fenârî, çok feyz ve ma’rifetlere kavuştu. Yazdığı tefsîrlerinde bu ince ma’rifetleri beyân eyledi. Bir cild büyüklüğündeki “Fâtiha Tefsîri”, bu ince bilgilerle doludur. Bu hâdiseden sonra büyüklüğü herkes tarafından anlaşılan Somuncu Baba; “Sırrımız ifşa oldu. Herkes bizi tanıdı” diyerek, Bursa’dan ayrılmak istedi. Bir sabah erkenden, Gaves Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğunu haber alan Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip, Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de, kabûl ettiremedi. Sonunda Bursalılara duâ etmesini taleb etti. Bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli ve bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti. Birbirine veda ederek ayrıldılar. “Duâ Çınarı” denilen bu ağaç, Bursa’nın Ankara yolu çıkışındadır.

Molla Fenârî, Tasavvufta Zeyniyye tarikatına mensûb idi. İpekçilikten çok iyi anladığından, kendisine yetecek kadar parayı sağlamak için bu işle uğraşır ve yiyeceği, giyeceği için lâzım olan parayı kendi emeği ile kazanırdı. Süslü elbiselerle dolaşmaktan hiç hoşlanmazdı. Gayet mütevâzi olarak giyinir, başında bir dolama ile dolaşırdı. Böyle giyinmesinin sebebini soranlara; “Elimin kazancı, daha fazlasına yetmiyor” diye cevap verirdi.

Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerinin en büyük halîfesi Şeyh Abdüllatîf-i Kudsî, Anadolu’yu şereflendirdiğinde, Molla Fenârî onun gelişini parlak bir manzûme ve güzel bir şiirle kutlamıştı. Zeynüddîn-i Hâfî de, aynı bahr ve vezinde bir karşılık söyleyerek, pekçok övücü sözler yazmış ve Molla Fenârî’ye göndermişti ki, bu şiirin sonu şöyledir:

“Dilerim ilâhî, sürüp gitsin onun ikbâli.
Cin, insan, herkes alsın ondan feyzini.

Ömrüne kurban olam, güçsüz şi’rim bu cevapta,
Hassân’ın şi’riyle. Hâtem cömertliği yanında.

Medhimse bir üstünlük kazandırmaz benden sana.
Hafif sayılırız elbet bütün şâirlerden daha.

Eğer bu sözlere derseler utanırım öyle,
Fenârîzâde övgüsüne İbn-i Gânim cevâbı diye”

Büyük İslâm âlimi Mevlânâ Şemseddîn Fenârî’nin ömrünün sonlarına doğru gözlerine perde geldi. Göremez oldu. Bir gece Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz; “Tâhâ sûresini tefsîr eyle!” diye buyurdukta; “Yüksek huzûrunuzda, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmeye gücüm olmadığı gibi, gözlerim de görmüyor” demişti. Peygamberlerin tabibi olan Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) mübârek hırkasından bir parça pamuk çıkarıp, mübârek tükrüğü ile ıslattıktan sonra gözleri üzerine koymuştur. Molla Fenârî uyanıp, pamuğu gözlerinin üstünde bularak kaldırmış, görmeğe başlamıştır. Allahü teâlâya hamd ve şükr etmiştir. Pamuk ipliklerini saklayıp, öldüğü zaman gözleri üzerine konmasını vasıyyet etmiştir. Gözlerinin açılmasının bir şükrânesi olarak, 833 (m. 1429) senesinde Şam yolu ile ikinci defa hacca gitmiştir. Bu esnada Mısır’a ve Kudüs’i şerîfe de uğramış, birçok âlim ile sohbet edip, birbirlerinden istifâde etmişlerdir.

Molla Fenârî, “İskender Târihi”ni nazm eden Mevlânâ Ahmedî ve tıbda “Şifâ” kitabının sahibi tabîb Hacı Paşa ile birlikte, Mısır’da Ekmelüddîn-i Bâbertî’nin huzûrunda ders arkadaşı idiler. Birgün bir evliyâyı ziyârete gitmişlerdi. Bu zât, onlara bakıp. Mevlânâ Ahmedî’ye; “Sen vaktini şiirde harcarsın”, Hacı Paşa’ya; “Sen ömrünü tıbda harcarsın”, Molla Fenârî’ye de; “Sen de din ve dünyâ reîsliğini, ilim ve takvâyı birlikte bulundurursun” buyurdu. Gerçekten de, bu zâtın buyurduğu gibi oldu.

Sultânın veziri olan Hacı İvaz Paşa, bir konuda Molla Fenârî’ye kızmış bulunduğundan, gözleri görmez olunca, lâf olsun diye; “Dilerim ki, o amâ ihtiyârın namazını ben kıldırayım” demişti. Bu söz Molla Fenârî’nin kulağına ulaşınca; “Ol kimse câhildir. Cenâze namazını kıldırmayı beceremez. Cenâb-ı Hakkın kapısından ümidim şudur ki, bana hemen şifâ buyurup, onu a’mâ eyleye ve ben onun namazını eda edeyim” dedi. Çok zaman geçmeden Molla Fenârî. Allahü teâlânın lütuf ve ihsânına kavuşup, görmeyen gözü aydınlandı. Rü’yâsında Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizi görüp. O’nun mübârek tükrüğünün ve gözüne koyduğu pamuğun bereketiyle gözleri açıldı. Tam bu günlerdeydi ki, vezirin gözleri görmez oldu. Vezir, Molla Fenârî’den evvel vefât edip, cenâze namazını da Fenârî hazretleri kıldırdı.

Eserleri çok kıymetlidir. Başlıcaları şunlardır:

1- Ayn-ül-a’yân: Fâtiha sûresinin tefsîridir. Tefsîr ilminde de tam bir vukûfa sahip olan Molla Fenârî’nin bu üstünüğüne, “Fâtiha-i şerîfe” için yazmış olduğu bir cildlik tefsîri şahiddir. Bu tefsîr kitabının mukaddimesinde. İlm-i tefsîre, tefsîrin dayandığı ilimlere, müfessirlerin ta’kib edecekleri tertîb ve usûle dâir çok mühim bilgiler vardır. Bu kıymetli eser, tasavvuf ilminin birçok ince ma’ritelleri ile de süslenmiştir. İlim ve ma’rifet babında çok faydalı bilgileri ihtivâ etmektedir. Matbû’ bir eserdir. 2-Füsûl-ül-bidâyi’ fî usûl-iş-şerâyi’: Fıkıh usûlüne dâir yazdığı çok kıymetli bir eser olup, otuz senede tamamlamıştır. Bu eserinde; “Menâr”, “Usûl-i Pezdevî”. İmâm-ı Râzî’nin “Mahsûl”ünü, İbn-i Hâcib’in “Muhtasar”ını ve diğer usûl kitaplarını toplamış ve şerh etmiştir. 3-Îsagûcî şerhi: Mantık ilmine dâir. bir günde yazdığı çok kıymetli şerhtir. Îsâgûcî’ye yaptığı bu şerhi, mantık ilmini çok güzel açıklamaktadır. Buna, birgün sabahleyin başlamış, güneş batarken bitirmiştir. Bu mantık kitabı, medreselerde uzun zaman ders kitabı olarak okutulmuştur. 1304 (m. 1886) yılında İstanbul’da basılmıştır. 4-En-mûzec-ül-ulûm: Yüze yakın ilme âit mes’eleleri ihtivâ eden ansiklopedik bir eserdir. Bu eser, oğlu Muhammed Şah tarafından şerh olunmuştur. 5-Ferâiz-i Sirâciyye şerhi, 6-Şerh-i Mevâkıb üzerine Ta’likât, 7-Esâs-üt-tasrîf, 8-Esmâ’il-fünûn, 9-Es’ile, 10-Risâletü ricâl-il-gayb, 11-Risâletün fî menâkıb-iş-Şeyh Behâüddîn-i Nakşibendî, 12-Şerhu Usûl-il-Pezdevî, 13-Şerhu Telhîs-il-câmi’ el-kebîr: Fıkıh ilmine dâirdir. 14-Şerhu Telhîs-il-miftâh: Me’ânî ilmine dâirdir. 15-Şerh-ur-risâlet-il-esîriyye fil-mîzân, 16-Şerhu Fevâid-il-gıyâsiyye: Me’ânî ve beyân ilimlerine dâirdir. 17-Şerhu Mukatta’ât, 18-Şerh-ül-Mevâkıb: Kelâm ilmine dâir bir eserdir. 19-Hâşiyetün alâ şerh-ış-şemiyye: Seyyîd Şerîf Cürcânî’nin eserine yaptığı kıymetli bir haşiyedir. 20-Hâşiyetün alâ dav’ıl-miftâh, 21-Şerh-ül-Misbâh: Nahiv ilmine dâirdir. 22-Hâşiyetün alâ Şerhây-is-Seyyid ves-Sa’d lil-miftâh, 23-Uveysât-ül-efkâr fî ihtiyâri ülil-ebsâr: Aklî ilimlere dâir yazdığı bir eser olup, fen ilimlerinde zor problemlerin çözüm şekillerine karşı i’tirâzları inceler. 24-Misbâh-ül-üns beyn-el-ma’kûl vel-meşhûd fî şerh-i miftâh-i gayb-il-cem’i vel-vücûd: Sadruddîn-i Konevî’nin “Miftâh-ül-gayb” adındaki eserinin şerhidir. 25-Mukaddimet-üs-salât.

Bunlardan başka birçok metinlere, şerh ve haşiyeleri ve ta’likâtı var ise de, tedris, kadılık ve müftîlik işleriyle meşgûliyeti, eserlerinin çoğunu temize çekmeye müsâade etmeyip, müsvedde hâlinde kalmıştır.

“Ayn-ül-a’yân” adındaki tefsîrinden seçmeler:

Hazreti Ali buyurdu ki: “Her ilim, Kur’ân-ı kerîmde vardır. Fakat insanlar ondan âcizdirler.”

Hazreti Hasen buyurdu ki: “Allahü teâlâ semâdan yüzdört kitap indirdi. Bunların içindeki bilgileri dört kitapta topladı. Bunlar; Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’ân-ı kerîmdir. Sonra bu dört kitabın içindeki bilgileri Kur’ân-ı kerîme koydu.”

Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “İlim öğrenmek her müslümana farzdır” buyuruldu. Hadîs-i şerîfte ilimden murâd, ilmihâl bilgisidir. Yâ’nî, dînin emirlerini yerine getirmekte her müslümana lâzım olan bilgilerdir. Allahü teâlânın varlığına, birliğine ve Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) Peygamberliğine inanmak bunlardandır.

Şa’bî ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “(Bilmiyorum) demek, ilmin yarısıdır. Şüpheli olduğu vakit bilmiyorum diyen kimse, ilmi ile amel etmiş olur. Ona bilen kimse gibi sevâb vardır.”


Diponotlar :

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 272

2) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 97

3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 47, 50

4) Miftâh-üs-seâde cild-2, sh. 124

5) Devhat-ül-meşâyıh sh. 3-5

6) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 188, 189

7) El-A’lâm cild-6, sh. 110

8 ) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 166, 167

9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1006, 1060

10) Kıyâmet ve Âhıret sh. 123

11) Eshâb-ı Kirâm sh. 339

12) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3436

13) Rehber Ansiklopedisi cild-5, sh. 328

14) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 390

MOLLA FENARÎ HAZRETLERİ KİMDİR?

Osmanlı tarihinin ilk şeyhulislâmı Molla Fenarî (rh.) hazretleridir. Asıl adı, Şemseddin bin Hamza olan bu meşhur âlim, 1350 Nisan’ında Teselya’nın bugün Yunanistan topraklarında kalan Fener İlçesi’nde doğduğu için, Fenârî ünvanıyla anılır.
O devrin büyük âlimlerinden Mevlânâ Alâeddin Esved ve Şeyh Cemaleddin Aksarayî (rahımehümallah)’den ders görmüş, sonra Mısır’da dinî ilimler, hey’et (astronomi) ve riyâziye (matematik) okumuş ve kendisinden istifade edilmek üzere orada alıkonulmuştur.
Yıldırım Bâyezid ve Çelebi Mehmed (rahmetullâhi aleyhimâ) zamanlarında Bursa’da talebe yetiştiren Molla Fenarî hazretlerinin şöhreti o kadar yayılmıştır ki; Bursa, onun ilminden istifade etmek isteyen ilim tâlipleriyle dolup taşmıştır. 1424 yılında II. Murad Hân onu, Bursa kadısı ve şeyhulislâm tâyin etmiştir. Altı yıl devam ettirdiği bu vazifede iken, devlet büyüklerinin hemen hepsi yüksek ilim ve fikirlerinden istifade etmişlerdir.
Büyük âlim Molla Fenarî hazretlerinin gözlerine ömrünün sonlarına doğru perde inip görmez oldu. Bir gece rüyâda Peygamberimiz (s.a.v.)’i gördü. Resûlüllah Efendimiz ona, “Tâ hâ sûresini tefsir eyle” buyurdu. O da cevaben, “Yüksek huzurunuzda Kur’ân-ı Kerim’i tefsir etmeğe gücüm olmadığı gibi, gözüm de görmüyor” deyince, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, bir parça kumaşı gözlerinin üzerine koymuş, uyanınca Fenârî hazretlerinin gözleri açılmış ve kumaş parçasını gözlerinin üzerinde bulmuştu. Bunun üzerine şükür bâbında hacca gitmiş ve dönüşte 1430 yılında Bursa’da vefat etmiştir. Bursa’da kendi yaptırdığı bir medrese ile bir câmii vardır. Mezarı câmiin hazîresindedir.
Vefâtında 10 bin cildi aşkın kitap bırakmış… Bıraktığı tefsirler, hâşiyeler ve temize çekemediği pek çok te’lif risâleleri, daha sonraki asırlarda, Osmanlı ilim silsilesinin yolunu aydınlatmıştır. Te’lifâtı arasında bilhassa usûl-i fıkha dâir, “Fusûlü’l-Bedâyi‘ li-Usûli’ş-Şerâyi‘” isimli eseri çok kıymetlidir. Bunu otuz senede tamamlamıştır.

Seçilmiş eserleri :


Molla Fenarı'nın seçilmiş eserleri isimleri şu listede verilmiştir:[4].

   . Ayn-ül-A'yân: Fâtiha sûresinin tefsîri.
   . Fusûl-ül-Bedâyi' fî Usûl-iş-Şerâyi:Şeriat usulünde yenilikler meydana getirme.
   . Îsâgûcî Şerhi: Mantık ilmi hakkında şerhtir. 1886'da İstanbul'da basılmıştır.
   . Enmûzecu'l-Ülûm: "Bilimler Örneği" ansiklopedik bir eser
   . Ferâiz-i Sirâçiyye Şerhi
   . Şerh-i Mevâkib üzerine talikât,
   . Eşâs-ut-Taşrîf,
   . Esmâ'il-Funûn,
   . Eş'ile,
   . Risâletu Riçâl-il-Gayb,
   . Risâletun fî Menâkib-iş-Şeyh Behâuddîn-i Nakşibendî,
   Serhu Üsûl-il-Pezdevî,
   . Serhu Telhîs-il-câmı' el-Kebîr: Fıkıh hakkında.
   . Serhu Telhîs-il-Miftâh

RAŞiT TUNCA

BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA
Raşit Tunca

FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik

BOARD KISAYOLLARI

ALLAH

Allah



BAYRAK

TC.Bayrak



WEB-TUNCA


Radyo Karoglan

Foruma Misafir Olarak Gir


Forumda Neler Var


Karoglan-Raşit Tunca - Dini - islami - Dini Resim - FIKIH - Kuran - Sünnet - Tasavvuf - BAYRAK - Milli - Eğlence - PNG - JPEG - GIF - WebButtons - Vaaz - Sohbet - Siyeri Nebi - Evliyalar - Güzel Sözler - Atatürk - Karoglan Hoca - Dini Bilgi - Radyo index - Sanal Dergi




GALATASARAY

G A L A T A S A R A Y


FENERBAHÇE


F E N E R B A H C E


BEŞiKTAŞ

B E Ş i K T A Ş


TRABZONSPOR

T R A B Z O N S P O R


MiLLi TAKIM

M i L L i T A K I M


ETKiNLiKLERiMiZ


“Peygamberimiz Buyurdular ki Birbirinize Temiz ağız ile Dua edin. Bizde Sayfamızı ziyaret edenlerin ve bu bölümü ziyaret edenlerin kendilerinin Ruhaniyetine, geçmişlerinin Ruhuna Yasin Okuyup hediye ediyoruz Tıkla, ya sende oku yada okunmuş Yasinlerden Nasibini Al”
(Raşit Tunca)



MEVLANA'DAN

“ Kula Bela Gelmez Hak Yazmadıkca, Hak Bela Yazmaz Kul Azmadıkca, Hak intikamını, Kulunun Eliyle Alır da, Bilmiyenler Kul Yaptı Sanır."
(Hz. Mevlana)